İnsanoğlunun bu dünyaya gönderiliş amacı Kur’an’ın açık tabiriyle imtihandır ve bu amacına uygun bir formatta da yaratılmıştır.
İmtihan edilmek demek, kendisine öğrenme ve eğitilme gibi yetenekler verilen ve sonrada bu kapasitesine göre belli bir eğitimden ve bilgilendirmeden geçen, akıl ve irade sahibi kişilerin ne olduklarının, nereye geldiklerinin adil bir şekilde tespit edilmesi ve bunun için denemelerden geçmesidir. Çok iyi bildiğimiz haliyle, okulların hemen her kademesinde öğretim ve eğitimden geçip sonra sayısız kereler imtihan edildiğimiz gibi.
İmtihan ile belli bir süreçte ne okuduğumuz, ne öğrendiğimiz, ne kadar değiştiğimiz objektif bir hale gelir ve bize öğretim ve eğitimde geldiğimiz son durumumuz karne denilen bir belge ile takdim edilir. Bu açıdan bakınca dünya denen gezegen, eğitim alanı hayatın hemen her alanını kuşatan; öğretmenleri öncelikle Peygamberler ve sonra da, onların izinden giden âlimler, anneler, babalar, bilginler veya kısaca sosyal çevremiz olan tam bir okuldur. Bu okulun dershaneleri kimi zaman içinde doğduğumuz toplum ve ona ait gelenek ve kültürler, kimi zaman aile ve akraba ortamları, kimi zaman belki bir hapishane, kimi zaman savaş meydanları, kimi zaman ticarethaneler, kimi zaman devlet kademesinde amirlik, memurluk veya insana hizmet eden mesleklerin her birisi olabilir. Böyle bakınca doğup büyüdüğümüz ve yaşadığımız her coğrafya, o coğrafyada yaşamı paylaştığımız her sosyal çevre, bu okulun bir parçası demektir.
İnsanoğlunun doğumuyla başlayan ve ölümüne kadar devam eden bedensel yani fiziksel gelişimi ve değişimi, genlerimize konmuş bir programla alakalıdır ki bunun yaratıcısı ve programcısı elbette Yüce Allah’tır (c.c). Fiziksel olarak bir hiçken, yani yokken dünya sahnesine çıkış ve varoluş ve sonra da bir ömür süren fiziksel tekâmül bize irademiz dışında bahşedilmiş bir ikramdır ve işte bu ikramın zorunlu olarak yaptıklarımızdan ve yapmamız gerektiği halde yapmadıklarımızdan dolayı bizlere sorumluluk yükleyen de bir mesajı olması gerektiği açıktır. O da bahşedilen onca nimete karşılık hamd ve şükür duyguları eşliğinde, irademizle gerçekleştirmemiz gereken manevi gelişmedir.
Yüce Yaratıcının imtihandan amacı, bu ayetle güzel özetlenir:
“O, hanginizin daha güzel amel yapacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratandır. O, mutlak güç sahibidir, çok bağışlayandır.” (Mülk, 67/2)
Yani Rabbimiz bize; “Ben sizi, genlerinize koyduğum mucizevi bir programla bedensel olarak bir evreden başka bir evreye geçirerek olgunlaştırıp geliştiriyorum. Dünya hayatında bir yerlere gelebilmek, bir şeyler hak edebilmek için verdiğiniz onca emek, yaşadığınız onca imtihan size ahiretteki nimetlerin de hak edilmesi gerektiğine dair elbette bir mesaj vermeli. Bu nedenle sizden de, size verdiğim yeteneklere, size verilen nimetlere yakışır iyi işler yapmanızı ve bu konuda ruhi bir gelişim geçirmenizi bekliyorum. Bunun için katımda geçerli iyi işlerin, salih amellerin neler olduğunu size öğretecek, yol gösterecek Resuller ve Nebilerden elçiler ve önderler gönderdim, onların gösterdiği yolda ve tuttuğu ışıkta ilerleyin. Bir de imtihan amacıyla sizi yüceltecek güzel duyguların yanında saptıracak, ilerlemenize ket vuracak negatif duygular da verdim, üstelik sizin dışınızda şeytan gibi azdırıcılara da izin ve imkân verdim, onlardan da uzak durun. Her türlü gelişmenizi not edeceğim, ölünce bir karne de ben vereceğim. Dünyadaki tüm yapıp ettiklerinize karşı hiçbir emeğinizi göz ardı etmeyeceğim ama hiçbir günah ve yanlışınızı da unutup ihmal etmeyeceğim.” diyor.
Şu gerçeği de iyi tespit etmek gerekir ki, manevi gelişme her zaman pozitif çizgilerde ilerlemek, her zaman hayırlı işler yapmak, güzel notlarla ilerlemek de değildir. Bazen düşülen yanlışların, yapılan hataların, insanın gelişimindeki payı iyi işlerin payından az değildir. Veya mutluluklar kadar acılar da insan gelişmesinde değerlidir, hatta belki katkısı daha fazladır ki o yüzden o Kutlu Nebi (sallallahu aleyhi ve sellem) bu dünyada herkesten çok zorluk ve acıyı yaşayanlardan birisi olduğunu bizzat kendisi şöyle beyan etmiştir:
“...Allah yolunda hiç kimsenin görmediği eziyetlere mâruz kaldım...” (Tirmizî, Kıyâmet, 34/2472)
Yani insanın yaratılış amacı imtihan olunca, kendisine yaratılıştan verilen iyi meziyetlerle melekler gibi güzelleşebileceği gibi kötü özelliklerle de şeytanlar gibi kötüleşebilir, ikisi de mümkündür. Burada bir incelik var ki bize kötü özellikler ve duygular niye verilmiş, yoldan çıkarıcı şeytana niye imkân verilmiş gibi sorular akla takılınca, bu konuyu itirazla sorgulamak, yadırgamak yerine, imtihan için verildiğini idrak edip ona göre tedbirli, akıllı, anlayışlı ve dikkatli olmak gerekir.
