“Vahiy Ortamından İlkeler” isimli çalışmanız hakkında konuşmak istiyoruz. Bu çalışmanızda “Kur’ân ayetlerinin kapsamı; yalnızca belirli bir zaman diliminde yaşayan, sınırlı sayıda insanın sorularına, ihtiyaçlarına ve yaşadıkları, karşılaştıkları hâdiselere yönelik değildir. Kur’ân bütün insanlara ve zamanlara hitap eden ilahî bir kelamdır. Kur’ân’ın getirdiği ilkeler zaman ve mekân üstüdür, evrenseldir.” derken “Kur’ân’ın ayet ve sureleri arasında bir uyum, bir insicam ve mükemmellik, Kur’ân’ın tertibi, Kur’ân’da insanı dehşete düşüren düzen, esbab-ı nüzulün ve o dönemde yaşanan hadiselerin ayetlerin anlaşılması ve hayatın içine taşınması için son derece önemli bir rol üstlendiğinden ve tüm bunların Kur’ân’ın Allahu Teâlâ’nın kelâmı olduğunun kesin delilleri olduğundan bahsediyorsunuz? Konuyu biraz açar mısınız?
İslam dininin birinci kaynağı olan Kur’ân-ı Kerîm, insanlığın mutluluğu ve huzuru için gönderilmiş mucize bir kitaptır.
Kur’ân, önceki ilahî kitaplardan farklı olarak Hz. Muhammed (sav)’e bir defada değil, 23 yıl gibi uzun bir sürede peyderpey vahyedilmiştir.
Kur’ân, olaylara ve hadiselere göre yirmi üç yıl gibi uzun bir zamanda parça parça indirilmiştir. Buna rağmen Kur’ân’ın ayet ve sureleri arasında bir uyum, bir insicam ve bir mükemmellik vardır.
Kur’ân ayetlerinin ayrı ayrı zamanlarda inmesi, ayetlerin inişine sebep teşkil eden olay ve hâdiselerin muhtelif olması, aslında ayetlerin birbirinden ayrılmasını, aralarında bir kopukluğun olmasını gerektirir. Kur’ân’ın bölümleri arasında bağlantıya ve birleşmeye yer bırakmaz. Oysa Kur’ân parça parça inmesine rağmen ayetlerin arasında sağlam bir bağlantı bulunmaktadır. İşte bu mükemmellik, Kur’ân’ın kuvvet ve kudret sahibi, sebep ve müsebbiplerin mâliki olan, mahlûkatı ve kâinatı idare eden, yeri ve gökleri ayakta tutan, olmuş ve olacakları hakkıyla bilen Allahu Teâlâ’nın kelamı olduğunun kesin bir delilidir.
Kur’ân ayetlerinin kapsamı; yalnızca belirli bir zaman diliminde yaşayan, sınırlı sayıda insanın sorularına, ihtiyaçlarına ve yaşadıkları, karşılaştıkları hâdiselere yönelik değildir. Kur’ân bütün insanlara ve zamanlara hitap eden ilahî bir kelamdır. Yani Kur’ân’ın getirdiği ilkeler zaman ve mekân üstüdür, evrenseldir.
Kur’ân-ı Kerîm’in bir kısım ayet ve sureleri, meydana gelen bazı olaylar ve Rasulullah’a sorulan sorulara cevap olmak üzere indirilmiştir. Rasulullah’a sorulan bir soru veya bir hâdise dolayısıyla birkaç ayetin veya surenin tamamının nazil olmasına sebep olan şeye “nüzul sebebi” denir.
“Nüzul Sebebi” diye tabir edilen Kur’ân ayetlerinin indirilmesine sebep teşkil eden hâdiseler, ilgili ayetlerin ifade ettiği ilkeleri sınırlayan bir özellik taşımazlar. Aksine bu hâdiseler ve sebepler, bizim için bu ayetlerin anlaşılması ve hayatın içine taşınması için son derece önemli bir rol üstlenirler.
