Sivas Burûciye Medresesi’nin son müderrislerinden merhum Tuzcu Ahmed Efendi medrese öğrencilerine “Haydi asker!” diye hitap edermiş. Buna taaccüp ederek “Bunlar asker değil Hoca Efendi! Böyle militarist bir terminoloji kullanmak nereden icap ediyor?” diye soranlara “Vallahi kendimi bildim bileli ben nefsime de böyle seslenirim. Nefs ve ruh arasındaki ast-üst ilişkisinden çok büyük fayda sağladım. Size de tavsiye ederim!” dermiş. Yokluğun uçurumuna düşme kaygısıyla nefs, hayatı kendisine bir korku mahzenine çevirmiştir. Onun tüm bu varolma reaksiyonlarında bariz bir şekilde müşahade edilen şey, bu korku dehlizlerini tıkama çabasıdır. Hatta bu korku sâikiyle fevkalade cesur bile görünebilir. Varoluş, onun telakkisinde egzistansiyalist anlayışla birebir örtüşür. Yani o vardır, her şeyden önce vardır ve bundan ötesi hiçtir! İlişkileri, zevkleri, avunmaları, sosyal aktiviteleri, bar, pavyon ve saraylardaki şen şakrak ahvali, adeta bir canlılık ve dirilik mesajıdır. Varolduğunu söylemek, göstermek ister; kime söylemek, göstermek isterse artık! Bu eylemleriyle nefs, bir yaban hayvanı misali geçtiği, konakladığı, velhasıl bulunduğu her mahalde pençeleri, dişleri, toynaklarıyla, idrar ve kazuratıyla varlığından ve buradalığından işaretler bırakır. Bilemez ki bu nesnel bir varoluştur. Onun tercih ettiği sahada varlığın ne sırrı vardır ne de kutsallıktan bir kırıntı. Bizim “Nefs varolmak istiyor!” diye tercüme ettiğimiz nefsani yeltenişler aslında onun “varlıklı” olmak amacını gütmesidir ki bu ikisinin manası doğu ve batı kadar birbirinden uzaktır. Heyhat! Ebedi varoluş sahasında nesnelliğin yeri yoktur. Bilakis nesnellik değil gönülsellik esastır. Nefs, ontolojik sırları ve varlığın sınırlarını araştırıp tetkik etmek istemez. Onun “Dua” adında fikirsel bir mabedi de yoktur. Korku dehlizinden çıkıp mana okyanusuna gark olabilmesi için -kendisinde varlıklı olmayı- beyhude ve batıl görüp Allah’ta ve Allah için var olmada karar kılması gerekir. Neresinden bakarsanız bakın nefsin üst ve emreden bir varlık olma yeltenişi patolojiktir. Tabiatıyla böylesine ihtirasa saplanmış bir tekebbür anaforundan “Haydi asker!” bağlamında ast değil üst olması, emir alan değil emir veren olması beklenir. Nitekim sonuç budur ve sorun da buradadır.
Ahmet Efendi’ye yine sormuşlar: “Nefsin sana kötü tekliflerde bulunmuyor mu? Sonra nasıl oluyor da ‘Haydi asker marş marş!’ dediğinde sana itaat diyor?” Cevap vermiş: “Bulunmaz olur mu hiç! Hem de ne kötü teklifler! Ama dinlemiyorum ki! Hiçbir sözünü kaale almıyorum. Benim komutlarıma kayıtsız kalacak olursa da bunun bedelini ne kadar ağır ödeyeceğini biliyor ve hemen emre itaat ediyor!” Maalesef merhumun nefse bedel ödeten bu mücâhade hezâkati, çocuklarından hiçbirine tevarüs etmedi. Şüphesiz onlar da bu menfur düşmanın pençelerinden kurtulmak isterlerdi. Fakat yanı başlarında çağıldayan âb-ı hayat pınarına ağızlarını dayayamadılar işte. Demek ki her ferd; genlerine, dedesine, atasına bel bağlamadan kendi kavgasını kendi verecek. Bu hayat kolezyumunda kimse kimsenin yerine müsabakaya çıkmıyor. Herkes kendisini kapmaya çalışan köpeği (kendi köpeğini) kendisi kovalayacak. Bu mücadelenin yol ve yöntemlerini de bir bilenden talim edecek. Böylece karşı tarafa kimin patron olduğunu gösterebilecek. Muhatabına, fincancı katırlarını ürküttüğünde ne menem belalara düçar olunacağını hissettirecek. İnsan sorunun farkındalığına yine bizzat kendisi varacak; illa kendisi. Böyledir ki insan kendisindeki cennetle cennete, yine cehennemiyle cehenneme gitmektedir.
