Zengin olmanın yollarını gösterirken, kapitalizmin öne attığı kavramlar yerine daha çok rızık ve bereket gibi dinî içerikli kavramlar kullanmayı tercih etmişsiniz. Bu kavramların önemini bize biraz açar mısınız?
Rızık, hayatta yaşayabilmek için istifade ettiğimiz dünyevî geçim kaynaklarının bütünüdür. Rızık ve bereket gibi doğrudan ilahî lütuf ve rahmet bağlantılı olan kavramların mahiyetini materyalist ve seküler bir düşünce ile anlamak mümkün değildir. Bereket, Allah’ın lütfuna bağlı olarak elde ettiğimiz rızkımızın yani maddî gelirlerimizin ilahî taahhüt altına alınması ve O’nun izniyle çoğalmasıdır. Lütuf, Allah’ın Latîf isminin bir yansıması olarak O’nun katından bizlere ihsan edilen bütün nimetlerdir. Rızık yani dünya geçimi konusunda şuurlu bir Müslüman’ın yapacağı en doğru yaklaşım, lütfun ve rızkın sadece Allah’tan geldiğini bilmek ve geçimin temini için sadece O’ndan istemektir. Allah’ın lütuf ve rızkından herkes farklı miktarlarda nasiplenebilmektedir. Bunun bir sebebi de gayretli kişilerin, cüzi iradelerini ortaya koydukları azim ve çalışma iştiyakıdır. Mesela helal yollardan rızkını temin etmek isteyen ve bunun için çaba gösterenlere Allah’ın daha lütufkâr davrandığını söyleyebiliyoruz. Bu şekilde elde dilen kazancın bereketli olduğuna dair birçok örnekler vardır. Yani bu kazanç, Allah’ın lütfu ile kişiye hem dünyevî hem de uhrevî avantajlar sağlayan maddî ve manevî boyutlarıyla değerli bir servete dönüşebilmektedir. Kısacası helal yoldan elde edilen kazanç bereketli olduğu için, bu kazançla hem dünyada hem de ahirette birçok hayırlı ve güzel sonuçlar elde etmek mümkündür.
Bu gizemli kavramlardan yola çıkarak, zenginleşme sürecinde bizi bereket kaynaklarını keşfetmeye davet ediyorsunuz. Bunları nasıl bulabiliriz?
Bereket kaynakları, bize dünyada bol bol bereket ve zenginlik sağlayacak bütün salih amellerdir. Aslında dinini bilen ve yaşayan, farkında olsun veya olmasın bereket kaynaklarına da erişmiş olur. Biz kitabımızda maddî ve manevî zenginliğe yol açan 33 bereket faktörünü belirledik ve bunları dört bölümde topladık. Dinî emir ve tavsiyeler, manevî ve ahlâkî duruş, sosyo-ekonomik davranışlar ve nihayetinde çalışma ahlâkı ve hukuk alanına giren bereket unsurlarını örnekleriyle sıraladık ve izah ettik.
Kitabınızın bir yerinde “Bereket kaynakları sadece maddî unsurlardan oluşmaz.” demektesiniz. Bugün materyalizmin kirlettiği bir dünyada yeniden anlatılması, idrak edilmesi gereken bir konu bu. Bu konudaki düşüncelerinizi alabilir miyiz?
Zenginlik, Yaratan-Yaratılan ilişkisi çerçevesinde kişinin manevî, ahlâkî ve sosyal tutum ve davranışları ile yakından ilgilidir. İnsanların maddiyat veya para kazanmakla hiç ilgisi olmayan fakat Allah’ın hoşuna gidecek bazı güzel tutum ve davranışları kişilerin zengin olmalarına vesile olabilmektedir. Burada sadakada bulunmanın önemli bir yeri vardır. İslam dinine göre aynî veya nakdî yardımda bulunmak her ne kadar maddî içerikli bir sadaka türü olarak kabul edilse de, maddî olmayan birçok güzel davranış da sadaka hükmündedir. Hz. Peygamber (sav), bir hadisinde, doğan her gün için sadaka verilmesi gereğinden söz ettiğinde sahabe, kendilerinin bu kadar mal varlığının bulunmadığını hatırlatınca O (sav), maddî nitelik taşımayan fakat sosyal hizmet içerikli birçok sadaka türünü saymıştır. Mesela engelliye rehberlik etmek, muhtaç bir kimsenin ihtiyacını tedarik etmek, dertlinin imdadına koşmak ve hatta sevdiğimiz bir kişiye tebessüm etmeyi dahî sadaka olarak kabul etmiştir. Bir Müslüman hangi sadaka türünü hayata geçirirse geçirsin, bunun mutlaka hayrını görecektir. Dinimizin sadaka dediği her iyilik, Rahmanî lütfu celbeder ve dolayısıyla hayatımızın bereketli geçmesine vesile olur. Tam tersine insanlar iyilik yerine kötü davranışlar sergilerlerse bereketten de yoksun kalırlar ve kendilerini maddî sıkıntılara iterler. Nitekim Peygamberimiz’in (sav) şu hadisi tam da bu noktaya temas etmektedir: “Her kim, yumuşak davranışlardan mahrum kalırsa bütün hayırlardan mahrum olur.”
