İnsanlığın dünyevileşme sürecinde dikkat çekici kırılma noktaları olarak neler var, bu süreçlerdeki dünyevileşmeyi hangi anlamda anlamalıyız, düşüncelerinizi alabilir miyiz?
İslam inancının en önemli unsurlarından biri olan ahiret hayatının öncesine dünya hayatı denilmektedir. Kur’an’da bu iki hayatın karşılaştırıldığı ayetlerde, insanlara ahiret hayatına önem vermeleri, oradaki hayatı sürekli göz önünde bulundurarak dünya hayatına yön vermeleri tavsiye edilmektedir. Dünya kelimesinin sözlükteki anlamlarından birinin “yakın” olması, dünyaya gelen her insanın ahirete göre daha yakın olarak yaşadığı hayata “dünya” isminin verilmesine sebep olmuştur. Kur’an’da, kalıcı olduğu için asıl hayat diye ifade edilen ahiretin (Ankebût, 29/64) ve orada kişiye mutluluk getirecek eylemlerin yerine, “nefse hoş gelen bu dünyaya ait hazların peşine düşme” dünyevileşme şeklinde tanımlanmaktadır. Bu manada ilk insandan itibaren her dönemde, insanlar arasında dünyevileşmeye meyledenlerin eksik olmadığını ifade edebiliriz. Her toplumda ve zaman diliminde, dünyevi hazlara daha düşkün olup, hayatında onlara öncelik veren dünyevileşmiş bireyler bulunduğu gibi her bireyin bizzat kendi hayatında dünyevileştiği dönemler de olabilir. Nitekim Kur’an’da yer alan kıssalara bakıldığında, peygamberlerin dünyevi çıkar ve hazları önceleyen kimselerle mücadele ettikleri görülmektedir. Ahirette hesap vereceklerini hesaba katmadıkları için, günah ve haksızlık yapmaktan çekinmeyenlere, peygamberler ahireti hatırlatmış ve yaptıklarının cezasız kalmayacağı konusunda onları uyarmıştır.
Öte yandan insanlığın tarihi gelişimi içinde, yaygın bir kitlesel yönelim olarak “dünyevileşme” hareketi, 17 ve 18. yüzyıllarda Hıristiyanlığın yanlış uygulanmasına tepki olarak ortaya çıkmıştır. Kelimenin Batı’daki karşılığı diyebileceğimiz “sekülerleşme” akımı, sonraki dönemlerde Avrupa’yı aşarak pek çok toplum üzerinde geniş ve derin etkilerde bulunduğu için dinî-dünyevi ayrımında kırılma noktası olmuştur.
Batı’daki sekülerleşme sürecinin daha iyi anlaşılması için Hıristiyanlığın tarihsel gelişimine göz atmak yararlı olacaktır. Bu dine bağlananlar başta zayıf ve güçsüz bir görünüm arz etmekteydi. Öyle ki 3. yüzyılda imparatorlar tarafından ağır baskı ve işkencelere maruz kaldılar. Takip eden dönemlerde meşruiyet kazanmalarının ötesinde, geniş halk kitlelerinin beğenisini kazandılar. Halk nezdinde rağbet görmesi nedeniyle artık devlet yönetiminde dikkate alınan Hıristiyanlık, kendisini temsil eden din adamları sınıfı aracılığıyla dünyevi karar alma mekanizmalarına müdahale etmeye başladı. Fakat tahrif etmek suretiyle Hıristiyanlığın özünden uzaklaşan dinî otoriteler maalesef devlet yönetimi nezdindeki nüfuzlarını suiistimal etmiş, din adamları sınıfı zulüm ve haksızlığa varan, bilimle ve gerçek hayatla bağdaşmayan bağnaz, keyfi ve baskıcı uygulamalarda bulunmuştur. Ruhban sınıfının yanlış uygulamaları, halkı dinden soğutmuş; kutsal olana karşı nefret duygularını doğurmuş, sonuçta bu süreç dinin devletten ve insanların yaşamından dışlanması ile sonuçlanmıştır. Bu durumun yansıması olarak dinî otorite, insanlar ve kurumlar üzerindeki etki ve nüfuzunu kaybetmiş; dünyevi gaye ve hedefler, tahrif edilmiş dinsel dogmalara dayalı faaliyetlerin yerine geçmiştir. Hayatın anlamlandırılmasında metafizik açıklamalara başvurular azalmış, gündelik yaşamda ölüm sonrası gayelere yönelik düşünce ve eylemler önemini kaybetmiş, yaratıcıyla ilişkiyi ve ona bağlılığı ifade eden ibadetlere, kutsal ayinlere devamlılık neredeyse bitme noktasına gelmiştir.