Günahlara düşmek bizi mutlak kötü yapmaz, bizi kötü yapan, günahlara alışarak, günahları sevip, o halde ve duygularda kalmaktır. Bu nedenle hata ve günahlara düşünce kalkmamızı ve Rabbimizden bağışlanmayı istememizi öğütleyen pek çok tövbe ayeti vardır.
Dolayısıyla tevbelerle Rabbimize sığınmak, bizi manevi anlamda her ölümden sonra dirilten, diri tutan, ihmal etmeden almamız gereken çok önemli bir ilaçtır. Bedenin yaşaması için gıdalar, hava, su, güneş neyse manevi yaşam içinde tövbe öyle önemli bir ihtiyaçtır.
Evet, işte bunun gibi Yüce Rabbimizin büyük ikramı, ihsanı olarak bize imtihanımızda yardımcı olan ve onu kolaylaştıran belki de hiç fark edemediğimiz daha nice duygular verilmiştir. Mesela “alışmak” denen duygu da bunlardan birisidir. Acıların, ölüm ve ayrılıkların, hastalık, borç, dert gibi sıkıntıların çok olduğu bu dünyada, yaşamaya güç yetirebilmek ve devam edebilmek için alışmak duygusu narkoz gibi acıları hafifleten yaşamı kolaylaştıran bir duygudur. Lakin her duygunun olduğu gibi bunun da sakınılması gereken ifrat tarafları vardır.
İşte şimdi bu mühim duyguyu fark etmek, varlığına şükretmek ama ifratından da sakınmakla alakalı değerli büyüğümüz Şenel İlhan Beyefendi’nin güzel bir sosyal medya paylaşımı ile sizleri baş başa bırakıyorum.
“Alışmak denen fıtri özelliğimiz hayatımızda olmazsa olmazlarımızın içinde kıymetini en az fark ettiğimiz halde bizi başlı başına etkileyen ve hatta yöneten ve yön veren bir özellik ve kabiliyetimizdir!
İnsan, fakirliğine alışır, yaşamaya çalışır… Sevdiklerini yitirir, sakat kalır ama alışarak ayakta kalır; sevmediği biri ile evlenir ama alışmak denen sihir etkisi yapan işte bu kurtarıcı gücümüz, otomatik devreye girer ve bize hayat devam ediyoru, pratikte yaşayarak, adeta zorla dayatarak kabul ettirir!
Yani bu anlamda alışmak büyük bir nimet ve bazı, her açıdan değiştirmemizin mümkün olmadığı can yakıcı olumsuzluklarımızı sezgisel bir yolla kabullenmemiz anlamına gelir!
Ancak, bu duygu veya özelliğimiz her ne kadar büyük bir nimet olsa da, maalesef bazen, büyük bir musibet, aymazlık ve vurdumduymazlık ahlaksızlıklarına yuvarlanmamıza da sebebiyet verebilir…
Zulme alışmak, zillete ve alçaklığa veya kısaca, her kötü alışkanlığa alışmak ise, duruma göre ve alıştığın şeye göre isim alır ama ne isim alırsa alsın, bu kötü bir alışkanlıktır ve tek ilacı ise, her yanlışla mücadele psikolojisi ile irade ortaya koymak ve değiştirebileceğimiz bir şey olduğunu fark edip, inanıp direnmek ve kişilik, sağlık ve diğer değerlerimizi koruma adına onlarla savaşmak olmazsa olmazımız olmalıdır…
Yoksa beraber yaşadığın baban, kardeşin, eşin veya beraber yaşamak zorunda olduğun her kimse, onun, neredeyse her ahlakı ve davranışı kötü ve olumsuz ve bir iki küçük güzel ahlakı ve kibarlığı gibi olumlu şeylerinin hatırına, her kötü ahlakına katlanır ve sırf işine geldiği için, bir iki güzel ahlakçığı ile onu idare eder ve hatta sevdiğini bile sanabilirsin…
Ancak bu durumda, çoğu zaman insanlar farkında olmadan birçok kötülük ve ahlaksızlığı onaylamış, kişiliğinden taviz vermiş ve zerre fark etmeden manen ve fıtraten bozulmuş ve artık yok olmuştur ve bundan haberi bile yoktur!
Tamam, elden bi şey gelmiyor diye, her bedensel özre, müzmin fakirliğe ve her çaresizliğe alışıp sabredebiliriz…
Ama ne olur, zulme, korkaklığa, namussuzluk ve kahpeliğe alışmayalım! Hiç olmazsa imanımızla, ahlakımızla kendimizi ve değerlerimizi kalben de olsa koruyalım ve her daim kendimiz olalım ve öyle de kalalım…”