Kur’ân’da ümmî kavramının semantik analizi ve bu bağlamda Hz. Peygamber’in ümmîliğine dair çalışmalarınızın olduğunu biliyoruz. Bu konuyu vahye konu olması itibariyle ve Hz. Peygamber’in dindeki vazgeçilmez yeri itibariyle açıklar mısınız?
Kur’ân-ı Kerîm’de altı yerde geçen “ümmî” kelimesi, kendilerine kitap inen Kitap Ehli’nden bir grup için kullanıldığı gibi, Hz. Peygamber ve O’nun toplumu olan Araplar için de kullanılmıştır. Ümmî kelimesinin Hz. Peygamber ve O’nun toplumu için sıfat olarak kullanılmasının en önemli anlamı; onların çağdaşları olan Rumlar, Fârisîler ve Yahudiler gibi yazılı bir kültüre sahip olmamalarıdır. Bu durum vahiy kurumu açısından son derece önemlidir. Çünkü Hz. Peygamber’in “ümmî” olarak getirdiği Kitap, en ünlü ediplere, geçmiş vahyin temsilcilerinden Ahbar’a (Yahudi bilginlerine) meydan okumuştur.
Böyle mucize bir Kitap, okuma yazma bilen bir insana vahyedilmiş olsaydı, o zaman Kitab’ı Peygamber’in yazdığını söyleyen oryantalistlerin, bir yönüyle şüphelerine bahane gösterirlerdi. Nitekim Ankebut suresi 48. ayeti bunu açıkça dile getirmektedir. Kaldı ki Hz. Peygamber ümmî olduğu halde bunu söylemeye cüret edenler de olmuştur. Ancak ilâhî kudret, hikmeti gereği, elçilik görevini bir mucize olarak okuma yazma bilmeyen -bizdeki anlamıyla tahsilsiz- birine vermiş, böyle bir insanı da yazılı bir nizamı olmayan, düşünüşleri felsefî doktrinlere dayanmayan, günübirlik yaşayan bir toplumun içinden seçmiştir.
Allahu Teâlâ son nebisini akıl ve duyularla elde edilen bilgiyle değil, akıl ve duyular üstü bir bilgiyle donanmış olarak göndermiştir ki vahyin esrarı da buradan kaynaklanmaktadır. Yoksa insanlık o zamana kadar kendi emeği ile birtakım bilgiler edinmiştir.
Hz. Peygamber, okuma yazmayı en üst düzeyde öğrenebilecek zekâ ve kabiliyete sahipken O’nun Kur’ân’ı yazdığına dair hiçbir haber nakledilmemiştir.
Bu konuda bizim için en belirleyici ayet şudur: “Sen bundan önce herhangi bir kitaptan okur değildin, elinle de yazmıyordun. Eğer böyle olmasaydı inkârcılar gerçekten kuşkuya düşerdi.” (Ankebut, 29/48) Bu ayette Hz. Peygamber’in “ümmî” yani, okuma-yazma bilmeyen bir kişi olmasının başlıca hikmeti açıklanmaktadır. Eğer Rasulullah okuma-yazma bilen bir kişi olsaydı, ümmî olan bir peygamber için bile “Bu Kur’ân’ı O uydurmuştur.” demeye kalkan ve en açık mucizeleri inkâr eden müşrikler, iftiralarına bir ölçüde mesnet bulmuş olacaklar ve daha çok kimseleri kandırabileceklerdi. Böyle olmasaydı bile iman edenler değil, sade inkârcılar kuşkuya düşerdi. Bu nokta çok önemlidir.
Netice olarak diyebiliriz ki, Peygamber (sav)’in okuma-yazma bilip bilmediği tarih boyunca münakaşa konusu olmuştur. Bu konuda kesin bir sonuca varmak da kolay değildir. Ancak O’nun peygamberlikten önce okuma-yazma bilmediği nass ile sabit olup bu konuda herhangi bir ihtilaf da yoktur.
Peygamberlik geldikten sonra ise Rasulullah’ın (sav) ne bir kâtip gibi yazı yazdığı ne de bir kitaptan -bu kitap Kur’ân olsa bile- okuduğuna dair sahih bir habere rastlanmamaktadır.