Kur’an’da dünya hayatını olumlama, nötr kalma ve olumsuzlama anlamında yaklaşımlar olduğunu çalışmanızda belirtmişsiniz. Her birinin insandaki karşılığı nedir? Sonuç olarak bu durumu nasıl değerlendirmeliyiz?
Sorunuzda ifade ettiğiniz gibi Kur’an’da dünya hayatına olumlu veya olumsuz yaklaşan ayetlerin yanı sıra, içinde “dünya” ve “hayat” kelimeleri geçtiği halde dünya hayatıyla ilgili herhangi bir değer yargısı içermeyen ayetler de yer almaktadır. Bahsettiğiniz “Kur’an’da Dünya Hayatına Verilen Değer” başlıklı çalışmayı, doktora tezi olarak hazırlamıştık. Çalışmada, “dünya” ve “hayat” kelimeleri ile “dünya hayatı” terkibine yer verilen ayetleri inceledik. Onların söz akışını tespit etmeye, nüzul sebeplerine ulaşmaya ve konuyla ilgili klasik/çağdaş müfessirlerin görüşlerini değerlendirmeye çalıştık.
Yüce dinimiz her şeyde orta yolu tavsiye ettiği gibi dünya hayatını anlamlandırma ve buna göre hayata yön vermede aşırılıklardan uzak kalmayı öğütlemektedir. Zira diğer dinlerde bu konuda aşırılıklara gidildiği bilinmektedir. Örneğin Hıristiyanlar, -teoride- dünya hayatına hiç değer vermeyip dünyevi hazları tatmaktan uzak durmayı bir fazilet olarak görürken, Yahudi ve müşrikler tam tersine dünya ve nimetlerine karşı son derece hırslıdır. Kur’an’da “Andolsun, sen onların, yaşamaya, bütün insanlardan; hatta Allah’a ortak koşanlardan bile daha düşkün olduklarını görürsün. Onların her biri bin yıl yaşamak ister. Hâlbuki uzun yaşamak, onları azaptan kurtaracak değildir.” (Bakara, 2/96) buyrularak onların hırsları haber verilmektedir. İslam dini ise bir yandan dünyanın geçici, aldatıcı ve eğlenceden ibaret bir yer olduğu uyarısını yaparken, diğer yandan dünya nimetlerinden kişinin nasibine düşenleri unutmamasını, onlardan helal dairesi içinde faydalanmasını tavsiye etmektedir.
Görüldüğü üzere İslam dini, dünya ve içindeki nimetleri, hazları tamamen kötülememiş, haram kılmamıştır. Şunu hiçbir zaman unutmamak gerekir ki, esas hayat olarak nitelenen ahirette kurtuluşa erenlerden olmanın yolu, dünya hayatındaki yapıp etmelerimizden geçmektedir. Her insan vefat edinceye kadar ya da geçmiş-gelecek tüm insanlar, kıyamet kopuncaya kadar somut olarak dünya hayatını yaşamak durumundadır. Ahiret hayatını tecrübe etmek, şu anda yaşayanlar için mümkün değilken, insanlar realitede somut bir şekilde dünya hayatını yaşamaktadır. Bu açıdan bakılınca onu küçümsemek, hiç önemsememek, tamamen değersiz görmek doğru bir yaklaşım değildir. Kur’an’da ondan olumlu ifadelerle bahseden ayetler bir yana, olumsuz ifadeler kullanılan ayetlerde bile aslında kötülenenin bizatihi dünya hayatı olmadığı görülmektedir. İlgili ayetler incelendiğinde genellikle, ahireti, dinin ilkelerini unutarak dünya nimetlerine aşırı hırs gösterme, hatta onlardan yararlanmada harama düşmekten kaçınmama gibi tavırlar eleştirilmektedir. Örneğin Kur’an bize Uhud savaşında, önceleri Müslümanların düşmanlarını öldürdüklerini, neredeyse galip gelecekken içlerinden bazılarının dünyayı arzulaması sonucu savaşın seyrinin değiştiğini haber vermektedir. (Âl-i İmrân, 3/152) İlgili ayette yer alan “Sizden bazıları dünyayı bazıları da ahireti istiyordu…” ifadesinde ahireti istemenin karşısında zikredilen dünyayı istemeye olumsuz bir mana atfedilmiştir. Ancak ayetin bağlamı ve nüzul sebebi incelendiğinde, burada esas eleştirilen hususun, “dünya nimetleri değil, aşırı hırsa kapılıp bu nimetlerin peşine düşme amacıyla peygamberin emrini çiğnemek” olduğu görülmektedir. Zira hatırlanacağı üzere Hz. Peygamber (s.a.v.) Uhud savaşı öncesinde, düşmanın arkadan yapacağı saldırıyı önlemek amacıyla Ayneyn geçidine 50 okçu sahabeyi yerleştirmiş ve onlara “Bizim cesetlerimizi akbabaların yediğini görseniz bile burayı asla terk etmeyin.” (Buhârî, Cihâd, 164; Ebû Dâvûd, Cihâd, 106; Ahmed b. Hanbel, IV, 293) diye talimat vermiştir. Ancak savaşın Müslümanların galibiyetiyle sonuçlandığını düşünen bu sahabelerin büyük bir kısmı, ganimet almak için yerini terk edince, orayı baştan beri takip eden düşman, bu zaaftan faydalanıp arka taraftan saldırmış ve müminlere ağır kayıplar verdirmiştir.
