Bir gün belki bir tövbeyle başlayacak kulluk yürüyüşümüz, sayısız tövbelerle son nefese kadar devam edecek ve ibadetlerimiz içinde en çok bizi kurtaran ve bize yardımcı olan Rabbimiz’e içten yaptığımız yalvarışlar ve af nidaları olacak...
Yani “Ya Rabbi! Sen merhametlilerin en merhametlisisin. Bize anne ve babamızdan daha çok düşkünsün, daha çok acır ve seversin. Kötü yollarda olmamız, yanlış yerlerde dikenli yollarda ve tehlikeli uçurumlarda dolaşmamız, seni, anne ve babamızdan daha fazla incitir biliriz. Ne olur, bizleri bağışla, sırat-ı müstakim dediğin doğru yolu bulmayı ve o yolda bir ömür sebat edebilmeyi, kalabilmeyi bizlere nasip eyle! Amin” şeklindeki yalvarışlarımız bize hep en güzel yol gösterici, rehber olacaktır.
Dünya hayatı irademiz dışında buyur edildiğimiz bir misafirhane, bir yönüyle de bize ikram edilen büyük bir fırsathanedir.
Nimetleri gerçekten güzel ama acıları da gerçekten acı olan bu dünya hayatı, bilinmelidir ki, aslı itibarıyla bizi ebedi nimet yurduna taşımak için içerisinde soruların ve cevapların bulunduğu, doğruların ve yanlışların arandığı ve işaretlendiği bir imtihan ortamıdır. Bize vaad edilen sonsuzluk yurdu yanında zaman dilimi olarak bir hiç mesabesindedir; denizde damla misali yani.
Akıllı olmak, damlaya tamah edip bütün bir denizi kaçırmak aceleciliğinden sakınmak en çok dikkat etmemiz gereken derdimiz olmalı.
Sayısız yolların içerisinde yalnız bir yolun bizi hedefe ulaştırdığı labirent bilmecelerine benzeyen bu hayatta en doğru yolu bulmak, bazen çok da kolay olmayacaktır. İşte bu nedenle girdiğimiz bir yol bizi ruhen bir çıkmaza sokarsa, hemen dönüp yeni baştan doğru yolu arama çabalarımızda hep tövbelerimiz devreye girecek, bize yardım edecek; gerçeği arayışlarımızda bize hep öncülük edecektir.
Bu kutlu yürüyüşte hiç hata etmemek diye bir ayrıcalık, peygamberler dâhil hiçbir beşere tanınmamıştır. Yüce Kur’ân bu konuda bize büyük bir rehberlik yapmakta, o yüce şahsiyetlerin de zelle ve kusurlarından haber vermektedir ki dünyanın formatını iyi kavrayalım.
O zaman bizi korkutan; yanlışlarımız, hata ve günahlarımız değil, yanlış yolları vicdanen, aklen bildiğimiz halde işimize geldiği için bu yollara bir ömür devam etmemiz olmalı... Çünkü yüce Nebi (s.a.v.) buyurmuş ki: “Âdemoğlu hata eder; hata edenlerin en hayırlıları ise tevbe edenlerdir.”
İyilikler, güzelliklerle beraber kötülüklerin de varlığı dünya hayatının bir gerçeğidir; imtihan başka nasıl olacaktı yoksa…
Doğru yollar, bizleri yaratan yüce Rabbimiz tarafından resuller, nebiler aracılığı ile hemen her ümmete bildirilmiştir. Bu nedenle kafamıza göre yeni bir doğru yol arama çabaları boştur, beyhudedir. Yani bu türden arayışlar, çıkmaz sokaklar veya sonu uçurumlara çıkan yollardır. Dolayısıyla ne kadar akıllı ve bilgili olursa olsun, hiçbir beşer aklı, bunu kendi başına bulmaya muktedir olamaz. Bu anlamda hiçbir beşeri görüş, uğrunda bir ömür verilmeye, bir ömür harcanmaya değer görüş de değildir.
Şu gerçeği de ortaya koyalım ki resuller ve nebiler aracılığı ile bize ulaştırılan doğru yolların vicdanlarda ve fıtratlarda elbette bir karşılığı vardır...
Mesela evrensel olarak her toplumda insanların yalanı, zulmü, hırsızlığı, tecavüz ve adam öldürmeyi vs.yi içine sindirememesi; iyiliğin, güzelliğin, yardımlaşmanın, merhametin herkes tarafından sevilmesi her vicdanda kabul görmesi gibi… Bu anlamda her akıllı, vicdanlı bir mütefekkir, doğruluk adına bir şeyle bulup ortaya koyabilir ama bu koyduğu şey vahiyle bize gelen gerçeğin tam bir resmi asla olamaz.
Dünya hayatında işimiz kolay değildir. Yüce Rabbimiz doğru yolu gösteren elçiler göndermiş, her doğru yolun başına bir kutlu peygamberini yerleştirmiştir. Onlar bizi doğru yola çağırırken, başka yalancı rehberlerin de iş başında olacaklarını ve onların da bizi başka yollara “doğru” diye çağıracaklarını da haber vermiştir. Bu yalancı rehberlerin başında şüphesiz iblis gelir. İblis; insanlığın atası ve ilk peygamber Hz. Âdem ve eşini cennetten dünya denen bu imtihan yurduna düşürdüğü gibi, aynı şekilde doğru yoldan ayırırken kullandığı aldatma yöntemleriyle biz evlatlarını da ebedi cennet yurdundan ayırıp cehenneme düşürmek istemektedir... Göze görünmese de yaptığı işlerle varlığı ortada olan şeytan ve askerlerinin şerrinden her zaman yüce Rabbimiz’e sığınırız.
