Tasavvuf nedir? Tasavvufî hayatın Peygamber Efendimiz ve ashabının hayatında bir karşılığı var mıdır?
Tasavvuf, İslam ahlâkının müesseseleşmiş ve fikri donanıma ermiş hâlidir. İslam’a rağmen İslam’ın dışındaki bir zihniyet değil, İslam dışındaki anlayışların ürettiği ve İslam’a sokmuş olduğu bir yaklaşım değil, kaynağını Kur’ân ve sünnetten aldığını bildiğimiz, Kur’ân ve sünnetin daha iyi anlaşılması üzerine şekillenen bir düşünce geleneğidir. Tasavvuf, İslam’ı anlama biçimlerinden biridir. İslam’ı ihsan boyutunda yaşama, ilm-i bâtın dediğimiz hakikat arayışına yönelme, şeriat, tarikat, marifet ve hakikat kapılarından geçip vahyin özünü yakalama, kısaca Hz. Peygamber’in yaşadığı gibi yaşama, O’nun ahlâkı ile ahlaklanma, O’nu kendimize sözlerimiz, davranışlarımız, eylemlerimiz ve tavırlarımızla her yönden örnek alma çabasıdır. Dolayısıyla Peygamber Efendimiz’e rağmen tasavvuf olmaz. Tasavvufî gelenekte yegâne mürşid-i kâmil Peygamber Efendimiz’dir. Tasavvuf, Peygamber Efendimiz’in ruhânî yaşantısının ve zühdî halinin örnek alınmasıdır.
Tasavvuf; Allahu Teâlâ’yı, hem tenzih hem de teşbih boyutuyla bir yandan O’ndan gereğince korkarak, bir yandan da O’nu her şeyden daha fazla severek, korku ile ümit arasında, sevgi yoluyla ve heybet duygusuyla idrak etme çabalarının adıdır. Tasavvuf diğer İslamî ilimler gibi elbette sonradan ortaya çıkmış bir disiplindir. Bir bilim dalı olarak İslamî ilimler arasında en son teşekkül eden bir bilim dalıdır. İslamî ilimler mozaiğinin bir parçasıdır. Hz. Peygamber hayatta iken tefsir, hadis, fıkıh, kelam, tasavvuf gibi hiçbir ilme ihtiyaç yoktu, çünkü bu ilimlerin hepsi onda mündemiçti. Şu bir gerçek ki Allah’ın (c.c) bize vermiş olduğu en önemli paye müminlik payesidir. Müminlik payesinin önüne konabilecek müminlikten öte makam da yoktur. Allah (c.c.) katında üstünlük iman ve takva ile ölçülür. Tasavvuf, iyi bir mümin olmak için, bunun hakikatine ulaşmak için kılı kırk yarma çabasıdır. Tasavvuf; ahlâkta, edepte, takvada, verada, zühdde, tefekkürde, marifette, muhabbette, düşüncede, hizmette, samimiyette ve ihlâsta kulun kendini Peygamber’in (sav) duruşuna uygun bir hale getirme, ibadetleri bir sanat ruhuyla, içtenlik anlayışı ile yapma çabasıdır. Allah’ın (c.c) emirlerinin tüm incelikleri ve tüm yönleriyle bir bütün halinde yerine getirilmesi, ömrün israf edilmeden değerlendirilmesi, hayatın anlamlandırılması, işlerimizin rıza-yı Bârî’ye uygun hale getirilmesine tasavvufî hayat diyoruz. Tasavvuf, Kur’an ve sünneti yaşama çabasıdır ama yegâne yolu da demek değildir. Sûfî olmayanlar arasında da kâmil, yetkin, olgun ve özgün Müslümanlar olmuştur ve olmaktadır. Dolayısıyla tasavvuf, İslam’ı yaşama biçiminin bir tercih boyutudur, en güzel yollarından birisidir. Bu anlamda biz tasavvufun, geçmişteki Müslüman halkların ve günümüz Müslümanlarının insan terbiyesi, saadeti, Müslüman toplumların huzuru için bir iksir, bir güzellik taşıyıcısı olduğunu düşünüyor ve tasavvufi hayat ile dirilişimizin, bireysel ve toplumsal inkişafımıza yol açtığını, tasavvufi geleneğin İslam’ın tebliği, temsili ve tebyini boyutunda ulemanın yanında ulema ile atbaşı giden mana erlerini, hak dostlarını ve gönül terapistlerini yetiştiren gelenek olduğunu düşünüyoruz.
Mürşidlik nedir? Mürşidlerin yaptığı işi Allah ile kul arasına girmek olarak telakki edenlere nasıl cevap vermeliyiz?
Allah (c.c) ile kul arasına kimse giremez. Allah’ın, kuluna şah damarından daha yakın olduğunu ve “Bana dua edin, ben size cevap vereyim.” dediğini, içimizde gizlediklerimizi de açığa vurduklarımızı da bildiğini biliyoruz. Dolayısıyla hiçbir kul, bir kula bu kadar yakın olamaz. Bir kul Allah ile irtibatını sağlarken gönül dünyasını ancak O’na ait kılmak zorundadır. O’ndan gayrısının gönül evinde, O’nun sevgisini aşkın bir şekilde yer edinmesi uygun değildir.