Sorunuzda yanlış anlaşılabilecek bir hususu düzeltmek isteriz. Çalışmadaki başlıklardan biri, “içinde dünya/hayat kelimesi geçen, ancak dünya hayatı hakkında olumlu/olumsuz bir yargı içermeyen ayetlerin incelenmesidir”. Bu başlık altında, Kur’an’da İnsanların dünyaya karşı nötr kalmasının istendiği gibi bir yaklaşım mevcut değildir. Zaten Kur’an’ın böyle bir şeyi tavsiye ettiğini söylemek mümkün görünmemektedir. İlgili başlıktaki maksadımıza örnek olarak verebileceğimiz ayetlerden birinde, Bedir savaşında müminlerin konumu belirtilirken Arapça “dünya” kelimesi, “yakın” anlamında kullanılmıştır: “O gün siz, vadinin yakın kenarında (Medine tarafında) idiniz…” (Enfâl, 8/42) Görüldüğü üzere burada kelime sözlük anlamında kullanılmış, dünya hayatı hakkında olumlu/olumsuz bir yargıda bulunulmamıştır.
Kur’an ile insan arasındaki ontolojik bağ, bizleri fıtrat gerçeğiyle yüzleştiriyor. Algı ile olgu arasında da büyük tenakuzlar yaşanıyor. Bu anlamda, ibadetle fasıklık arasında gelgitler yaşayan günümüz insanına dair değerlendirmelerinizi alabilir miyiz?
İnsanoğlu canlılar içerisinde, sadece kendisine bahşedilen akıl nimeti sayesinde, hayatını anlamlandırma, yaşamını devam ettirmek için gerekli şartları hazırlama, karşısına çıkan zorlukları aşma, kendisini rahatlatacak, işlerini kolaylaştıracak, maddi-teknolojik alet ve cihazları yapma, sağlığını tehdit eden hastalıklara karşı korunma ve tedavi olma gibi hususlarda başarılı ve güçlüdür. Ancak bilim ve teknolojinin ileri seviyelerde olduğu günümüzde dahi kendisiyle baş edemediği deprem, sel, fırtına gibi tabiat olayları ile tüm dünyayı uzun zamandır etkisi altına alan, eğitimden çalışma hayatına kadar büyük olumsuzluklara neden olan Korona virüsü gibi bulaşıcı salgınlar karşısında aciz kalmaktadır. İlk insandan günümüze her insan ontolojik olarak kendisini güvende hissetmek ister. Aciz, zayıf kaldığı durumlarda, gücü her şeye yeten yüce bir varlığa inanma, bağlanma, O’ndan yardım bekleme hissi, fıtraten herkeste vardır. Bu duygu onun evreni anlamlandırmasında, hayatın içinde karşısına çıkabilecek felaketlere karşı kendini güvende hissetmesinde rahatlatıcı bir rol oynamaktadır. Bu gerçekliğin en güzel kanıtı, ilkel kabilelerden tutun büyük şehirlere kadar, bilinen en eski yerleşim yerlerinde yapılan arkeolojik kazılarda, ibadet alanlarına, tapınaklara rastlanmasıdır. Hayatın ve içindeki olayların anlamlandırılması, ölüm sonrası gibi metafizik konularda, inanç bakımından insanları tatmin eden en net ve gelişmiş bilgileri, üç kutsal din vermiştir. Kur’an’ın ifadesiyle İslam, bu dinlerin sonuncusu ve âlemlerin Rabbi olan yüce Allah’ın razı olduğu en mükemmel dindir.
