Bir Dünya Makalesi / Ne Hoş (Şu) Boş Dünya

Dünya Nedir ve Nasıldır?

Dünyaya not vermek kaçınılmaz. Bunu kimse tartışmaz, tartışmamalı. Hele hele dünyadaki güzellikleri görüp “değer-takdir duygusu”nu fıtrî ve ahlakî bakımdan önemli bulan insan kendisi için alabildiğine orijinal, alabildiğine karmaşık sistemlerle düzenlenmiş/dizayn edilmiş “güzelim dünyayı” ne küçük görebilir ne de ihmal edebilir. Dünya sırf dünya olduğu için bile güzeldir. Ne var ki sadece bedenden ibaret olmayan insan aynı zamanda ruhî duyarlılıkları nedeniyle duyguları itibarıyla metafizik âlemlerle de birebir bağlantı içerisindedir. Beden ve ruh itibarıyla ontolojik açıdan insan iki kanatlı bir varlıktır. Yani asla ihmal edemeyeceği her iki âleme ait yüksek kabiliyetlere, akla, idrake sahiptir. Durum ve hal böyle olunca, nasıl ki dünyaya reel/gerçek manada bir değer veriyorsa, kendi varlığını nesne/zaman denkleminde sorgulamak adına metafizik âlemlere de gereken değeri hakkıyla vermek durumundadır. Tıpkı şu an dünyaya değer verdiği gibi… 

Acaba insan bu denli çilekeş bir dünyaya neler çekeceğini bile bile kendi ayağıyla gelmek ister miydi? Ya da şu yaşlı dünyadan yaşlanmış bir şekilde ayrıldıktan sonra geri dönmek ister miydi? Yani öncesinde ve sonrasında dünya, aranan bir mekân mı acaba? Dünyayı biz hangi yaş dönemlerimizde ne kadar seviyoruz sizce? Bu sorulara bugün pek çok duygusal cevaplar vermek mümkün ama acaba dünyanın ontolojik/reel/rasyonel ya da duygusal değeri nedir? Hangi yaşta bu sorulara daha gerçekçi cevaplar vermek mümkün insanoğlu için? Mesela dünyayı neye göre kaça satın almak isterdiniz acaba? Ya da ne kadarını satın almak için ne kadar çaba harcamayı göze alırdınız? Ne kadar değer veriyoruz dünyaya ve niçin? “Gözünü toprak doyursun…” “yalan dünya” “Dünya malında gözüm yok!” “Kefenin cebi yok.” gibi sitemli sözler hep bu çerçevede yapılan sorgulamaların bir sonucu…  Tüm bu sorular, “an”ı yaşamak anlamında dahi, hayatın baş döndürücü hızı ve karmaşası içinde, başımızı iki elimiz arasına alıp sakin bir şekilde düşünerek, kimsenin birbirini kandırmadığı bir ortamda ya da zeminde cevap verilmeyi bekliyor… Tabi bu sorulara Epikür’ün verdiği cevaplarla ariflerin verdiği cevaplar çok farklı… Çünkü hepsindeki yaşama bilinci ayrı ayrı… Evet, dünyanın değeri, ahiretle birlikte değerlendirildiğinde anlaşılır. Öyleyse dünyayı doğru tanımak ve algılamak, anlam dünyamızı ona göre şekillendirmek kaçınılmaz görünüyor. 

Evet, sabahtan akşama kadar “dünya” diye bağırsanız yine de ahirete adım adım yaklaşmanın önünü alamazsınız. Ayaklarınız geri geri gitse dahi varacağınız yer yine de ahiret yurdudur. O nedenle dünya, Bediüzzaman’ın “Vazifedarların meydan-ı imtihanlarıdır.” dediği, yeryüzünde yaşayanlar için zaman ve mekâna yayılmış en büyük eğitim ocağı. O, risalelerinde dünyanın üç yüzünün olduğundan bahseder. Birincisi Cenab-ı Hakk’ın esmalarına, isimlerine bakan yüzü, ikincisi dünyanın ‘ahirete bakan yüzü’, üçüncüsü dünyanın insana yani ‘insanın hevasatına bakan yönüdür’ ifadesini kullanır ve dünyanın ahirete bakan yüzü ve insanın hevesatına bakan yüzü, zıtlar içerisinde bir bütün olarak sunulur. 

