Seyr-i Bedâi / Doç. Dr. Adem Ergül

Okumaktan mânâ ne, kişi Hakk’ı bilmektir 

Çün okudun bilmedin, ha bir kuru emektir.

Bir hikmet ehlinin ifadesiyle “Şu âlem, âkiller için seyr-i bedâî, ahmaklar için yemek ve şehvetten ibarettir.” Hayat yolculuğunda uyanık bir gönüle sahip olanlarla, gaflet perdeleri altında derin uykuya dalarak yolculuğa devam edenler elbette müsavi değillerdir. Kâinat kitabının hikmet dolu sayfalarını okuya okuya yolculuk yapanlar, hem yol alırlar hem de bilgi ve irfan pınarlarından kana kana içerek özlerini doyururlar. Gittikçe artan manevi bir zevkle hikmet tecellilerine dalar ve hayret vadisinde “Sübhânallâh” diye diye vecd içinde yolculuğun tadına varırlar. Uyuyanlar ise ancak rüya görebilirler. Ölümle uyanınca da artık iş işten geçmiş olur ve boşa geçen bir ömrün eyvahları içinde acı bir gönül yarasıyla ebediyen kıvranırlar.

İnsanı üstün kılan faziletlerin en önemlilerinden biri, hiç şüphesiz ki “bilgi ve irfan” sahibi olmasıdır. Bilgiye ulaşmanın vazgeçilmez esaslarından biri ise okuma eylemidir. Ancak bu okuma, nasıl bir okumadır ve gayesi ne olmalıdır? Gönül ile okuma arasında ne gibi bir ilişki söz konusudur?

Okumanın birçok çeşidi ve gayesi olabilir. Ancak biz burada her insanın kazanması gereken bir okuma çeşidinden ve bunun gönülle ilişkisinden söz etmek istiyoruz. Bu okuma, insana kendisini, Rabbi’ni ve İlâhî hikmetleri tanıtan bir mahiyete sahiptir. Esasen böyle bir okuma gerçekleşmemişse, diğer okuma çeşitlerinin pek fazla bir anlamı da yoktur. Yunus Emre -kuddise sirruh- okumanın nihai gayesinin ne olması gerektiğini ne güzel ifade eder:

İlim ilim bilmektir, ilim kendin bilmektir

Sen kendini bilmezsin ya nice okumaktır

Okumaktan mana ne, kişi Hakk’ı bilmektir

Çün okudun bilmedin, ha bir kuru emektir.

Kur’an-ı Kerim’in birçok ayetinde, insanın idrak ve anlama yeteneğinin kalple doğrudan ilişkili olduğu beyan edilir. Hatta kalpleri mühürlenmiş kimselerin, artık anlama ve idrak etme nimetinden mahrum oldukları vurgulanır. Acaba ilâhi vahiy ölçeğine göre okumak ve anlamak nedir?

Zahiren okuma yazma bilmeyen ve bu sebeple “ümmî peygamber” olarak da bilinen sevgili Peygamberimiz Muhammed -aleyhisselam-’a ilk gelen vahyin “Yaratan Rabbin’in adıyla oku.’’ (Alak, 96/1) şeklinde gelmesi, okuma eyleminin sadece satırlarla sınırlandırılamayacağını göstermesi bakımından son derece önemlidir.

Yüce Rabbimiz, peygamberleri vasıtasıyla insanlığa bildirdiği hakikat ilmini ihtiva eden vahiylerin her bir cümlesine “ayet” adını verdiği gibi, kâinattaki varlık ve hadiselere de aynı şekilde “ayet” adını vermekte ve bu ayetlerin okunup anlaşılmasını talep etmektedir:

“Şüphesiz göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri peşinden gelmesinde, insanlara faydalı olan şeylerle yüklü olarak denizde yüzüp giden gemilerde, Allah’ın gökten indirip de ölü haldeki toprağı canlandırdığı suda, yeryüzünde her çeşit canlıyı yaymasında, rüzgarları ve yer ile gök arasında emre hazır bekleyen bulutları yönlendirmesinde, aklını çalıştıran bir toplum için birçok ayetler vardır.” (Bakara, 2/164)

Sözlü ayetler mecmuası olan Kur’an-ı Kerim ve sözsüz ayetler meşheri olan kâinat kitabı ne ile ve nasıl okunabilecektir? Her bakan göz, onları aynı şekilde okuyabilecek midir? Okumayı farklı kılan sır nedir?

Bir gün Hz. Ali Efendimiz’e şöyle bir soru sorulur:

“Efendim! Siz Ehl-i Beyt-i Mustafâ’sınız. İlâhî vahiyden ve Allah’ın gaybî sırlarından Peygamberimiz’in size mahsus olarak anlattığı esrar var mıdır?” Hz. Ali bu soruya şu cevabı verir:

“Hz. Mustafâ -sallallahu aleyhi ve sellem- kendine gelen vahyi, şu kimseden saklayıp da bir başkasına hususi olarak söylediği olmamıştır. Ona gelen vahyi herkes kendi anlayışı ne kadarsa o kadar anlar. Dalgıçlığı ne kadarsa o denize o kadar dalabilir ve kendi kıymeti kadar cevher bulur”. (Muhammed Parsa, Faslu’l-Hitâb-Tevhide Giriş (Çev. Ali Hüsrevoğlu), sh. 369)