Yüce Allah hayatı ve ölümü, kimin daha güzel davranışlarda bulunacağını imtihan etmek için yarattığını bildirmektedir. (Mülk, 67/2) İnsanoğlu, evrenin yaratıcısı, ölümden sonraki hayat gibi gaybî hususlarda beş duyu organıyla tecrübe edebileceği bilgilere sahip olsaydı, dine bağlanma bir inanç meselesi olmaktan çıkar, kesin bilgi haline gelir, sonuçta insanoğlunun imtihan edilmesinin bir anlamı kalmazdı. Dünyaya gelen her insanın önünde, yukarıda belirttiğimiz hayatın bilinmezlerine cevap verme ihtiyacı bulunmaktadır. Dünya genelinde insanların büyük çoğunluğu, semavi dinlere inanarak bu ihtiyaçlarını karşılamakta, manevi boşluklarını doldurmaktadır. Yerküresinde İslam dinine mensup insanların sayısı azımsanmayacak ölçüdedir. Ülkemize gelince nüfusun büyük çoğunluğunun İslam’ı benimsediği görülmektedir. Burada karşımıza, inanılan dine ait öğretilerin hayata ne kadar yansıdığı, daha somut ifade ile İslam’a inandığını söyleyenlerin bu dinin gereklerini hayatlarında hangi oranda uyguladıkları sorusu çıkmaktadır.
Sorunuzda yer alan algı ile olgu arasındaki tenakuzlar ile ibadet ve fasıklık arasındaki gelgitlerin cevabını kanaatime göre bu noktada aramak gerekmektedir. İnsan inandığı halde niçin inancının gereklerini yerine getirmez? Birtakım yanlış yollara sapar? Hesap vereceğini bile bile günah işler? Birbirine haksızlık ve zulüm yapmaktan geri durmaz? Belki en yakınındaki kişileri yalan söyleyerek, aldatarak üzer, kahreder? Her zaman doğruyu gösteren bir pusula olan vicdanının sesini örter, bastırır? Bu sorulara cevap olarak, “Nefsinin doymak bilmeyen arzu ve isteklerine karşı insanın zaafı vardır; bencillik, kolaycılık, acelecilik, çıkarlarına düşkünlük, cimrilik, inatçılık, nankörlük, kendini beğenmek, kibir gibi olumsuz özelliklere sahiptir.” diyebiliriz.
Öte yandan insanlar, olgular hakkında değerlendirme yaparken algı hatalarına düşebilmektedirler. Çünkü dünya hayatında şer, günah gibi kötü olgular, bazen nefis ve şeytan tarafından süslü gösterilerek, güzelmiş gibi algılanabilir. İnsan, nefsinin arzularına, şeytanın aldatmalarına kanarak dünyevileşebilir ve haram yolları kullanarak dünyevi hazların peşinde koşabilir, bu onun imtihanda olmasının bir gereğidir. İnsanın ibadet ve fâsıklık arasında yaşadığı gelgitler; vereceği kararlarda, yapacağı fiillerde, dünyadan sonraki ahiret hayatını dikkate alıp almamasıyla alakalıdır. Ayette “Kadınlar, oğullar, yük yük altın ve gümüş, salma atlar, davarlar ve ekinler gibi nefsin şiddetle arzuladığı şeyler insana süslü gösterildi. Bunlar dünya hayatının geçimliğidir. Oysa asıl varılacak güzel yer ancak Allah’ın katındadır.” (Âl-i İmrân, 3/14) buyrulmaktadır. Burada zikredilen güzellikler her insan için çekicidir ama bizatihi kötü ve çirkin değildir, önemli olan, onları elde etmede kullanılan yollardır. Kişilerdeki gelgitler buradaki karar verme anında ortaya çıkmakta, bazı kimseler acele etmeyip yapacağı tercihlerin hem dünyadaki hem de ahiretteki olumsuz sonuçlarını dikkate alarak karar vermekte, nefsani arzularına, zaaflarına karşı dik durabilmekte bazıları ise bunu yapmamaktadır. Ahireti hesaba katmadan yapılan yanlış tercihler sonucu elde edilecek çıkarlar ve hazlar ise geçici-kısa süreli olmakta, dünya ile sınırlı kalmakta ve maalesef peşinden pişmanlık ve üzüntü gelmektedir.