 

Risalelerde bu konu şöyle ele alınır:

[Birinci nokta: Ehl-i dalâletin vekili der ki: “Ehâdisinizde dünya tel’in edilmiş cîfe ismiyle yad edilmiş. Hem bütün ehl-i velâyet ve ehl-i hakikat dünyayı tahkir ediyorlar, ‘fenadır, pistir’ diyorlar. Hâlbuki sen bütün kemâlât-ı İlâhiyeye medar ve hüccet, onu gösteriyorsun ve âşıkane ondan bahsediyorsun.”

El-cevap: Dünyanın üç yüzü var.

 

Birinci yüzü Cenâb-ı Hakkın esmâsına bakar. Onların nukuşunu gösterir. Mânâ-yı harfiyle onlara aynadarlık eder. Dünyanın şu yüzü, hadsiz mektubat-ı samedâniyedir. Bu yüzü gayet güzeldir; nefrete değil, aşka lâyıktır.” (İzahı: Dünya ve kâinat Allah’ın isim ve sıfatlarının talim edildiği bir mekteptir. Bu yüzü ile dünya ve kâinat güzeldir, övülmeye ve sevilmeye layıktır.)

İkinci yüzü ahirete bakar. Ahiretin tarlasıdır, cennetin mezrasıdır, rahmetin mezheresidir. Şu yüzü dahi, evvelki yüzü gibi güzeldir. Tahkire değil, muhabbete lâyıktır.” (İzahı: Dünya ve kâinat ahiretin kazanıldığı bir yer, bir tarla olmasından dolayı, bu yüzü ile de güzeldir ve sevilmeye layıktır.)

Üçüncü yüzü insanın hevesâtına bakan ve gaflet perdesi olan ve ehl-i dünyanın mel’abe-i hevesâtı olan yüzdür. Şu yüz çirkindir. Çünkü fânidir, zâildir, elemlidir, aldatır. İşte, hadiste varid olan tahkir ve ehl-i hakikatin ettiği nefret, bu yüzdedir.” (İzahı: Dünya ve ahiretin bir de üçüncü yüzü vardır ki Allah’ı ve ahireti unutturan günah ve dalâlete davet eden yüzüdür. Bu yüzü ile dünya zararlı ve faydasızdır.) (Sözler, Otuz İkinci Söz, İkinci Mevkıf.)]

Burada dünyadan kastedilen referans/kaynak aslında insandır, çünkü dünya insan için yaratılmıştır. Fani olan her şey gibi insan da geçicidir, dünya da… Ama asıl gaye Allah’ın esmasının tecellilerini kavramak, ahireti hissetmek, heva ve heveslerden uzak durmaktır. O nedenle dünyaya değil, Allah’a bel bağlar hakiki insan ve dünyayı ya da dünyadakileri değil, zamandan ve mekândan münezzeh olan, sadece insanın ve dünyanın değil bütün mevcudatın yaratıcısı Allah’ı (cc) razı etmeye çalışır.

O halde eleştirilen dünya sevgisine kaynaklık eden dünya ile ahireti kazanmaya vesile olan dünya, aynı mekânda farklı amaçlar, idealler taşıyan insanın bizzat kendisine göre, iyiliği ya da kötülüğü tescil olacak bir mekân halini alır ki, işte tam da burası, insan için “Gayret bizden sonuç Allah’tan” denilecek yerde durabilmeyi mümkün kılar. Ama hangi gayret ve niye sorusunun cevabı, insan için ölüm-kalım meselesi mesabesindedir. Çünkü dünyaya yüklenen gaye ve misyon, dünyayı ontolojik olarak nasıl bir mekan olarak görmek arzusunda olan insanın, sonuçları itibarıyla ahireti kazanmaya öykünen tarafıyla, sadece dünyada yaşayacakmış gibi dünyaya “abanan” tarafı arasındaki kavganın tecelli ettiği yani aslında bizzat kendi kalbinin, tercih olarak, dünya ile ahiret arasındaki yansıması olan bir mekân halini alır. Ayrıca insan kalbi, dünyaya ait ilgilerinin de mekânıdır. Çünkü insan denen canlının nefsanî ilgi ve arzularının kalp dışındaki ilgi ve nesneleri, gözüyle görebildiği ya da hissedebildiği “dünya” olduğu gibi, ruhî iç itmelerinin beslediği uhrevî arzularının dünyaya ait reddedişlerinin kaynağı da dünyadır. Kalp hayatı olarak dünyayı kabul ve red arasında nerede durmak istiyorsa insan, dünya da onun için öyle bir mekân halini alır. Yani tarlada ne yetiştirmek istediğinize bağlı bir dünya algısı, kendi duyuş ve düşünüşlerimizi besler durur. Ta ki dünya denen mekândan, kendi irademiz dışında yani ölüm vesilesiyle ayrılana kadar…  

 

Kimler dünyayı sevmez?