Bütün bunlara rağmen özellikle peygamberlikten sonra gözleri önünde belki de her gün cereyan eden yazışmalar sebebiyle, yazıların ve harflerin şekillerinin, peygamberliğin vasıflarından birisi olarak “fetânet” sıfatına sahip Hz. Peygamber’in dikkatini çekmiş olması ve bunların O’nun zihninde yer etmiş bulunması gayet normaldir. İslam’ın tamamen yayıldığı, Kur’ân’ın Allah tarafından inzal edildiğinde şüphe kalmadığı, müşriklerin Kur’ân ayetlerinden bir tanesine bile benzer bir cümle söylemekten âciz kaldıkları bir dönemde, O’nun okur-yazar sayılamayacak derecede, kolay yazılabilen ve okunabilen bazı şeyleri bilmiş olmasına -kanaatimizce- hiçbir engel yoktur; bunu kabul etmek İslamî naslarla da tezat teşkil etmez.
Kur’an tefsirinde Hz. Peygamber’in yeri yanı sıra, “vahy-i gayri metlüv” kavramını ve önemini örneklerle açıklar mısınız?
Kur’ân-ı Kerîm, bir ilim ve felsefe kitabı değil, insanların hidayetini gaye edinen ilâhî bir kitaptır. Ondaki hakikatleri bize en iyi bir şekilde öğretecek şahıs da onu tebliğ ile vazifeli olan Hz. Muhammed (sav)’dir. O, Kur’ân tefsirinin aslı ve esasıdır. Zira Kur’ân-ı Kerîm O’na indirilmiştir. Hiç şüphesiz ki Kur’ân’ı insanlar içinde en iyi bilen ve en iyi anlayan da O’dur.
Hz. Peygamber (sav) hem tebliğ hem de tebyinle (açıklamakla) mükelleftir. Tebliğ, peygamberliğin esaslarından biridir. Tebliğsiz peygamber olamaz. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de gerek Hz. Muhammed’in ve gerekse diğer peygamberlerin tebliğ ile yükümlü olduklarını ifade eden pek çok ayet vardır. Biz bunlardan birkaç tanesine dikkat çekmek istiyoruz.
“Ey Peygamber! Rabbinden sana indirileni tebliğ et, eğer bunu yapmazsan O’nun elçiliğini yapmamış olursun. Allah seni insanlardan korur. Doğrusu Allah kâfirlere yol göstermez.” (Mâide, 5/67) Görüldüğü gibi bu ayet-i kerime tebliğin, peygamberlik vazifesinin esası ve Hz. Peygamber’in bu vazifeyi yapmakla mükellef olduğunu açıkça ifade etmektedir. Hz. Peygamber’in tebliğ edeceği şeyi, herkesten iyi bileceğinde şüphe yoktur. Bu bakımdan Kur’ân-ı Kerîm tefsiri denilince ilk olarak akla Hz. Peygamber’in açıklamaları gelmelidir. Kur’ân-ı Kerîm bize, diğer peygamberlerin de tebliğle mükellef olduklarını açıklamaktadır. Mesela, Hz. Hûd, kavmine şöyle seslenmektedir: “Size Rabbim’in sözlerini bildiriyorum. Ben sizin için güvenilir bir öğütçüyüm.” (A’râf, 7/68)
Hz. Salih de kavminden yüz çevirerek, onlara şöyle hitap etmektedir: “Salih de onlardan yüz çevirdi ve ‘Ey milletim! Andolsun ki ben size Rabbim’in sözünü bildirmiş ve öğüt vermiştim; fakat siz öğüt verenleri sevmiyorsunuz?’ dedi.” (A’râf, 7/79)
Tebliğ, Allah tarafından gönderilen ilâhî emirleri çevredeki insanlara iletmek ve duyurmak anlamına geldiği gibi, açıklanması gereken ayetleri onlara açıklamak, gerekiyorsa hayata nasıl aktarılacağını da bizzat uygulayarak göstermek anlamını da taşımaktadır. Bu konuda da Yüce Allah şöyle buyurmaktadır: “Sana zikri (Kur’ân’ı) indirdik ki, kendilerine indirileni insanlara açıklayasın, tâ ki düşünüp öğüt alsınlar.” (Nahl, 16/44)