Nefs aksiyonerdir. Her boşluk bulduğunda uyanık ve zinde olan, şenaat ve herzelerinde iş ve eylemlerinde gevşeklik göstermeyen, pozisyon ve fırsatları maksimum düzeyde değerlendiren odur. Nefsin işlenmemiş ham halinden, “id” durumundan yani emmâre konumundan bahsediyoruz. Bu merhalede onun karşısında “hayır!” diyecek bir kuvvet de olmaz zaten. Tasavvur edebiliyor musunuz? Emreden bir benlikten “Haydi asker!” tadında emir alan bir benliğe doğru evrilmek; biri bir vadide diğeri bilmem nerde! Emmare tabir edilen bu benlik düzeyinde yaşamın manasını aramak beyhudedir. Hayatın anlamı nefsin isteklerinde gizli olabilir mi? Yaşamın maksadına nefsin arzularını tatmin ederek ulaşılabilir mi? Efendimiz (sas): “Cennet çepçevre nefsin hoşuna gitmeyecek şeylerle sarılmış, cehennem de bedenin arzu ve iştahlarıyla!” (Buhari/Müslim) buyurmuş. Biri zor ve meşakkatli, diğeri kolay ve zevkli! Madde ve ten penceresinden bakıldığında cennete götürecek amel ve eylemler hiç de güzel şeyler değildir. Cehennem zaten zayıf ruhluların ve basit heveslilerin tuzağı, günahın peşin lezzetini sevabın veresiye mükâfatına tercih edenlerin mekânıdır. Aslında onun için peşin lezzet, günah söz konusu olmasa da tercih nedenidir. Örneğin her vakit namazında cami girişinde, gelenlere birer çeyrek altın dağıtılsaydı içerde sana, bana, müdavimlere yer kalmazdı! Ama böyle bir peşinat teamülü yok işte! Bir imam, mevcut tabloyu nasıl ifade ediyor bakın: “Sabah namazını kıldırmak üzere camiye geliyor ve bu mukaddes mekânın ışıklarını yakıyorum. Tam da bu saatte çevremdeki apartmanların ışıkları birer birer sönüyor ve içindekiler uykuya dalıyorlar!” İnternete, televizyona ve hayat enerjisini hunharca soğuran daha bilmem ne belalara düçar olan emmare nefs, vakti seherde yorgun düşüp ışıklarını söndürüyor. Mesela ülkemizin birçok şehrindeki eğlence mekânlarında müşahade etmişimdir; bar, pavyon ve gece kulüplerindeki işret, ancak seher vakti sona erer. Mesai erbabı zevat, tükenmiş bir halde ve sekr vaziyetinde evlerine zor düşerler. Elbiselerini bile çıkarmaya mecal bulamadan kendilerini deliksiz bir uykunun kollarına bırakırlar. Tam gün ve fasılasız uyurlar; akşama kadar! Onlar artık “En-Nevmü hayrun min salât! (Uyku, namazdan hayırlıdır!)” modunda bir hayat düşkünü olmuştur. Hoş, evlerin de bar ve pavyondan aşağı bir yönü kalmadı ya! Neyse!
Köpekler konusunda uzman olan babam anlatırdı: Gece boyunca hep uyanık dururmuş köpekler. Gezer, koşar, oynar, sağa sola saldırır, avlanır, beslenir ve gruplar halinde tüm şehri dolanırlarmış. Ama seher vakti geldiğinde göz kapaklarına kurşun dökülmüş gibi bir ağırlık çöker ve oldukları yerde kıvrılır, derin bir uykuya dalarlarmış!
