Üç beş metrekarelik İsrail, Büyük İsrail olmaya çalışıyorsa; Türkiye niçin Büyük Osmanlı olmaya çalışmaz? Yahudiler nisbeten kendilerince acılar içinde ve vatansız geçen tarihlerine ve tarihin getirdiği tecrübelere sahip çıkarlar da Türkiye niçin anlı şanlı Osmanlı tarihinin getirdiği politik hinterlandına sahip çıkmaz? İsrail, kuşgözü kadar yerde BOP (Büyük Ortadoğu Projesi) adı altında BİP'i (Büyük İsrail Projesi) gerçekleştirmeye ve Amerika aracılığıyla dünyayı fethetmeye göz diker de Türkiye niçin Balkanlar, Ortadoğu, Ortaasya ve hatta Uzakdoğu'daki geçmişine, bugünkü mevcut durumuna ve coğrafi, kültürel, ekonomik hinterlandına rağmen bırakın dünyayı, uzayı dahi fethe gözünü kestirmez, merak konusudur benim için.
İdeallerini küçük tutan küçük adamların, bu söylediklerime hamaset nutku gözüyle bakacağından, bakmak isteyeceğinden hiç şüphem yok. Onlar hiç şüphesiz şu Kızılderili atasözünden habersizdirler: "Biz topraklarımızı, mirasımızı atalarımızdan devralmadık, çocuklarımızdan ödünç aldık." Geleceği yaşayan insanlar, bugünü yaşamakla teselli bulamazlar. Aksi halde o hep güya eleştirdiğimiz; "Bir lokma, bir hırka" felsefesinin tasallut dairesinde yaşıyoruz demektir.
Son yüzyıldır, Lozan ve Sevr ile belirlenmiş, bugün ise Misak-ı Milli şablonunun dahi çok gerisinde kalmaya yüz tutmuş, sürekli savunma ve yok olmama psikolojisinde bir ülke haline geldik. Bu konumumuzu ve korkularımızı o kadar abarttık ki, yarısı açlıktan ölme durumunda, diğer yarısı da tok ve semiz; şereften ve haysiyetten mahrum sömürgeci ve kapitalist bir dünyaya; "Bizden size zarar gelmez, yerimizse müsaadenizle çok sağlam, n'olur bize dokunmayın; biz zaman zaman size yardım dahi ederiz." mesajları vermeye başladık. Bu korkularımızı öyle abarttık ki, elimizi korkarak kaldırıp sesi titreyerek konuşur hale geldik.
Bu tarzın ve korkuların adamı olan, ancak zulüm ve haksızlığa uğrayınca "ne oluyor yahu'" diye başını kaldıran insanlar haline geldik. Eskiliğine güvenip, kadim kültür havası içinde şu zamanlarda kendini dünyaya pazarlamaya çalışan Budistler dahi, yeryüzündeki manevi buhrandan istifade ederek, daha aktif bir misyonla yeryüzünde gezer oldular. Kendine güvenini yitiren hristiyanlık ise, cebir, şiddet ve yeryüzünde ürettiği sahte kaoslarla, kapitalist ve zorbaların ucuz ve sahte misyonu oldu. Kendilerini büyük bir illüzyon metaı olan parayla, olmadı zorbalık ve silahla allayıp pullayarak dünyaya pazarlamaya çalıştılar.
Oysa tek sermayeleri zaten sömürerek aç bıraktıkları insanların toprakları, bedenleri ve hatta ruhları üzerinden kan içiciliği idi. Churchill'in 1936 yılında Avam Kamarası konuşmasında sarfettiği "Efendiler, şunu iyi biliniz ki, bir damla petrol, bir damla kandan daha kıymetlidir" sözü, petrol ve enerji kaynakları üzerinden bunu ne denli misyon haline getirdiklerinin ve görülen o ki, zamanla siyaseten de yoğurduklarının bir delilidir. Bir toplumun en önemli değeri onun akidesi, inancıdır. Bir toplumun tarihe ve kültüre kaynaklık eden inanç felsefesi ve bu felsefeyi dünyaya tanıtan, güçlü bir biçimde bugüne taşıdığı kavramları olmalıdır. Bu anlamda bir felsefe olmadan tarih olmaz, oldurulmaz, yazılmaz, yazdırılmaz. Öyleyse üzerinde durup düşünmemiz gereken şudur; "Bizim felsefemiz nedir?" Sadece ayakta kalmak mı? Olur tabi, niye olmasın; düşmekten korkan için kaçınılmaz hedef ve eylem biçimi ayakta kalmaktır. Cerebral palsy ya da felçli çocuklar da aynı amacı yücelerde tutuyorlar. Onlar da ayakta kalma, kalabilme mücadelesi veriyor. Ehh, tam da "hasta adam" tanımına uyuyor.