Bediüzzaman’ın tasnifine göre dört sınıf insan dünyayı tahkir eder ve sevmez:  

1- Ehl-i mârifettir. Cenâb-ı Hakkı derinden bilmeye, O’nu tanımaya, sevmeye, rızasını kazanmaya ve O’na ibadet etmeye mâni olduğu için ehl-i marifet dünyayı sevmez.

2- Ehl-i ahirettir. Ahiret nimetlerine düşkün, gece gündüz ahiret için hazırlanan, ebedî hayat için çalışan kimseler dünyanın geçim derdi, çoluk çocuk derdi, aşı ve işi gibi birtakım zorunlu çalışmalarından rahatsız olurlar. Ahireti bilen ve ahirete hazırlanan, fakat dünyanın zarûrî işlerinden dolayı ahiret amelinden geri kalan bu kimseler, cennetin güzelliklerine nisbeten dünyayı çirkin görürler. Nitekim dünyanın bütün güzellikleri, cennetin güzelliklerine oranla hiç hükmündedir.  

3- Ehl-i dünyadır. Dünyayı sevmeyen üçüncü sınıf insan grubu aslında ehl-i dünyadır. Bir kısım ehl-i dünya dünyayı aslında sevmez; çünkü eline geçiremez. Fakat bu sevmemek, dünyanın nefretinden değil; dünyanın sevgisinden ileri geliyor ve makbul değildir. 

4- Ehl-i dünyadır. Dünyayı sevmeyen dördüncü sınıf insan da aslında yine ehl-i dünyadır. Bu kısım ehl-i dünya ise dünyayı eline geçiriyor, yatıyla, katıyla, parasıyla, puluyla dünyayı ayaklarına serilmiş buluyor, dünyayı dolu dolu yaşıyor. Fakat ne çâre; dünya durmuyor, gidiyor. Onu da beraber götürüyor. O da bunu anlıyor ve kızıyor. Sırf teselli bulmak için dünyadan nefret ettiğini söylüyor. “Pistir!” diyor. Oysa bu sevmemek de dünya sevgisinden ileri geliyor.  Dünya ile ilgili olarak makbul sevmemek ise, ilk iki sınıf olan ehl-i mârifet ve ehl-i ahiretin sevmemekliğidir. (Sözler, s. 571, 572)

O halde dünyaya hakikat adına doğru bir not vermek için daha farklı bir tefekkür ve çaba gerekiyor. Çünkü eline geçiremediği bir dünyayı sırf eline geçiremediği için hayıflanan insanlar ya da dünyanın geçiciliğini fark edip “Eyvah! Bir gün öleceğiz, keşke ölmeseydik.” diyenler, en azından ve nihayetinde kendileri adına, bu düşüncelerinden sağlıklı sonuçlar alamayacaklar demektir.

 

Dünyaya meyletmeyen ariflerin, düşünürlerin, bilgelerin durduğu yer ise günü birlik algı ve idraklerin çok çok üstündedir. Hz. Ali (k.v.) gibi büyükler; dünya ile ahiret arasındaki perdeler kalksa bile imanının artmayacağını söyleyecek kadar ahiret duygusu güçlü bir biçimde yaşarken, bazı insanlar da kendi içinde ahireti hissettiği halde dünyaya hiç ölmeyecekmiş gibi bağlanacak kadar “kısa” vadede keyif yapmayı tercih ederler. John Hick gibi din felsefecileri ise “Amprik yani deneysel açıdan Allah’ın varlığı ahirette açıkça görülecektir.” diyerek, sadece salt akılla yaklaşılsa dahi dünyanın fani ahiretin ebedî ve kaçınılmaz olduğunu akletmeyi başarmışlardır. Üstelik dünyaya, insana dair böyle bir görev ve misyon yükleyenin tüm kâinatı yaradan Allah (cc) olduğunun kaçınılmaz bir durum olduğunu söyleyerek… Çünkü Bâkî olan sadece Allah (cc)’tır. “Hiçbir şey yoktur, ben de yokum, hemen ancak Allah var.” diyen Halveti üstadlarının sözlerinde de aynı manevî lezzet ve neşeyi görmek mümkündür. Nakşî büyüklerinden Ubeydullah Ahrar (ks) ise “Dünyayı süslü bir mezar gibi gör, (yani dünyayı ölü gibi gör) bir Allah kalsın bir de sen… Sonra sen de aradan çekil, sadece Allah (cc) kalsın. Zaten sadece Allah (cc) var.” demiştir. Bu sözler de farklı meşreplerin aynı hakikati haykıran izdüşümleridir. 