Çalışmak, rızık ve zenginlik konusunu dünya ve ahiret açısından değerlendirir misiniz?
Kur’ân, dünya hayatının bir çocuk oyunu gibi çabuk biten eğlencelerden ve meşguliyetlerden ibaret olduğunu söyler. Dünya hayatının geçiciliğini ve dolayısıyla dünyada elde edilen mal ve mülkün de kalıcı olmadığını idrak eden takva sahibi Müslümanlar, ahiret hayatının daha hayırlı olduğunun bilincindedirler. Bu bağlamda Müslüman’ın manevî hayatında dünya ve ahiret seçimi noktasında ilk tercih hep ahiret olmalıdır. Ancak bu stratejik tercih, dünyaya hiçbir değer atfetmemek, dünyayı tamamen terk etmek ve bütün gayretini ahirete hasretmek anlamına gelmemelidir. Böyle bir yaklaşım, dünyevî imkânları değerlendirmemek, rızık için sebeplere müracaat etmemek, çalışmak yerine tembelliği tercih edip zelil ve bağımlı bir hayata razı olmak anlamına gelir. Hâlbuki Allah, bizleri, dünya hayatının nimetlerinden sakınmamızdan çok, dünyevîleşme tehlikesine karşı uyarmaktadır. Dünyevîleşme tehlikesinin en büyük alametleri ise; dünyaya ait ne varsa materyalist bir sürecin içine girip helal haram dinlemeden hırs ile zenginliği talep etmek ve elde edilenleri kendinden bilip bir nevi onları ma’bud hale getirip Allah’ı ve ahireti unutmaktır. Doğrusu bir Müslüman, dünya işleri ile uğraşırken, Allah’ın rızasını kazanma inancını hiçbir zaman unutmamalıdır. Bu manevî bakışla yapılan bütün çalışmalar, birden ibadet hükmüne dönüşmekte ve ahiret için de faydalı sonuçlar doğurmaktadır. Bir Müslüman, dünyayı ihmal etmeden ahirete dönük manevî görevlerini yerine getirmesi gerektiği gibi, ahireti de ihmal etmeden dünyaya yönelik maddî ve sosyal yükümlülüklerini yerine getirmelidir. Peygamberimiz (sav) bizden hiçbir zaman dünya nimetlerinden tümüyle uzak kalmamızı arzu etmemiştir. Bilakis dünya ahiret bütünlüğü içinde dengeli bir hayat yaşamamızı tavsiye etmiş ve “Dünyayı güzel bir şekilde isteyin, çünkü herkese kendisi için yaratılan şey kolaylaştırılmıştır.” demiştir.
“Zenginliğin dünyevî sürdürülebilirliği ve uhrevî kalıcılığı da manevî şifrelerde gizlidir.” sözlerinizi biraz açar mısınız?
İslam’da maneviyat, kader ve ahirete imanla yakından ilgilidir. Kulluk şuurunu idrak etmiş bir mümin, kadere rıza göstererek Allah’a tam olarak güvendiğini de ortaya koymuş olur. Bu çerçevede kim rızkı konusunda Allah’a tam olarak güvenirse bu onun ahlâkını güzelleştirir. Böylece nefs, infak etmede rahat ve geniş davranır ve netice itibariyle tevekkül içinde olan cömert bir müminin duaları da geri çevrilmez. Bir başka ifadeyle mütevekkil ve cömert müminin cüzi iradesinin, Allah’ın uhdesinde olan külli irade ile buluşması her zaman mümkündür. Böyle bir manevî atmosferde Allah’a teslim olmuş mümin, helal yoldan zengin olmak isterse Allah da Rahim ismiyle rahmet kapılarını açar da açar ve o müminin dünyada hep zengin olmasını sağlar. İlahî lütuf sonucu elde edilen zenginlik, ahiret için hem maddî hem de manevî bir yatırımdır. Uhrevî boyutuyla mükâfat bağlamında en büyük maddî zenginlik, cennete kavuşmak ve cennet ehlinden olmaktır. Çünkü cennette her türlü maddî, fizyolojik ve cismanî ihtiyacımız umduğumuzdan çok fazlasıyla karşılanacaktır. Yine uhrevî boyutuyla en büyük manevî zenginlik ise bizi yaratan Allah’ı müşahede etmektir. Dolayısıyla müminin manevî hayatı ve inanç dünyası, dünyevî ve uhrevî zenginliğin her çeşidine de yol açabilmektedir.
“Müslümanların maddî alanda zayıf kalmaları İslam’ın yüceliğine gölge düşürür.” Yaklaşımınız bir hakikati dile getiriyor. İzzet ve şerefin maddiyatla sınırlı olmadığı da bir hakikat. Güncel boyutuyla ele aldığımızda doğru yaklaşım ve duruş nasıl olmalı? Kazançlar ve amaçlar açısından da bu konuyu değerlendirir misiniz?