Tefekkür ve tedebbür etmeksizin Allah kelamının bir kısmını anlamak veya vermek istediği ilâhî işaretleri tespit etmek mümkün olmayabilir. Bilhassa öğüt ve nasihat gayesiyle nakledilen kıssaları tefekkür etmeden gerekli dersi çıkarmak mümkün olmayacağı için, bazı ayetleri sadece tefsirle yetinmeyip onlar hakkında tefekkür edilmesinin gerekliliğine de Allahu Teâlâ işaret etmiştir. “İşitmedikleri halde “işittik” diyenler gibi olmayın. Çünkü Allah katında canlıların en kötüsü, Hakk’a karşı sağır olanlar, dilsiz olanlar ve gerçeği anlamayanlardır. Eğer Allah onlarda bir iyilik görseydi onlara işittirirdi. Onlara işittirmiş olsaydı yine de yüz çevirip uzaklaşırlardı.” (Enfâl, 8/21-23)
Bu ayette Allahu Teâlâ, okunan Kur’ân’ı gerektiği şekilde anlamayanları, kendilerine açıklandığı halde onun üzerinde düşünüp verilmek istenen öğütleri almayanları şiddetle ikaz etmektedir. Her insanın, mükellef olduğu ilâhî ahkâmı anlaması, kıssalardan gerekli öğütleri alması, bilhassa akıl sahiplerinin ilmî işaret ve inkişaflara delâlet eden ayetlerden gerektiği şekilde istifade edip gelişmeye ön ayak olması için Kur’ân-ı Kerîm’in tefsir edilmesi mutlaka gereklidir.
Arap diliyle indirilen Kur’ân-ı Kerîm’in ilk muhatapları, O’nu kendi kültür seviyeleri nispetinde anlayabilmişlerdir. Anlayamadıkları kısımları ise, bu hususta en salahiyetli zât olan Hz. Peygamber’e sormuşlardır. Hz. Peygamber de onların anlayacağı bir dil ve ifade ile sordukları ayetleri onlara tefsir etmiş ve açıklamıştır.
Tabi ki Allah Elçisi bu açıklamaları, ayetlerin arz ettiği durum ve sahabenin anlayış kapasitesine göre bazen veciz ifadelerle özlü ve kısa olarak, bazen de geniş ve detaylı bir şekilde yapıyordu. Böylece Rasulullah (sav), Kur’ân’ı hem tebliğ, hem de sahabenin ihtiyacı ölçüsünde ve onların anlayacağı bir tarzda tefsir ediyordu. Dolayısıyla Kur’ân, hem okunuyor, hem anlaşılıyor ve hem de yaşanıyordu. Böylece asr-ı saadette ilim ile amel bir arada yürütülüyordu.1
Yukarıda da belirttiğimiz gibi, Kur’ân-ı Kerîm’in en önemli tefsir kaynağı Hz. Peygamber’in sünnetidir. Sünnet; Kur’ân’ın mücmelini tafsil, müşkilini tavzih, umumunu tahsis, müphemini izah eden önemli bir kaynaktır.2 Mekhul’e göre, Kur’ân’ın sünnete olan ihtiyacı, sünnetin Kur’ân’a olan ihtiyacından daha fazladır.3 Nitekim bir hadiste; “Bana kitapla beraber, misli de verildi.” denilmektedir.4 Bu konuda sünnete o kadar ehemmiyet verilmiştir ki Yahya b. Ebî Kesir “Sünnet Kur’ân’a kâdîdir, Kitab ise sünnete kâdî değildir.” demiştir.5 Bu söz Ahmed b. Hanbel’e söylendiğinde, “Bunu söylemeye cesaret edemem. Fakat sünnet, Kitab’ı tefsir ve tebyin eder derim.” demiştir.6 Bizce de Ahmed b. Hanbel’in sözü daha doğrudur. Çünkü Peygamber (sav)’in dine dair sözleri ve tatbikatı, Kur’ân’ın tefsiri niteliğindedir. Bu sözler ve tatbikat, Kur’ân’dan sonra ikinci şer’î kaynaktır. Dolayısıyla bunlar, Kur’ân’ın içeriğini izah mahiyetindedir. Fakat Kur’ân’ın nassına aykırı olan sözler, Peygamber’in kendi sözü olarak kabul edilemez. Zira Peygamber, Kur’ân’a aykırı söz söyleyemez. O’nun düşünceleri, hep Kur’ân’ın prensipleri doğrultusundadır.