İsyan Ahlakı: Varoluşçuların, bu kavramı, tüm değerlere ve düzenlere karşı anarşizmi empoze etmek için kullandıkları bilinir. Merhum Nurettin Topçu ise aynı ifadeyi -kötülüklere karşı isyan- olarak yeniden yapılandırmış ve düşünce dünyasına yeni bir terminoloji kazandırmıştır. Nefs ne yapıyor? Şeytana itaat edip Allah’a isyan ediyor. Yani hayat enerjisini kötülük yönünde harekete geçirerek “hayâsızlık!” yapıyor. Bu duruma isyan edip yeni bir tablo oluşturmak gerekmiyor mu? Evet! Allah’a itaat edip şeytana isyan etmek gerekiyor. İşte bu “hayâ”dır! İrade, kendi içinde bulunduğu şartlara boyun eğmeyip başkaldıracak ve insan mutluluğa, mükemmelliğe giden yolda karşısına çıkan engellere karşı koyacak, direnç gösterecektir. İşte isyan ahlakı; iradenin sonsuza ulaşmak gayesiyle her çeşit menfaate, fani olan iyilik ve mutluluklara bile başkaldırmayı öğretir. Dava, bir zamanlar gasbedilmiş olan iradeyi tekrar ele geçirmek üzerine kuruludur. Tüm bu eylemlerin stratejik kilit noktası iradedir. Bundan sonra nasıl olsa arkası gelecektir.
Hayâ Hayattır ve de İmandandır: Hayâ, Allah’a karşı kusur işlemeyi engelleyen utanma duygusu olarak bilinir. Bu anlamdaki hayânın yani kusur işleme kaygısının birçok hayrı engellediği de bilinir; kişinin saygı duyduğu birini üzmekten utanarak “emri bil maruf ve nehyi anil münker” yapamaması, birçok haklarının çiğnenmesine göz yumması gibi. Bu patolojik tablo bizi -baştan sona hayır- olarak nitelendireceğimiz bir sonuca götüremez. Kelime anlamı itibarıyla hayâ, hayattan gelir. Hayâ; olumlu ve hayırlı tüm işlerde -canlılık emâresi- göstermek, diri ve hareketli olmak demektir. Hayâ, kötülüğe isyan hareketinin adıdır. Ancak böyle doğru tanımlanan bir hayâ, baştan sona hayır olabilir. Buna göre mesela hakkını korumaktan çekinmek, namusunu savunmaktan içtinap etmek, bir toplulukta Kur’ân okumaktan utanıp sıkılmak, sözün söylenmesi gerektiği yerde eylemsizlik sergileyerek dilsiz şeytan olmak, Allah rızasına taalluk eden bir işin ucundan tutmayarak sıvışıp gitmek, birer hayâsızlık örneğidir. Velhasıl hayırlı işlerde ölü numarası yapmak hayâsızlıktır. Hayırlı hareket aynı zamanda hayırlı bir isyandır. Resulullah (sas): “İman yetmiş küsur şubedir. Bunların en üstünü ‘Allah’tan başka ilâh yoktur.’ demektir. En aşağısı ise yoldan eziyet verecek şeyleri kaldırmaktır. Hayâ da imanın bir şubesidir.” (Müslim-Tirmizi) buyurmuştur.