Güçlü ve gelişmiş ülkelerin ortak özelliklerine baktığımızda bu ülkelerin iktisadî potansiyellerinin çok yüksek olduğunu görürüz. Sanayi üretiminin yanında hizmet sektörünün de maddî gelişimin önemli faktörlerinden olduğunu tespit edebiliriz. Bu ülkelerde hem millî gelir çok yüksek hem de fert başına düşen gelir. Kamusal sosyal politikalarla alt gelir gruplarına yönelik transferlerle sosyal adaletin de bir dereceye kadar temin edilebildiğini belirtebiliriz. Hâlbuki İslam toplumlarının sosyo-ekonomik durumlarını genel hatlarıyla tahlil ettiğimizde tam tersine bir durum söz konusudur. Sosyal refah seviyeleri düşük olmaları halinde Müslüman toplumlarda işsizlik, yoksulluk ve sefalet had safhada olur ve bunun sonucunda İslam’ın ruhuna aykırı ahlâk dışı sapmalar da meydana gelir. Hâlbuki Kur’ân, dünya milletlerine örnek olabilecek bütün maddî ve manevî vasıfları taşıması hasebiyle Müslümanlara hitaben “Siz, insanlar için çıkarılmış hayırlı bir ümmetsiniz.” demektedir. Öyle ise İslam ümmeti, sadece maneviyat noktasında değil maddî alanda da diğer toplumlardan daha ileri bir seviyede olmalıdır. Bunun için Müslüman toplumlar, mal ve servet artırmanın bütün helal yollarına başvurmalı ve zekât kurumu gibi sosyal adaleti temin eden âdil iktisadî sistemlerini geliştirmelidirler. Mal ve servet, sadece belirli zümrelerin lehine değil toplumsal refah, fırsat eşitliği ve herkesin asgari hayat kalitesini sağlamak için bir vasıta olarak kullanıldığı sürece hayırlı sonuçlara vesile olacaktır. İslam’da insanlığın refahını sağlayan bütün tedbirlerin özünde manevî ölçüler de bulunduğu için, dünyevî uğraşlar ve ruhî emeller arasındaki mesafeler de ortadan kalkmaktadır. İslam, bunun için maddî gelişmeye bir sınır koymamaktadır. Bu durum; artan refah, küresel yoksulluk gibi sosyal sorunların çözümüne de önemli derecelerde katkı sağlayabilecektir. Böylece İslam ümmeti, maddî varlıkları ile bütün insanlığa besledikleri merhametin bir sonucu olarak küresel barışın da garantörü olacaktır. İslam ümmetinin izzet ve şerefi böylece manevî ve ahlâkî değerlerin yanında, küresel çaptaki sosyal sorumluluklar ekseninde geliştirdikleri refah politikalarıyla daha da artacaktır. Bu bağlamda kulluk şuurunun bilincinde olan sosyal sorumlu bir Müslüman, zengin sahabilerden olan Hz. Talha bin Ubeydullah’ın yaptığı gibi şu duayı okuyabilir: “Allahım! Beni şanla ve malla rızıklandır. Çünkü malsız şan olmaz. Mal da ancak şanı gözetince yerinde olur.”
Zenginlik her halükârda yoksulluktan daha mı iyidir sizce?
Yoksulluk, dinî açıdan iman ve akideye karşı manevî tehlike oluşturan unsurların başında gelir. Bugün yoksulluk kıskacından bir türlü kurtulamayan ileri derecede muhtaç birçok insan, sosyal ve ahlâkî sapma içinde ise bunun bir sebebi de içinde bulundukları maddî sıkıntılardır. Kapitalist bir dünyada çalışan yoksulların sayısı her geçen gün artmaktadır. Canla başla çalıştığı halde halen geçim sıkıntısı yaşayan insanlar bir süre sonra isyan haddini de aşarak kaderi ve imanı inkâr noktasına gelebilir ve ruhî sarsıntılar yaşayabilir. İşte bu tehlikeli gidişatı Peygamberimiz (sav) gördüğü için, yoksulluk ile küfrü bir arada kullanarak, “Allahım! Ben, küfürden ve yoksulluktan sana sığınırım.” (Nesaî) demiştir. Bu duruma düşmemek için, asgari ücret sistemini çalışanların lehine değiştirmeli, bu mümkün değilse genelde yoksul olanlar, özelde de çalışan yoksullar zekât aracılığıyla desteklenmelidir. Tabi ki manevî ve sosyal sapmalara sebebiyet veren yoksulluk ne kadar büyük bir felaket ise azdıran zenginlik de aynı derecede bir tehlikedir. Onun için yoksullukla mücadele ederken oluşan refahın da manevî tehlikelerine karşı hazırlıklı olmalıyız. Bunun için maddî gelişme karşısında halimize şükretmeliyiz ve zekâtın yanında gönüllü olarak ve benimseyerek sadaka da dağıtmalıyız.