Kur’ân Hz. Peygamber (sav)’e vahiy yoluyla inmiştir. Ama Hz. Peygamber’e verilen vahiy sadece Kur’ân ayetlerinden ibaret değildir. İslam âlimleri Hz. Peygamber’e indirilen vahyi iki kısımda mütalaa etmektedirler.
1.el-Vahyü’l-Metlüv: Kur’ân’da yazılı olan ve okunmasıyla ibadet edilen vahiydir ki, mütavatir bir yolla Hz. Peygamber’e vahyedilen bütün Kur’ân ayetleridir.
2.el-Vahyü Gayri’l-Metlüv: Kur’ân ayetleri dışında Hz. Peygamber’e vahiy meleği Cibril tarafından getirilip vahyedilen ve Hz. Muhammed (sav)’in kendi ifadesiyle kalıba döktüğü vahiydir. Bu tür vahiy Kur’ân’a yazılmamıştır. Okunmasıyla da ibadet edilmez. Ancak Peygamber Efendimiz’in dinle ilgili Cebrail’den alıp ümmetine açıkladığı vahiydir ki, elbette bu tür vahyi Müslümanların kabul etmeleri ve gereğini hayatlarında uygulamaları gerekir.
Hz. Peygamber’in örnek ahlakı ve Peygamberimiz’in hayatından örnek davranışlara dair okuyucularımızı bilgilendirebilir miyiz?
Günümüzde birçok değer yargısı değişmiş olup ahlâkî erozyon hızla devam etmektedir. Bunun birçok sebebi vardır. Bu sebeplerden biri de insanın inançtan ve ahiret bilincinden uzaklaşmasıdır. Her türlü kötülüğün temelinde inançsızlık vardır. Özellikle ahiret bilincinden uzaklaşan insanlar daha kolay kötülük yapabilmekte ve günah işlemektedirler.
Muhammedî ahlâka ve O’nun insanlara getirmiş olduğu evrensel prensiplere bugün her zamandan daha fazla ihtiyaç duyulmaktadır. Birçok değer ve kıymet hükmünün alt üst olduğu, kalbî ve ruhî hayatın iflas ettiği, Muhammedî bir havanın bizden uzaklaştığı günümüzde Hz. Peygamber (sav)’e uymak çoğu meselemizi çözümleyecektir. Zira sevgili Peygamberimiz Veda Hutbesinde; “Size iki emanet bırakıyorum, onlara sarılıp uydukça yolunuzu hiç şaşırmazsınız. O emanetler, Allah’ın kitabı Kur’ân-ı Kerîm ve Peygamberi’nin sünnetidir.” buyurmaktadır.7
Biz Müslümanlar ne bulduysak Hz. Peygamber’e uymakta bulduk, yine ne bulacaksak O’na yaklaşmada, O’nu anlamada ve O’na uymakta bulacağız.
Bizler, Hz. Peygamber (sav)’den uzaklaşmakla her şeyimizi kaybettik. Bu uzun yolda kaybettiğimiz her şeye yeniden sahip olmamız, Hz. Muhammed (sav)’i yeniden anlamaya ve gönüllerimizde O’na karşı coşkun sevginin yeniden uyanmasına bağlıdır.