Gazâlî’nin yaklaşımı yine aynı minvaldedir. O, dünyayı rüyaya benzetmiştir. İnsan ölümüyle adeta uykudan uyanır, her şeyin bir rüyadan ibaret olduğunu anlar. Dünya çeşitli zinetlerle ve makyajla süslenen ve dışını güzelleştiren yaşlı ve çirkin bir kadına benzer. Güzelliğiyle insanların başını döndürür, peşinden koşanları türlü hilelerle aldatarak hüsrana sürükler. O, kötülüğünden emin olunamayan yakınlık göstermesine güvenilemeyen bir kadın gibidir. Arifler onun iç yüzünü bildikleri için asla iltifat etmezler, yüzüne bile bakmazlar. Dünya bir konaklama ve köprü gibidir, kalıcı bir mekân değildir. Ömrü, insana insanı anlatmakla geçen Gazâlî, dünyanın geçici ahiretin asıl olması nedeniyle insanın asla ahiretten yüz çevirmemesini, dünyevî ilgileri olsa dahi insanın yine de sonunda maneviyata talip olmasını söyler. 

“Nefsanî arzulara, kadınlara, oğullara, hesapsız şekilde biriktirilip istif edilmiş altın ve gümüşe, salma atlara, davarlara ve ekinlere karşı düşkünlük insanlara çekici kılındı. Bunlar dünya hayatının geçici menfaatleridir. Hâlbuki varılacak güzel yer Allah’ın katıdır.” (Âl-i İmrân, 3/14) ayeti ve “Dünya sevgisi bütün günahların başıdır.” (Beyhaki, İbni Ebiddünya) hadisi düşünen mümin için yeterince uyarıcıdır.

 

Peki, ne yapalım?   

“Onlardan, ‘Rabbimiz! Bize dünyada da iyilik ver, ahirette de iyilik ver ve bizi ateş azabından koru.’ diyenler de vardır.” (Bakara, 2/201)

Fakirliğin din, mağduriyetin tevekkül, mazlumluğun mücbir çile olarak algılandığı dönemlerden, artık herkesin maddî imkân ve teknolojiye daha kolay ulaşabildiği, en azından eskisiyle kıyaslanamayacak maddî imkânların olduğu bir dünyada yaşıyoruz. Eskinin en zengininden ortalama olarak daha çok imkân paylaşan, eskinin en muktedir güçlerinden daha kolay bilgi ve iletişimin sağlandığı, teknolojik gelişmelerin belirli kazançlarla insanlığın ya da yaşadığımız toplumun geneline yayıldığı bir dünyada “dünyevîleşme araçları” sayı ve tür olarak alabildiğine bol ve cömert imkânlar sunuyor insanoğluna. Bugün bundan kaçmak mümkün değil… Hatta bunlardan niye kaçılması gerektiğine dair reel bir söylem de yok. Sadece bugün teknolojinin getirdiği bireysel ve toplu sağlık sorunlarının nasıl bertaraf edilebileceğine dair çalışmaların gerekliliği tartışılmaz durumda, o kadar. Önemli olan, dünya denen bineğin, ahiret yolcusu için ne tür bir araç olduğunu akletmek ve araçları amaç haline getirmemek…  