Okumanın çeşidi ne olursa olsun, insanı ulvi gerçeklere eriştiren okuma, seviyeli bir gönlün eşlik ettiği okumadır. Kapalı ve kararmış bir gönülle yapılan okumalar, varlığın sırrını ve gayesini kavrama noktasında körebe oyunundan farksızdır. Zira duyularımız, kalbin robotu hükmündedir. Aynı hadise karşısında takınılan tavırların farklılığı, esasen gönül farklılığıdır. Rabbimiz buyurur:

“Onlar Kur’an üzerinde derinliğine bir düşünmezler mi? Yoksa kalpler üzerinde kilitler mi var?” (Muhammed, 47/24)

“(Ey Peygamber! Sana karşı gelenler) hiç yeryüzünde dolaşmadılar mı ki (bu sayede) düşünebilecek kalplere, işitecek kulaklara sahip olsunlar? Şüphesiz ki (yalnız baştaki) gözler kör olmaz. Asıl göğüslerdeki kalpler kör olur.” (Hac, 22/46)

Bu ayetler de gösteriyor ki, gerek yazılı bir metin olan Kur’an-ı Kerim’i anlamada ve gerekse sözsüz âyetler mecmuası olan kâinat kitabını kavramada en büyük yardımcı faktör, kalbî seviyedir. Kimin sırrı ve kalbi daha temiz ise esrâr-ı ilâhiyyeden nasibi de o kadar çoktur.

Mevlânâ, zahirî duyularımız ile gönül arasındaki sıkı ilişkiyi şöyle dile getirir:

“Gözlerimiz, bakışlarımız gönüle uymuştur. Gönül isterse göz zehire bakar, yılana bakar; gönül isterse göz ibret alacağı, ders alacağı şeye bakar.

Gönül isterse göz görülecek şeylere, dünyaya, dünya nimetlerine bakar; gönül dilerse göz manaya, örtülü şeylere, İlâhî sırlara bakar.

Beş duyumuzun her biri aynı su deposuna bağlı musluklar gibi gönüle bağlıdırlar. Gönülün dileği ile emri ile iş görürler.

Gönül ne tarafa işaret ederse, beş duyu da eteklerini toplar ve o tarafa doğru koşar.”

Yunus Emre’nin “sarı çiçek”i okumasıyla, gönül gözü kapalı, yeryüzünü ateşe vermekten çekinmeyen bir zalimin “sarı çiçek” yorumu farklıdır. “Ne olursan ol yine gel” diyerek şefkat kucağını açıp kurtuluş çağrısı yapan Mevlânâ’nın insanı okumasıyla, menfaati için tüm insanlığı kendisine köleleştiren kimsenin insana bakışı aynı değildir. Bu okuma farkının sebebi, gönül farklılığıdır. İşte bu fark sebebiyledir ki ilâhî hakikatler mecmuası olan Kur’an-ı Kerim, mü’minler için bir hidayet ve şifa kaynağı iken, kendilerine zulmeden inkarcıların ancak hüsranlarını artıran bir fonksiyona sahiptir.

Özellikle varlığı anlamlandıracak ve perde arkası hakikatleri kavratacak olan okuma çeşidi, ancak kalbî arınma nispetinde gerçekleşebilecektir. Kalbî hassasiyet arttıkça sözlü ve sözsüz ayetlerin üzerindeki perdeler açılacaktır. İşte insana kendini, Rabbi’ni ve kâinatı gerçek anlamda tanıtacak okumalar ancak bundan sonra gerçekleşebilecektir.

Okumanın öylesi vardır ki kişinin hem kendisine hem de içinde yaşadığı topluma zarar getirir. Hz. Peygamber -sallallahu aleyhi ve sellem-in kendisinden Allah’a sığındığı bilgi türleri bu çeşit okumalardır. Meslek edinmek, kültürlü olmak, dünya gerçeklerinin farkında olmak vb. daha birçok alanda okumalar yapılabilir ve hatta yapılmalıdır da. Ancak tüm bunların ötesinde insanın, kendini ve hatta tüm varlığı anlamlandıracak; cihanşümul hakikatleri keşfetme anlamında okumalar yapması çok daha ulvî bir okumadır.

Bugün içinde bulunduğumuz dünyada okuduğumuz çoğu kitap, dergi ve gazetelerdeki yalan yanlış ve hayal ürünü bilgilerle geçirilen vakitlerimize acımamak mümkün mü? İnsan kendi sağlığını koruma uğruna yediği içtiği ürünlere dikkat ettiği kadar ve hatta bundan daha çok duygu ve zihin dünyasını yalan yanlış bilgilerden diğer bir ifadeyle vehim, vesvese ve hayallerden muhafaza etmesini de bilmelidir. Okumak önemlidir. Ancak ehem-mühim sıralamasına riayet etmeden yapılan okumalar, çoğu zaman en kıymetli vakitlerimizin heba olmasına sebep olacağından, her konuda olduğu gibi neyi okumamız gerektiği hususunda da ilim ve irfan erbabının yol göstericiliğinden istifade etmek, ömür sermayemizin bereketi için zaruridir.