Hz. Peygamber (sav), bizlere en güzel örnektir ve kendisine uyulmalıdır. Büyük meselelerin çözüm beklediği çok çetin günlerdeyiz. Hangi asırda yaşarsak yaşayalım, hangi devirde bulunursak bulunalım, önümüzde cereyan eden hadiseler hangi cinsten olursa olsun, bizler, Hz. Peygamber (sav)’i hayatımızda örnek edinirsek kurtuluşa ereceğiz. Aksi takdirde kurtuluşumuz mümkün olmayacaktır.
Nitekim Yüce Allah Kur’ân-ı Kerîm’de, mü’minlere Hz. Peygamber (sav)’i örnek gösteriyor ve şöyle buyuruyor: “Allah’ı ve ahiret gününü arzulayan ve Allah’ı çokça zikreden siz mü’minler için Allah’ın Rasulü’nde pek güzel bir örnek vardır.” (Ahzab, 33/21)
Şunu iyi bilelim ki; O, sadece kuru bir örnek değil, her emri yerine getirilmesi lazım gelen ve her hareketi benimsenip hayata yansıtılması gereken bir örnek ve rehberdir.
Hz. Peygamber (sav)’e itaat etmek gerekmektedir. Peygamberlerin gönderiliş gayelerinden biri de onların ümmetlerine güzel birer örnek olmalarıdır. Hz. Peygamber (sav)’i örnek edinmek, her şeyden önce Allah’ın emridir. Zira, Kur’ân-ı Kerîm’de pek çok ayette Hz. Peygamber’e itaat etmek, Allah’a itaat etmekle denk tutulmuştur. Yüce Allah, Nisa suresinde şöyle buyuruyor: “Rasule itaat eden Allah’a itaat etmiş olur...” (Nisâ, 4/80) Bu ayette, Allah’ın elçisine itaat edenin Allah’a itaat etmiş olacağı belirtilmektedir. Diğer bir ayette de Allah’ın sevgisine ve mağfiretine nail olabilmek için, Hz. Peygamber (sav)’e tâbi olmak emredilmektedir: “De ki: Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın.” (Âl-i İmrân, 3/31)
Bu ayetten de anlaşıldığı gibi Allah’ın rızası ve sevgisi, Hz. Peygamber (sav)’in sünnetine uymakla elde edilebilir. Bir mü’minin en büyük ideali, kendisini Allah’a sevdirmektir. Yani O’nun rızasını kazanmak, gazabından korunmaktır.
Aslında kılınan namazlar, tutulan oruçlar, verilen zekât ve sadakalar, işlenen her çeşit hayır, İslam yolunda tüketilen bütün nefesler tek gayeye bakar; o da Allah’ın sevgisini ve rızasını kazanmaktır. Bunun da tek yolu, Rasulullah (sav)’in sünnetine uymak ve hayatımızı O’nun hayatına benzetmek ve onu örnek edinmektir.
Yüce Allah, küçük-büyük her meselede Hz. Peygamber (sav)’e uymayı, O’nun verdiği hükme razı olup teslim olmayı, imanın gereği saymaktadır: “Rabbin adına yemin olsun ki onlar, aralarında ihtilaf ettikleri şeylerde seni hakem kılmadıkça, sonra da içlerinde hiçbir sıkıntı duymadan senin verdiğin hükme tam bir teslimiyetle boyun eğmedikçe asla iman etmiş olmazlar.” (Nisâ, 4/65)
Yüce Allah, bu ayette şu üç noktaya dikkatimizi çekiyor:
1. Her meselede Rasulullah’ın hakemliğine başvurmak.
2. O’nun verdiği hükümden dolayı içimizde hiçbir sıkıntı ve rahatsızlık duymamak.
3. Tam bir teslimiyetle O’na boyun eğmek.
Kur’ân-ı Kerîm, mü’minlerin mutlak teslimiyetten başka bir tercih haklarının da olmadığını kesin bir ifade ile şöyle haber veriyor: “Mü’min bir erkek ve kadın için, Allah ve Rasulü bir işe hüküm verdiği zaman, artık onlar için hiçbir tercih hakkı yoktur...” (Ahzab, 33/36)
Hz. Peygamber (sav)’in emrine itaat etmemek, O’na sırt çevirmek, Allah’ın emrine isyandır. Hz. Peygamber (sav)’e karşı ortaya konan her duygu ve hareket, aslında Allah’a karşı gösterilmiş demektir.