Peki, mürşidin vazifesi nedir? Bunun cevabını en güzel şekilde Eşrefoğlu Rumî “Müzekki’n-Nüfûs” adlı eserinde vermiş, diyor ki: “Mürşidin görevi; kullara Allah’ı sevdirmek, Allahu Teâlâ’ya da kulları sevdirmektir.” Birinciyi anlıyoruz; tövbe ettirirsiniz, ibadet yaptırırsınız, Allah’ın güzelliklerini, esmasını, dinini, kitabını öğretirsiniz. Böylece kullara Allah’ı sevdirirsiniz. Peki, Allah’a müridleri sevdirmek hâşâ kimin haddine. Allah’ın sevmesini sağlamak bir kulun yapabileceği iş mi? Rabbim’in iradesine, gücüne, ilmine güç verebilecek olan olur mu? Hâşâ ve kella böyle bir şey mümkün değil. Bu sözün anlamını Kur’an’dan ilgili ayet-i kerime ile anlatabiliriz. Allahu Teâlâ buyuruyor ki: “Ey Habibim söyle onlara, eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin.” İşte mürşidlerin tek bir derdi vardır, o da hem kendini hem de sevenlerini Peygamber Efendimiz’e yaraşır bir ümmet haline getirmektir. Mürşidlerin yapmış olduğu tek iş Hz. Peygamber’in ahlâkıyla ahlaklanmış Müslümanlar yetiştirmektir. Bu anlamda mürşidler, Allah’ı temsil eden değil, Peygamber Efendimiz’in makamını temsil etmeye çalışan gönül erleridir. Onlar, Peygamber’e rağmen bir şey getirmiş insanlar değildirler.
Ashabın Peygamber Efendimiz’le ilişkisine baktığımızda “Anam babam sana feda olsun ya Rasûlallah” diye O’na karşı derin bir sevgi ve bağlılık gösterdiklerini görüyoruz. Ashab-ı kiram Rasûlullah’ın tüm davranış ve fiillerini dikkatle inceler, sohbetlerini huşû içinde dinler ve her şeyiyle O’na benzemeye çalışırdı. Sahabe içerisinde ilk öğretmenin Hz. Peygamber olduğunu ve ashab-ı suffanın da ilk öğrenciler olduğunu düşünürsek, bugünkü dergâh ve medrese atmosferlerinin ilk örneğinin suffa olduğunu görüyoruz. Suffa’da Peygamberimiz, ashabının hem hocasıydı hem manevi babasıydı, hem hamileriydi. Mürşidler de müridlerinin bu suffa geleneğinde olduğu gibi, hem bilgi yönünden hem ahlâk yönünden onların her türlü eksiklerini tamamlamalarına ve kendilerine yakîn gelinceye kadar İslam’ın emirleri doğrultusunda yaşayan sadık müminler olarak kalmalarına öncülük eden ustalardır ve onlara onlardan daha düşkün olan dostlardır.
Bu anlamda tasavvuf geleneğinde mürşid-i kâmiller Hıristiyanlıktaki ruhbanlık anlayışı gibi tanrısal yetkileri kendilerinde bulunduran ve gerçekleştiren kişiler değil, Allah’ın emaneti olan dini ve Kur’an’ı yaşayarak örnek olan ve o dönemin dünyasında İslam ahlâkının yaşanabilirliğini göstererek öncülük eden mana erleridir.
Tasavvufta eğitim metod ve usulleri nelerdir?
Tasavvuf bir eğitim sistemidir. Bir terbiye metodu, bir insan yetiştirme sanatıdır. Bu anlamda sufilerin kullandığı metodlar, Peygamber Efendimiz’in ashabını eğitirken benimsediği ölçülerden yararlanılmış usullerdir. Tasavvuf eğitiminde yegâne usul her şeyden önce zikirdir. Zikir erdiricidir. Zikir yetiştiricidir, tamamlayıcıdır, yakınlaştırıcıdır. Hedefi on ikiden vurduracak olan en önemli paye, maya, güç ve niteliktir. Tarikatların hepsinde zikir; sesli veya sessiz, bireysel veya toplu, devran zikri, hatme-i hâcegân zikri, semâ zikri, esmâ zikri tarzında yapılır.
İkinci usul olarak, tarikatların en önemli metodu sevgi metodudur. Sufiler insana sevgi nazarı ile bakmak isterler. Yoldaş olduğu insanlarla aynı duyguyu, aynı heyecanı, aynı tecrübeyi ve aynı hâlet-i rûhiyeyi benimsemeye çalışırlar. Ortak bilincin, ortak aklın, ortak sevdanın sağlanmasını hedeflerler. Bu nedenle tasavvuf, aslında üst düzey bir ilimdir. Akl-ı selim ve kalb-i selim eğitimidir. Herkesin başarabileceği, herkesin hakkını verebileceği, kaldırabileceği bir ilim, yol ve yordam değil, istidadı olan ihvanın yol alabileceği bir yapıdır. Bu anlamda da fıkıh, kelam, tefsir gibi ilimlerin sonrasında düşünülen, avâmın değil de daha çok havâs ve havâsu’l-havâs konumuna gelebilecek olan mana erliğine yatkın kişilerin kaldırabileceği, algılayabileceği, temsil edebileceği ve yaşayabileceği bir ilimdir.
