Evde büyüttüğümüz çiçekler beni hep farklı duygulara götürür. Bazen bu çiçeklerle konuşur ve onlara derim ki: “Koca bir mevsimde birkaç gün, birkaç ay çiçek açar, sonra solar gidersiniz; hep böyle kalsanız olmaz mı? Zira biz çiçekleriniz için sizleri saksılarda büyütür ve evlerimizin en güzel, en müstesna köşelerini sizlere ayırırız.” Onlar da Yunus’un lisanı ile bana sanki şöyle der: “Solmayan, hatta durmadan büyüyen ve çoğalan çiçekler cennette; burası solanların, fanilerin yeri.” Burada ömürler sınırlı… Dünyanın da ömrü sınırlı, üzerinde açan çiçeklerin de... Ve yaşayan her canlının, her varlığın da...
Yine gönlümce derim ki; çocuklar büyümeseler, hep böyle sevimli tatlı kalsalar, sevgileriyle gönlümüze gelen neşe ve süruru hep böyle devam etse... Gençlik gitmese, zenginlik bitmese, ağaçlar yapraklarını dökmese, her şey güzelliğini her daim muhafaza etse... Lakin hiçbiri beni dinlemez. Bu âleme hâkim sonsuz bir gücün mahkûmiyeti ile istemeden yaşlanır, istemeden solar ve en nihayet yok olur giderler. Öyle ki gözlerden, kulaklardan, hislerden kaybolarak giderler. Onları tanıyanlar da ölüp giderse artık hatıralarda bile adları, nişanları kalmaz. Nitekim bu şekilde bu fani âleme gelip gitmiş milyarlarca insan vardır, kimsenin hatırlamadığı, bizim de hatırlamadığımız ve hatırlayamayacağımız... Fakat faydalı kitap, çeşme, cami okul gibi arkalarında bir eser bırakanlar için maddi olmasa da manevi yaşam şansları, dünya durdukça devam edecektir.
Aslında bu konuya, içinde yaşadığımız şu fani âlemdeki güzellik algımızı biraz sorgulamak ve bu nedenle, nasıl anlaşılmaz yanlışlara düştüğümüzü görebilmek için bir giriş yapmak istemiştim. Malumdur ki bu âlemde iki türlü güzellik vardır: Birisi zâhirî güzellik, diğeri de manevi güzellik. Güzel bir çiçek, güzel bir çocuk, güzel bir kadın, güzel bir hayvan gibi göze hitap eden güzellikler zâhirî güzelliğe örnektir. Ve gözle görülen bu güzellikler hep üzerinde yaşadığımız âlem gibi geçicidir; güzelliklerini, değil sonsuza kadar, bir ömür dahi sürdüremezler. Ama bizler bu güzellikleri hemen fark ederiz ve cazibelerine kapılır, gideriz.
Bir de zâhirî olmayan yani gözle görülmeyen güzellikler vardır ki onlar hemen fark edilmeyebilirler. Akıl, güzel ahlâk, ilim, maneviyat işte bu güzelliklerdendir. Bu güzellikler, insanla birlikte yaşlanmaz. Nitekim bir insanın bedeni her geçen gün tazeliğini ve güzelliğini kaybetse de (eğer hastalık gibi marazi bir hal başına gelmez ise) aklı, ahlâkı, anlayışı, ilmi, maneviyatı hep genç kalır. Zaman onları eskitemez, aksine geliştirir, daha da olgunlaştırır. Bu nedenle zâhir çok aldatıcıdır. Nitekim zâhirî güzelliğine âşık olup evlendiğiniz eşlerinizin, zamanla şahit olduğunuz kötü huyları yüzünden belki sonradan çok pişmanlıklar yaşayabilirsiniz.
Yine dış görünüşüne bakıp ciddiye almadığınız, burun kıvırıp değer vermediğiniz kişilerden işittiğiniz bir söz veya onunla alâkalı yaşadığınız olağanüstü bir olay da size ne kadar yanıldığınızı, aldanmış olduğunuzu söyler. Neticede insanoğlu yaratılış olarak zâhirî görüntüye önem verir ve onu hayatında hep birinci ölçü olarak alır. Ama bu, çoğu zaman yanıltıcı olur. Bu nedenle çevremizde zâhiren güzel olmadığını sandığımız şeylerin içerisinde saklı birçok manevi güzelliği, farkına varmadan kaybederiz. Hâlbuki kara bir kömürden elde edilen elmas gibidir bazı güzellikler. Ancak aklını kullanan ve hadiselere akıl ve feraset ile bakabilenler bu güzellikleri fark edebilirler.