Dünyayı itikaden ve reel kabul olarak geçici gören, yani inandığı gibi düşünen ve yaşayanlar için “ehl-i marifet” ya da “ehl-i ahiret” olmayı da içerecek bir yerde durmak mümkündür. Ama şu gerçek var ki yaşadığımız dünya Cenab-ı Hakk’ı derinden bilmeye, O’nu tanımaya, sevmeye, rızasını kazanmaya ve O’na ibadet etmeye engel bir dünya değildir. Zaten ehl-i marifet ve ehl-i ahiret de manevî rızıklarını bu dünyada kazanmayı başarmış insanlardır. Üstelik onların içinde hem yüksek düzeyde ilim sahipleri hem de madden çok zenginler vardır ve çoktur. Hz. Osman, Hz. Ebubekir, Hz.Hatice, Ubeydullah Ahrar (ks) bunlardandır. Onların özelliği imtihan ve eğitim alanı olan dünyada doğru yerde durmayı başarmış olmaları, doğru ameller ve işler yapmayı tercih etmeleri, o zamanda manen ne yapmak doğru ise ona talip olmuş olmalarıdır. Bu açıdan baktığımızda dünyevîleşmenin en büyük katalizörü bugün “gayesizliktir.” İkincisi, neyi nasıl yapacağını bilmemek ya da doğru adreste olacak kadar ölçü sahibi olmamaktır. Bir diğer husus da bireysel becerileri kötülük yapmaya dahi güç yetiremeyen, eline geçiremediği dünyanın hasretiyle yanıp tutuşan, madden beceriksiz ama manen de ilahî aşk ve heyecanı içinde duymadığı için “ben dünyayı sevmiyorum” diyenlerin mizacı ki, iyilik yapma eğilimi olmadığı için huzursuz ama dünyadan soğumuş görünen bu tipler daha çok “fiili yalancı” durumunda olan insanlar…  Sadece dünya ile ilgili algılarımız değil, ahiret yolunda en büyük sermayemiz olan “amellerimize” bakışımız da hep yanlışlarla dolu. Dünya algısı yanlış olunca amel algısı da kaçınılmaz olarak yanlış oluyor. Bugünü okumak ve değerlendirmek de ne yazık ki eksik ve hatalarla dolu oluyor. Mesele dünyayı sevmemek değil, dünyaya kendini kaptırmamak.. “El kârda gönül yarda.” dedikleri gibi. Yani kalbinde ona yani dünyaya ancak hak ettiği yer kadar yer vermek hatta hak ettiğinden az da değer vermemek, yani hakkını vermek… Bugün bunu sadece bireysel ihtiyaçlar çerçevesinde değil, Allah yolunda hizmet mantığında ama kendini ve toplumu kandırmadan yapacak bir kalbî olgunlukla beraber teneffüs edebilmek önemli… İşte bunun da yolu Şenel İlhan Bey’in “Zühd Psikolojisi” diye kavramsallaştırdığı yerde durmayı başarabilmek… Yani dünyaya dört dörtlük değer vermek ama dünyadaki hiçbir şeyin, yani aslında söz konusu her şeyin ahiretteki herhangi bir şeyden kıymetli olmadığını bilmek, hissetmek, idrak etmek, akletmek ve bunu hal, tavır, davranış, duygu hatta bilinçaltında sağlam bir şuur ve ahlak olarak yaşamak, yaşatmak…   

 

Feyz Dergisi yazarlarından Abdulkadir Yılmaz, Feyz Dergisi’nde yayınlanan ve Şenel İlhan Bey’in fikirlerinden mülhem makalesinde:

“Dünya sevgisinin fıtrattan oluşu nedeniyle insanı her zaman kendine çeker. Dolayısıyla insan ne kadar mücadele etse de bu mal sevgisi ve yaşama arzusu onu tekrar kendine çekerek kolayca insandaki zühd psikolojini bozar. Zühd hayatını değil, zühd psikolojisini öğrenmeli ve sonra da onu bilinç hâline getirmeliyiz. Zira bu “çekmeden kurtuluş” bilgi ile olmaz, bilinçle olur. Öğretimde bilgi verilir dimağa yerleşir. Eğitimde ise nefse yerleşir. Cerrahlık gibi, kitaptan okumakla cerrah olunmaz. Karate eğitimi gibi, şoförlük eğitimi gibi misalleri çoğaltmak mümkün. Zühd psikolojisini tabiat hâline getirirsen istikamet üzere gidiyorsun demektir. Bu sebeple sadece bilgi değil bilinç seviyesinde bu psikolojiyi kazanmalıyız.”

“Bize zühd bilgisi değil zühd bilinci lâzım. Zühd psikolojisi kalbine yerleşmeyip bilgi olarak kalırsa zâhid değilsindir. Çünkü kafadaki bilgi bilinç hâlini almadan dünya hırsını, günah arzularını durduramaz. Zühd bilgisini bilinç hâline getiremeyenler ancak tevil uzmanı olurlar. Zühd psikolojisi taviz verilecek bir şey değildir. Zühd psikolojisine girmediyse bir insan, deli gibi yaşıyor demektir. İnsan bu dünyaya yiyip içip keyfetmeye değil, imtihan için gelmiştir. Madem imtihan için geldik o zaman Allah (cc) beni her an her şeyle imtihan edebilir demektir. İnsanlar bu psikolojide yaşamalı. Bu psikolojide yaşamazlarsa sonsuz bir dünyada yaşıyormuş gibi yaşarlar ve her zaman sorunlarla karşılaşırlar.” diyerek konuyu pek güzel özetlemiş…  

Dünyaya sadece bir imtihan alanı değil, aynı zamanda bir eğitim alanı olarak bakmanız ve bu ölçülerle yaşamanız dileğiyle…