Kur’ân’da bazı ayetlerde Hz. Peygamber (sav)’e isyan; hüsran ve bedbahtlık sebebi olarak gösterilmektedir. “...Peygamber’in emrine aykırı hareket edenler, başlarına büyük bir felaket gelmesinden veya kendilerine çok acıklı bir azabın isabet etmesinden sakınsınlar.” (Nur, 24/63)
Nisa suresinde ise aynı husus şöyle dile getirilir: “Kim kendisine doğru yol belli olduktan sonra Peygamber’e karşı çıkar, mü’minlerin yolundan başka bir yola giderse, onu o yolda yapayalnız bırakırız ve onu cehenneme sokarız! Cehennem ne kötü bir yerdir.” (Nisâ, 4/115)
Hz. Peygamber (sav)’e tâbî olup O’nu örnek edinmek hususunda bizzat Rasulullah’ın söylediği birkaç hadisi de hatırlayalım. Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurmaktadır: “Kim bana itaat ederse Allah’a itaat etmiş olur. Kim de bana isyan ederse Allah’a isyan etmiş olur.”8
Peygamber’e ve getirdiği esas ve prensiplere uymamız, yaratılışımızdaki amaca, kâinat planındaki belirlenen yerimize uygun bir yol tutmamız ve ona göre hayatımızı düzenleyip yaşamamız demektir. Zira bizi ilim ve kudretiyle yaratan Yüce Allah, en uygun biçimde yaşamamızı da planlamış ve bu planını da bizlere gönderdiği peygamber ve indirdiği kitap vasıtasıyla bildirmiştir.
Bu dünyada Peygamber’e itaat etmenin, O’nu örnek edinmenin önemini anlamayıp O’na itaat etmeyen kişi ahirette pişmanlık duyacaktır. Nitekim Yüce Allah, ahirette bu pişmanlığı duyanların halini bize şöyle açıklamaktadır: “O gün, zâlim kimse ellerini ısırıp diyecek ki: Keşke ben de o Peygamber’le aynı yola girseydim!.. Vay başıma gelene! Keşke falancayı dost edinmesem, onu örnek almasaydım.” (Furkan, 25/27-28)
Hz. Muhammed (sav) insanlığa sunduğu bütün fazilet ve yüksek ahlâkın en mükemmelini bizzat kendisi yaşamıştır. Nitekim sahih hadis kaynaklarında nakledildiğine göre, bir gün Hz. Aişe’ye sevgili Peygamberimiz’in ahlâkının nasıl olduğu sorulmuştu. O da muhatabına: “Sen Kur’ân-ı Kerîm’i okumuyor musun? O’nun ahlâkı Kur’ân ahlâkıdır.” demiştir.9 Ayrıca Kur’ân, O’nun en güzel ahlâk üzere olduğunu Kalem suresinde belirtmektedir: “Sen elbette yüce bir ahlâk üzeresin.” (Kalem, 68/4)
İnsanlık o ilahî ışıktan uzaklaştıkça yine eski cahiliye devri örf ve âdetlere tekrar dönmeye başlamıştır. Çağımızda ilim ve teknik ilerlemesine rağmen, insanlığın vardığı ahlâkî durum pek iç açıcı değildir. İnsanlık yine bir sıkıntı, stres ve buhran içindedir. Yine hakkın kuvvetlinin elinde olduğu, zulmün, haksızlığın, hırsızlığın, yolsuzluğun alabildiğine yayıldığı bir çağda yaşıyoruz. İnsana unvanına, parasına ve gücüne göre değer verildiği, insan haklarının çiğnendiği günümüzde, insanlık bir arayış içindedir. İnsanlık, içine düştüğü bu buhranlardan kurtulmak için bir kurtarıcıya ihtiyaç duymaktadır. İnsanların vardığı bu kötü sonuç, bu ihtiyacı pek açık ve net olarak ortaya koymaktadır.