Öyleyse ne kendi gözümüzde ne de başkalarının gözünde bir fersah dahi ilerlememişiz demektir. Felsefeden kasıt, aksiyona kaynaklık eden alt yapı ya da üst kültür olduğuna göre, felsefeden kasıt; yaşayan insanın kendi kültürünü yaşama ve yaşatma biçimine dair akidevi temelleri, inanç biçimi ve inandığı şeylerin bütünüyle beraber bunu hayata taşıma şeklidir. İnandığımız şeyleri hayata taşıma şeklimizden neyi kastediyoruz? Bırakalım hermenötik tartışmalarını… Bu coğrafyada yaşayan ve aynı inancı taşıyan insanlar olarak ne yapmak istiyoruz? Kızıl elmayı harcadık, insanlarla birlikte kavramların da içi boşaldı çünkü. Kıymetli solumuzun marksist tezleri ise, dünya ve içindekilerle beraber çöktü hem millet dairesinde hem dünya zemininde kelaynak kuşu gibi kaldılar. Bugünlerde Amerikan emperyalizmi üzerinden bir nebze çizginin sağında, biraz daha haklı bir duruşları var. Şimdi neredeyiz ve ne diyoruz, önemli olan bu. Artık maniplasyon, montaj ve illüzyonla durumu idare edecek ve edilecek halimiz kalmadı. Çünkü hayata dair ne uydurulduysa hepsinin de aslına uygun olarak, allanıp pullanmış elma şekerleri olduğu, en kalitelilerinin bile bulmaca çözmekten öte bir değer taşımadığı, piyasalandırılanlarının ise birer makyaj yığını olduğu açık seçik anlaşıldı.
Allah (Celle Celalühü) Kur'an-ı Kerim'de "Gevşeklik göstermeyin, üzüntüye kapılmayın. Eğer inanmışsanız üstün gelecek olan sizsiniz" (Al-i İmran Suresi, ayet 139) buyuruyor. Bu ayet, Müslümanların Uhud Savaşı'nda uğradıkları geçici başarısızlıktan dolayı ümitsizliğe kapılmamaları gerektiğini onlara ihtar etmekte ve Müslümanlara, güçlü bir imana sahip olmanın verdiği azim ve kararlılık sayesinde nice zaferlere ulaşmanın mümkün olduğunu müjdelemektedir. Bu ayetin tefsirini Elmalılı Hamdi Yazır şöyle izah etmektedir: "Eğer hakikaten inanıyorsanız muhakkak üstün olan sizsinizdir." Uhud harbinde müminlerin bir kısmı bozulunca, o zaman düşman komutanlarından olan Hâlid b. Velid dağı tutmak istemiş, Resulullah da: "Sakın üzerimize yükselmesinler. Ya Allah, bizim kuvvetimiz ancak seninledir." demişti. Bu âyet de o zaman indi diye rivayet edilmiştir. Kurtubî tefsirinde anlatıldığı üzere gerçekten Uhud'dan sonra Peygamberimiz zamanında Muhammed ümmeti hangi seferde bulundularsa muhakkak başarılı olmuşlar, ondan sonra da sahabeden bir kişi bile bulunan her İslâm ordusu da öyle olmuştur.
Evet, bu ayete o zaman muhatab olanlar neye inandıklarını, kim olduklarını, nereye gittiklerini çok iyi biliyordular. Kendileri iç dünyalarında gayet tutarlı oldukları gibi, onları dışardan görenler de onların farklılığını hissedebiliyordu. Nitekim Sahabe-i kiram efendilerimiz Şam'a girerken onları gören hristiyanlar dahi; "Bunlar, İsa'nın havarilerinden de üstün" demekten kendilerini alamamışlardır. Dünyanın dört bir yanına dağılan sahabe-i kiram efendilerimiz, sizce neyin hasretiyle yanıp tutuştular?