Üçüncü usul rabıtadır. Rabıta nedir? Bu sevgi metodunu, Nakşibendî yolunda şeyh mürid ilişkisindeki teslimiyet, birliktelik, muhabbet ve iştiyak diye tarif edebiliriz. Rabıta, tek kelimeyle sevgi transferidir. Kişinin ivazsız ve garazsız, karşılıksız ve hesapsız, içten ve candan şeyhine olan güvenini, iştiyakını, sevgisini ve ilgisini sağlamaktır. Rabıtada şeyhin sureti değil sîreti esastır. Rabıta, çok iyi tanıdığımız, gerçekten baktığımız zaman gözümüzü ve gönlümüzü fetheden o simanın altında saklı olan, Kur’an adamlığına, peygamber duruşuna, İslam ahlâkına, manevî güzelliklerin inkişafına bürünmüş olan bir şahsın, mânâ dünyasına olan hayranlığımızın, ilgimizin bir yaklaşımıdır. Rabıta, şeyhimizdeki füyuzâtın, şeyhimizde gerçekleşen kimi kemâlâtın, sevdiğimiz insana benzeşme yoluyla bizim de gönlümüze aks edişini sağlar. Bu anlamda sûfîler; yüz yüze bakmaya, yan yana gelmeye, safları sık tutmaya, elbirliği etmeye, aynı ortamda sohbet denilen nazar, bilgelik, iyi niyet, içten dökülen sözler ve hayata yansıyan adımlar ile bir üçüncü eğitim aşamasını gerçekleştirirler.
Tarikatın insan yetiştirme metodlarından dördüncüsü hizmettir. Bunun amacı herkese sorumluluğunu hatırlatmaktır. Herkesin, kaldırılması gereken bir kayanın altına parmağını değil tüm kalıbını sokacak hale gelmesi, sorumluluk duygusu ve bilincinin aşılanmasıdır.
Beşinci esas riyazettir. Bunları yapabilmemiz için mücahedemizin, terbiyemizin, halvetimizin, çilemizin, erbainimizin sağlanması lazımdır.
Altıncı temel usul; ruhu besleyen zikir, evrad, dua, Kur’ân okumak, nafile ibadetler ve manevî sorumluluklarımızı artıran yükümlülükler gibi dinî görevlerimizi ve özel anlarımızı çoğaltmanın çabasına bürünmektir ve bütün bunlar da ancak şeyhle birlikte yapılır. Bu yüzden tasavvuf geleneğinde şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır denilir. Bu, herhangi bir tarikata girmeyen, bir şeyhe bağlı olmayan kişi hapı yutmuştur anlamına gelmez. Bu; tarikata girmek isteyen, tarikat eğitimi almak isteyen, tasavvufta yol almak isteyen kişinin kendi kendine birtakım kitaplar okuyarak, kendi kendine birtakım usuller ortaya koyarak varacağı yer değildir, anlamınadır. Çünkü Yunus’un diliyle söyleyecek olursak “Yollar yamandır, yol haramileri çetindir.” Bilhassa kalbimizi inceltmeye çalıştığımız bu alanda kalp hırsızları çoktur. Bunların başında da şeytan gelir. Tasavvuf ancak bir bilenin, bir ustanın, bir hak dostunun gözetiminde yapılır. İşte ilmi tam, ahlâkı güzel, imanî ölçüleri sağlam, ibadetlerine müdavim, ümmete şefkat nazarıyla bakan, iyi bir eğitici ruha sahip olan mürşid bulunduğu zaman ise kişinin, gassalın elindeki meyyit gibi şeyhine teslim olması istenir. Tasavvufî eğitim bir teslimiyet eğitimidir. Tedavisine güvendiğimiz, hastalığı iyileştirme becerisine inandığımız bir hekimin yazmış olduğu reçeteden kuşku duymadan verilen ilaçları düzenli kullanmak iyileşmenin nasıl gereği ise tasavvufî eğitimde de manevî hastalıkların tedavisi için verilen ders dediğimiz, bey’at dediğimiz, intisap dediğimiz bağlılık akdine sadık olmak esastır. Ama İslam’da Allah’tan başka hiçbir şeye mutlak teslimiyet olmaz. Peygamberimiz şöyle buyurur: “Allah’a isyanın olduğu yerde kula itaat edilmez.”
Netice olarak tasavvuf; Hz. Peygamber’in ashabını eğitirken yararlandığı ölçüler ve usuller örnekliğinde geliştirilmiş ölçü ve usullerle, Hz. Peygamber’i en güzel şekilde örnek alarak yaşayan mürşidlerden faydalanarak Peygamber’in yaşadığı gibi yaşama, O’nun ahlâkı ile ahlâklanma amacıyla gelişmiş bir ilmî disiplindir.