İnsanlar gerçek kurtuluşa erişmeyi istiyorsa o zaman örneğini ve rehberini iyi tayin ve tespit etmeli, ona göre hayatına yön vermelidir.
Hz. Peygamber’in bize getirdiği evrensel mesaj olan Kur’ân’a baktığımızda, Kur’ân’ın bize en güzel örnek ve rehber olarak Hz. Muhammed (sav)’i takdim ettiğini görüyoruz. O halde Hz. Peygamber ve O’nun sünnetine uymaktan başka çıkar yol yoktur.
Bugün günümüz Müslümanlarına “Hz. Peygamber’in sünneti denilince aklınıza ilk gelen beş sünnet nedir?” diye sorsak, herhalde akıllara ilk gelen Hz. Peygamber’in sağ elle yemek yemesi, sakal bırakması, sarık sarması, misvak kullanması gibi sünnetler akla gelecektir.
Hâlbuki Hz. Muhammed (sav)’in sünneti denilince hemen akla her şeyden önce sevgi, şefkat, merhamet, hoşgörü ve O’nun kâmil ahlâkı gelmesi gerekirdi. Çünkü Hz. Peygamber (sav) “Ben güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim.”10 buyurmaktadır.
O halde Hz. Muhammed (sav)’in sünneti denilince hemen ilk akla gelecek; O’nun doğruluğu, dürüstlüğü, ahde vefası, güvenilirliği, emanete riayet etmesi gibi ahlâkî faziletleri akla gelmesi gerekir. Günümüz insanının çok ihtiyaç duyduğu ve örnek alması gereken Hz. Muhammed (sav)’in bütün güzel özelliklerini öğrenip kendimize örnek edinmeliyiz.
İçinde yaşadığı bunalımdan kurtulup özgürlük, barış ve sevgi dünyasında yaşama özlemiyle bir arayış içine giren çağımız insanı, Hz. Muhammed (sav)’i ve O’nun insanlık için getirmiş olduğu evrensel mesaj Kur’ân’ı, yeniden keşfetme yolunda adım adım ilerlemelidir.
Netice olarak diyebiliriz ki: İnsanlık, yeniden yapılanmanın merkezine; değişmeyen rehber Hz. Muhammed (sav)’i ve O’nun insanlık için getirmiş olduğu -evrensel prensipleri içeren- Kur’ân’ı koyduğu gün, hasretini çektiği barış ve huzur ortamını yakalamış olacaktır. Zira Kur’ân ve Hz. Muhammed (sav) insanlığın huzuru ve mutluluğu için gönderilmiştir.
Dipnotlar:
1) Duman, Zeki, Uygulamalı Tefsir Usulü ve Tefsir Tarihi, Kayseri, 1992, s.85
2) ez-Zehebî, Muhammed Hüseyin, et-Tefsir ve’l-Müfessirûn, Mısır, 1976, I, 55-57; Yıldırım, Suat, Peygamberimiz’in Kur’an’ı Tefsiri, İst, 1983, s.31
3) el-Kurtubî, Muhammed b. Ahmed, el-Câmi Li Ahkâmi’l-Kur’an, Mısır, 1966, I, 39
4) Ebû Dâvud, K.Sünne, 5; Ahmed b.Hanbel, el-Müsned, IV, 130131; el-Kurtubî, a.g.e, I, 37-38
5) el-Kurtubî, a.g.e, I, 39
6) el-Kurtubî, a.g.e, a.y.
7) Müslim, Hac, 147
8) Buhârî, Cihad, 109, İ’tisam, 3; Müslim, İmaret, 32-33; Nesâî, Biat, 27
9) Müslim, Müsafirîn, 139; ez-Zuhaylî, Vehbe, et-Tefsiru’l-Münîr, Beyrut, 1991, XXIX, 46
10) Mâlik b.Enes, el-Muvatta, Hüsnü’l-Huluk, 8