Şeytanlar Bağlı İken Bağından Boşanan Var Ya!: Efendimiz (sas) “Ramazan ayı geldiği vakit cennetin kapıları açılır, cehennemin kapıları sıkı sıkıya kapatılır ve şeytanlar bağlanır.” buyurmuş (Riyazü’s Salihin). İşte şeytanın verici, nefsin ise alıcı olduğunu gösteren muhteşem bir mucize. Verici, yayın yapamıyor; şeytan nötr durumda. Ama alıcı kendi kaynaklarını kullanarak varlığını ve karakterini yine ortaya koyuyor. Azmettiren yok ortalıkta ama tetikçi iş başında! İşte nefs denen bir işletim programının apaçık ispatı! Ramazan’da günah işleten, ortalığı kırıp geçiren, birtakım insanları canavara dönüştüren işte bu program! Şeytan apaçık (mübin) bir düşmandır; ancak o bağlanmıştır, devre dışıdır. Nefs ise verici ile bağlantıları koptuğu için ince taktiklerden mahrum kalmış, sağı solu belli olmayan, daha kontrolsüz ve gerilmiş yay gibi fırlamaya hazır bir düşman. Bu durum daha tehlikeli! Her Cuma hutbesinde “ve neûzü billâhi min şurûri enfüsinâ” lafzını işitmesine rağmen, nefsin varlığına inanmayanlar vardır. Ne gariptir ki aynı kişiler Batı’nın id, ego, süper ego olarak tasnif ettiği ve bütün dünyaya kabul ettirdiği benlik katmanlarına bilimsel bir veri olarak inanırlar.
İradenin Nefs Karşısındaki Rolü: Nefs ve irade savaşı tarihsel bir çatışmadır; yaratılış tarihi… İrade sağlam duruş gösterip karşı saldırıya geçecek olursa güçlü bir mukavemetle karşılaşır. Ehl-i sûfiyye, riyazet ve mücâhade esnasında zaman zaman ceza tatbikine başvurur. Bu esnada nefsani savunmanın çok farklı ve şaşırtıcı reaksiyonları tezahür edebilir. Bazen iradenin direncini kırmak için blöflere başvurabilir. Kendisine bıçak saplanan psikopatın “Acımadı ki! Acımadı ki!..” tarzındaki savunması tipik bir blöf örneğidir; hâlbuki bal gibi de acımıştır. İrade, gevşeklik göstermeden istikrarlı bir şekilde darbelerini indirmeye devam etmelidir. Başka bir savunma biçimi de ölü numarası yapmaktır ki irade buna da kanmamalıdır. İrade, nefsin bu bâtıl eğilimlerinin ıslah olmasının, evrilip çevrilmesinin uzun soluklu bir sürece tekabül ettiğini bilmeli ve Allah’tan yardım dilemeyi ihmal etmemelidir. Allah mutî kulunun yanındadır. Nefs batılda çok kararlıdır; öyleyse irade, hak davasında daha bir kararlı olmalıdır. Şunu tekrar vurgulayalım; nefsin muhatabı ve rakibi iradedir. Henüz birinci katmandaki emmâre nefse ambargo, mahrumiyet gibi cezai müeyyidelerin kararlı bir şekilde uygulanması tecrübeyle sabittir ki çok tesirli olmaktadır. Kötülükten başka bir şey bilmediği veya tanımadığı için ona “Emmâre” denilmiştir. İradenin freni onu durduracak, sonra geri adım attıracak ve kötülükten başka mefhumların da olduğunu idrak seviyesine yükseltecektir. Sonraki idrak aşamasında ruhun ulvî isteklerine karşı çıkmaktan vazgeçecek, iradî istikrarın devam etmesi neticesinde de alçaklık çukurundan çıkıp ulvî basamaklara tırmanmaya başlayacaktır. O irade enerjisi, nefsin nihayet doğruyu, güzeli görmüş mutmain konumuyla birleştiğinde katmerli bir sinerji oluşacak, “Ey, Rabbine itaat edip huzura eren nefs!” hitab-ı ilahisine mazhar olmamak için hiçbir neden kalmayacaktır. Şöyle özetleyelim: İradenin nefs karşısındaki rolü; daha o “emmâre” katmanında iken “Burası yan gelip yatma yeri değildir; o hevesini cennette gerçekleştirirsin. Haydi Asker! Görev başına marş marş!” komutuyla gemlerine sıkı sıkı sarılmak ve militarist bir tavır takınmakmış. Bu katman biiznillah geçildiğinde şeytanın âdî bir uşağı ve tetikçisi olmaktan kurtulup Allah’ın (cc) askeri olmaya adım atılmış olacak. Tuzcu Ahmed Efendi’yi rahmet ve şükranla anıyoruz.