Peygamberleri yalanlayanları bile bu zâhirci bakış aldatmıştır. Gözlerinin önünde canlı ve kıpır kıpır duran bu dünyayı ve peşin zevkleri görenler, bunun arkasında daha güzel bir ahiret hayatı olabileceği gerçeğini görmek istememişlerdir. Nitekim Ebu Cehil de bu zâhirci bakışla, bir yetime peygamberliği yakıştıramamıştır. Zâhir belki her zaman aldatıcı olmayacaktır, dışın ve için güzel olduğu kişiler, olaylar da elbette vardır; ama mesele olaylarda bütüncül bir bakışı yakalayabilmektir.
Sohbetimizin başlarında söylediğimiz gibi bu geçici âlemde, kalıcı olan şeylerin maddi değil, manevi değerler olduğunu unutmayarak, manaya zâhirden daha çok değer verip daha çok yatırım yapabilmek ve bu şuurda yaşayabilmek önemlidir.
Maalesef günümüzde zâhire düşkünlük zirve yapmış durumdadır. Güzelliği sadece dış görünüşte, ambalajda arayan, güzel olmak ve hep güzel kalmak için çabalayan kadın ve erkeklerin sayısı bir hayli artmıştır. Hâlbuki fani olan bu âlemde baki kalmak, biliyoruz ki mümkün değildir. Dolayısıyla bu konuda mağlubiyetin mukadder olduğunu bilen bir insan günlerini boş yere heba etmez.
Toplumun geneline şöyle bir bakalım. Zâhirî ölçülere göre yaşanan bir dünyada, toplumca çirkin görülen veya engelli olan birisinin diğer insanlar gibi mutlu olma şansı var mıdır? Elbette ki hayır. Şu bir gerçek ki zâhirci bakışla hayata bakarlarsa onların mutlulukları normal insanlara göre hep yarım kalacaktır. Hâlbuki böyle kişiler güzellik yarışmasında birinci olamasalar da Allah katında evliyaların en büyüğü olabilirler. Ahirette ise bu manevi güzellikleri zaten zâhirî bir güzelliğe dönüşecektir.
İşte ancak bu inanç tarzı herkesi mutlu edecek, haline razı olup şükredecek bir hayat anlayışını insanlara sunabilir. Huzuru ve mutluluğu sağlayan şeylerin tamamı manaya bağlıdır desek yeridir. Lakin bu manayı anlamak herkesin harcı değildir.
Sosyal medyadaki halimiz de zâhirî güzelliklere bayıldığımızın ve manevi güzellikleri ıskaladığımızın göstergesidir. Gelip geçici fizikî güzelliğini sesiyle beraber sergileyen bir şarkıcı milyonlarca takip edilirken, âlimlerin veya Allah dostlarının takipçileri binleri, on binleri geçmez. Elbette ki bu hayat anlayışı ile ne Batı insanı ne Doğu insanı ne de bizler mutlu olabiliriz! Bu hal, toplumdaki sorunlu çocukların uyuşturucu maddelerle kendilerini geçici süre iyi hissetmelerine benzer.
Bizler böyle programlanmadık. İnancımızı ve manevi zenginliğimizi kaybedersek sudan çıkmış balığa döneriz ve böyle bir durumda artık hiçbir zenginlik ve güzellik bizi mutlu edemez. Yani açıkçası bu fani âlemde zenginliğimizi, gençliğimizi, güzelliğimizi ve en nihayet canımızı kaybetme korkusu başımızda bir cellat gibi beklerken ve bizler bilinçaltında bu korku ve endişenin mahkûmu iken asla mutlu olamayız, huzur da bulamayız. Bizim önce bu virüslerden ve trojanlardan aklımızı zihnimizi, kalbimizi temizlememiz gerekecektir. Bunun ilacı ise hayat görüşümüze iyi bir format atarak fıtratımıza dönmek ve yaratılış amacımıza uygun yaşamaktır. Yani bizleri yaratan Yüce Rabbimizin bize uygun ve münasip gördüğü yaşam tarzını benimsemektir. Diğer düşünceler, ecel gelene kadar bir seraptan başka bir seraba koşuşturmaktan başka bir şey değildir.
Allah’a emanet olun.