"Fıtrat, benliğin saf ve işlenmemiş halini ifade eder. Kimlik ise 'Ben'in başkaları tarafından görülen ve adlandırılan yönüdür. Bir kimseyi tanımak isteyenler "Kimdir?" sorusunu sorarlar. Kişinin adı, soyadı, işi, memleketi, dini, tabiiyeti, sosyal statüsü, dünya görüşü, siyasi tercihi kimlik vitrinindeki en belirgin unsurlarıdır. Kimlik, her insanın özel ve özgün vitrinidir. Bu vitrinde sergilenenler, içeridekilerin birer numunesi olmalıdır. İçeride olmayan malı, müşteri çekmek amacıyla vitrinleyen sahtekar tüccar gibi; içinde olmayan duygu ve düşünceleri de kimlik vitrininde sergileyenlere Kur'an "münafık" adını vermektedir. Kimlik Vitrininin Unsurlarından, zihni özellikler: Öğrenme gücü, tanıma, analiz, sentez, değerlendirme, hafıza, hayal gücü, entelektüel kavrayış. İrade ise, harekete geçme yetimizdir. Paradigmalarımızı aşarak, akıntıya karşı yüzme, senaryolarımızı yeniden yazma, duygulara ya da şartlara göre değil, ilkelere bağlı olarak davranma gücünü verir bize. Özgür irade kişiye, doğru bildiğini sosyal baskı nedeniyle değil, moda olduğu için değil, kendi kişisel bütünlüğü için yapabilme yeteneği sağlar. Şahsiyetli insanın en önemli cephanesi irade, en güçlü silahı ise bilinçtir.
Başkalarına gösterilen kimlik ile insanın içindeki dünya (benlik) arasında çatışma varsa, orada bir kimlik krizi var demektir. Kimlik bunalımına sebep olan başlıca hususlar; fıtrata uygun davranmamak, yeterince sosyalleşememek, sarsıcı olaylar ve büyük hastalıklardır. İnsanın kimlik krizinden kurtulabilmesi için hayatını değişmez ilkeler/doğal yasalar üzerine bina etmesi gerekir. Şahsiyetli kişi, bilincini kullanarak önemli işlere öncelik verir, vahiyle terbiye edimiş bir vicdanın sesine kulak verir; kınayıcının kınamasını önemsemez, hayal gücünü kullanarak karşısındaki insanla empati kurar, kendisini onun yerine koyar. Amacımız, insani benliğimizi İslamî kişiliğe dönüştürmek ve iman amel bütünlüğü sağlayarak beşerilikten insanlığa, insanlıktan müslümanlığa, müslümanlıktan müminliğe, müminlikten muhsinliğe doğru yol alarak insan-ı kamil olmak için çaba sarfetmektir." Ancak o zaman İslamın öngördüğü dünyevi ve uhrevi hedeflerin insanı olmak mümkün görünmektedir. Aksi halde asla başarılı olunamayacağı gibi, hayalini kurmak bile abes sayılır.
Kişilik, kimlik ve şahsiyet hakkındaki bu kısa bilgilendirmeden sonra da sağlıklı bir insanın "misyon sahibi olmasının" kaçınılmaz olduğu ortaya çıkmaktadır. Alparslan'ı niye anlatıyoruz, Selahaddin Eyyubi'yi niye anlatıyoruz, Mevlana'yı niye anlatıyoruz, İmam Gazali'yi niye anlatıyoruz? Onların her biri bir şey yapmıştı da ondan. Her biri ya koca koca irşadllar yapmış, ya ömrü boyunca ilim tahsil edip irfan devşirmiş, ya tüm ümmetin yüzünü ağartan fetihler yapmış ya da ümmeti büyük bir zulüm ve yokolma tehlikesinden kurtarmıştır. Kaldı ki, Allah dinini mutlaka koruyacaktır, talip olan olmazsa taliplileri yaratacaktır. Dilerse bir münafıkla da dine hizmet ettirecektir. Siz değerlerinizin başındaysanız, sembol ve eşyanıza dahi zarar gelmeden hayatınızı idame ettirecektir. Hz.Peygamberin dedesi Ebrehe karşısında "Ben develeri mi isterim, Kabe'yi Allah korur" demişti. Nitekim Kabe'nin korunacağı hususunda hiçbir şüphesi yoktu. Aynen bunun gibi, eğer bu ülke bizim inançlarımızın değerlerimizin yaşandığı, muhafaza edildiği, ırzımıza, namusumuza bekçilik yapan bir yer ise, bizim gönül kabemiz demektir. Biz eğer fikirlerimizin adamı olursak toprağı Allah bizim vesilemizle korur. Önemli olan fikirleri yaşamak, yaşatmak ve hayata geçirmektir. Onun da adı İlayı kelimetullahtır.
"Allah nurunu tamamlayacaktır."
Vesselam.