Evet, şeytan kandırdığı insanlardan sayısız yol rehberleri icat etmiştir. Dünya üzerinde yaşayan topluluklara bir bakın, halkın genelini şeytanın nasıl kolaylıkla kandırdığını, nüfusları milyarları aşan milletleri nasıl kolayca akla, mantığa ters saçma sapan dinlere inandırıp taptırdığını göreceksiniz. Taştan, topraktan yapılmış putlardan kendilerine ilahlar edinip kulluk yapıyoruz diye heykeller önünde ömür tüketenlerin sayıları ne kadar çoktur, yeryüzüne bir bakın.
Bu nedenle şeytanın tehlikesini hafife almak onun işini ne kadar kolaylaştırmaktadır, bu gerçeğin farkında olalım...
Yine heva ve heveslerini, boş arzularını rehber edinenlerin sayısı bundan da fazladır.
Heva ve hevesler, nefs denen içimizdeki tehlikeli bir yapının ilahlarıdır. Onlardan da Allah’a çok sığınmak gerekir. Sadece haz ve zevk almak için dizayn edilmiş nefsin aklı yoktur. Onu akıllandıracak ruhun aklı, kalbin basiret ve ferasetidir. Dolayısıyla önüne konan bütün otları çatlayana kadar yiyen bir koyun gibi, nefs de önündeki zevklerin ölene kadar tadını çıkarmak ister. İşte bu yapısının farkında olmalı, onu aşırılıktan korumanın bizim sınavımız ve imtihanımız olduğu akıldan çıkarılmamalıdır.
Yine tövbeye gelecek olursak, binicisini üzerinden atan vahşi bir ata benzeyen nefsin ıslahı ve terbiyesi, işe yarar hale gelmesi; uzun bir çaba, uzun bir uğraşı, bilinçli bir mücadele ister.
Yani ehilleşmiş bir at olana kadar sahibini çok ısırır, sırtından atar tekmeler, yakalamak için çok uğraştırır. Bu anlamda vahşi bir atın dizgin kabul etmeyen tavrından hiç farkı yoktur nefs-i emmarenin. Bu yüzden terbiye olmamış nefsin şerrinden, tuzaklarından, şeytanla işbirliği yaparak insanoğlunun başına açtığı belalardan Allah’a çok sığınmak gerekir.
Öyle ki onu büyük günahlardan vazgeçirir, namaza niyaza başlatırsın ama bu defa da içeriden hasedi, fesadı, kibri, riyası, yalanı, cimriliği ile başının belada olduğunu görürsün. Nefsi bunlardan arındırmak en azından bu tür kalbî günahlardan korumak da üzerimize farzdır.
Efendimiz (s.a.v.) “Yarabbi göz açıp kapayıncaya kadar beni nefsimle baş başa bırakma.” derken aslında biz ümmetini bu açık tehlikeden uyarmakta ve mütevazı bir mesaj göndermektedir.
Zira Efendimiz (s.a.v.) şu gerçeğin çok iyi farkındadır ki, kimse nefsinin şerrinden, hilelerinden Allah’ın yardımı olmadan kurtulamaz. O nedenle bu konuda Rabbimiz’e çok sığınmamız gerekir.
İşte “En büyük düşman içinizdeki nefsinizdir.” diye Efendimiz’in hadis-i şeriflerinde haber verdiği bu düşmanla mücadelede müminlerin en büyük yardımcısı tövbeleridir. Düşmana karşı en büyük silahımız ne kurşun ne oktur; ama tövbeler, Allah’a sığınmalar, ona iltica edip yalvarmalar, dualardır bizim topumuz tüfeğimiz.
Evet, zor zaman diliminde yaşıyoruz, ahir zamanın fitne ve belaları ile muhatabız. Hadis-i şeriflerde bildirilen afet ve belalar adeta yağmur gibi yağıyor. Böyle durumlarda hem nefsimizi hem neslimizi hem ülkemizi korumak için günahlardan kaçınıp ibadetlere yönelmek, kulluğumuza dikkat etmek yanında tevbe ve istiğfarı da dilimizden düşürmemek gerekir.
Zira tevbe ve istiğfar, dünyada ve ahirette azaptan kurtuluş vesilesidir. Resulullah (s.a.v.) Efendimiz şöyle buyurur:
“Allah Teâlâ Hazretleri (şu ayetle) ümmetim için bana iki emân indirdi:
Sen aralarında olduğun müddetçe Allah onlara (umumi bir) azap indirmeyecektir. Onlar istiğfarda bulundukları müddetçe, Allah onlara azab etmeyecektir. (Enfâl, 8/33)
Ben aralarından ayrıldığımda, (Allah’ın azabını önleyecek ikinci emân olan) istiğfarı kıyamete kadar ümmetimin yanında bırakıyorum.” (Tirmizî)
İbni Ömer (radıyallâhu anhumâ) şöyle der:
“Biz, Resulullah’ın bir mecliste yüz defa:
“Allahım! Beni bağışla ve tövbemi kabul buyur! Çünkü sen tövbeleri çok kabul eden ve çok merhamet edensin.” dediğini saymıştık.” (Ebu Davud, Tirmizî)
Bizim bu sayıyı daha da artırmamız gerekir diye düşünüyorum ve sözlerin bu en doğru ve güzelleri ile sizleri Allah’a emanet ediyorum.