Müslüman Ve Toplumsal Sorumluluk / Prof. Dr. Süleyman Uludağ

İslam’a göre herhangi bir dini kabul etmek, serbest düşünceye ve özgür iradeye dayanan bir tercihtir. Başka bir deyimle din bir gönül işidir. Dine bağlı olmanın temelinde sevgi ve can u gönülden benimseme esastır. İman, sevgi ve benimsemeye dayanan kalbin bir tasdikidir. Kur’an’da “Dinde zorlama yoktur.” (Bakara, 2/256) buyrulur. Bir kimse dille Müslüman olduğunu söylese ama kalbi bu sözü tasdik etmese ve severek kabullenmese o kimse Müslüman muamelesine tabi tutulsa bile Allah katında Müslüman değildir. Severek, can u gönülden kendini Müslüman olarak tanımlayan ve Müslümanlığı ile iftihar eden bir kimse Müslümandır. Hak din, “Akıl sahiplerini özgür iradeleriyle iyiliğe sevk eden İlahi nizamdır.” şeklinde tarif edilir ve tarifte “akıl” ve “irade” kavramlarına vurgu yapılır.

Bir mümine, “Müslüman mısın?” diye sorulduğunda “Elhamdülillah Müslümanım” der ve İslam’la gurur duyar. Müslüman olma şerefini lütfettiği için Allah Teâlâ’ya hamd ve şükreder.

Müslüman, insanî değerlere, ahlak kurallarına ve İslamî hükümlere bağlı kalarak nitelikli bir hayat yaşar. İbadetinde ihlaslı, beşerî ilişkilerinde dürüst ve samimidir, hak hukuk gözetir, hoşgörülüdür.

Dindar bir mümin, başkalarından önce kendine çeki düzen verir; önce nefsini ıslah ve terbiye eder, başkalarına güzel örnek olur. Hadiste, “Ne mutludur o kimse ki, kusurlarını görmesi başkalarının kusurlarıyla uğraşmasına mani olur.” (Aclûnî, II. 46) buyrulmuştur.

Yüce Allah da “İnsanlara iyi olmalarını emrettiğiniz halde kendinizi unutuyor musunuz?” (Bakara, 2/44) buyuruyor ve kendini düzeltmeden başkalarını düzeltmeye kalkışanları uyarıyor. Düzgün ve terbiyeli olmayan bir kimsenin başka birini düzeltmesi ve terbiye etmesi mümkün değildir. Bunun için ahlak kurallarına tam olarak uymak ve bu uğurda çaba sarf etmek gerekir.

Emr bi’l-Maruf Nehy ani’l-Münker(İyi Olanı Emir, Kötü Olandan Men)

Mümin sadece kendisinden değil, ailesinden, çevresinden ve içinde yaşadığı toplumdan da sorumludur.

Yüce Allah, “Siz insanların iyiliği için ortaya çıkarılmış hayırlı bir ümmetsiniz; iyiliği emreder, kötülükten men eder ve Allah’a inanırsınız...” (Âl-i İmrân, 3/104, 110, 114) buyuruyor.

Maruf/iyi olanı emir, münker/kötü olanı menetme İslam’da esastır. Bunun anlamı bir taraftan iyilikleri, güzellikleri, faziletleri, adalet ve hukuku yayarken, diğer taraftan kötülükleri, fenalıkları, rezillikleri, zulmü ve haksızlığı ortadan kaldırmak için çalışmaktır. Başta devletin ve ona bağlı olan kuruluşların görevi olan bu husus, aynı zamanda bilgisi, gücü, yetkisi nispetinde her müminin de görevidir. Bireysel mahiyetteki iyiyi emir ve kötüyü men, güce, zora, tehdide ve baskıya değil, tavsiyeye ve iknaya dayanır, bir uyarı niteliğindedir.

Asr suresinde; iman eden, iyi işler yapan, birbirine hakkı ve sabrı tavsiye eden insanların haricinde kalanların hüsranda kaldıkları bildirilmiştir.

Hz. Peygamber, “Kötü bir şey gören onu eliyle, buna gücü yetmezse diliyle değiştirsin. Buna da gücü yetmezse (dua ederek) kalbiyle onu değiştirsin.” (Müslim, İman, 78) buyuruyor ve kötülüğü değiştirmeyi imkân ve gücün bulunması şartına bağlıyor. İyiyi emir ve kötüyü men, bilgi, ehliyet ve imkân meselesidir; gelişi güzel bu iş yapılmaz, yapılırsa yeni kötülüklere ve sıkıntılara yol açılmış olur.

Allah Teâlâ, “Resulüm, Rabbin’in yoluna hikmetle, güzel öğütle davet et ve onlarla en güzel şekilde tartış. Yolundan sapanları da doğru yolda olanları da en iyi Rabbin bilir.” (Nahl, 16/125) buyuruyor. İnsanları doğru yola ve İslam’a davet etmenin üç yolu vardır: Doğru olanın doğruluğunu delillerle ispatlamak, güzel bir dille öğüt vermek ve en makul bir tarzda tartışmak. Muhataba, duruma ve yerine göre yol göstermenin ve uyarılarda bulunmanın üç yolu budur.

İyiyi emir ve tavsiye, kötüyü engelleme her müminin görevidir; ama bu görevi yerine getirirken insanları gereksiz yere rahatsız etmemek, toplumsal barışı bozmamak gerekir. Bunun için müsait bir zaman ve mekân kollamak, uygun bir üslup kullanmak icap eder. Hz. Peygamber, “İnsanlara anlayabilecekleri bir dille konuşun.” buyuruyor. (Buhari, İlim, 49) İnsanlara anlayamayacakları veya anlamakta zorluk çekecekleri veyahut yanlış anlayacakları meselelerden bahsetmemek lazım gelir. 

Dinde gereksiz ve sert tartışmalar da men edilmiştir. Hadiste “Cedelleşmekten, sert tartışmalara girmekten kaçınınız.” (Ebu Dâvûd, Sünnet, 4) buyrulmuştur. Kur’an, Hak ortaya çıktıktan ve doğru olan belirgin hale geldikten sonra tartışmaya devam edilmesini yasakladığı gibi, delile dayanmayan münakaşaları da men eder. (Âl-i İmrân, 3/61; Nisâ, 4/115) Çünkü gereksiz tartışmalar ve inatlaşmalar kalbi öldürür.

Müslüman ve Hayata Bakışı

“Dindar bir Müslüman, yaşanabilir huzurlu bir hayat için dünyaya, kişilere ve olaylara nasıl bakmalıdır?” sorusunun cevabı önemlidir. Aslında Yüce Allah’a tam ve kesin bir imanla bağlanan, Kur’an’ın O’nun kelamı, Muhammed’in(s.a.v.) O’nun Resulü olduğuna ve ahirete inanan, düzenli bir şekilde ihlasla ibadet eden ve ahlak kurallarını uygulama konusunda hassas olan bir Müslüman için her türlü zorluklarına rağmen hayat önemlidir ve yaşamaya değer. Bahsettiğimiz hususlar Müslümanların hayata bakış açısını oluşturan temel unsurlardır. Bu çerçevede şu hususlar önemlidir:

1. Müslüman’ın zihninde biri dünya, diğeri ahiret olmak üzere iki hayat vardır ve bu iki hayat sıkı bir şekilde birbiriyle ilgili ve bağlantılıdır. Kur’an’daki ifade ile dünya hayatı fani ve geçici; ahiret ise gerçek ve kalıcı bir hayattır. (A’la, 87/17; Kehf, 18/46; Kasas, 28/60) Dünya ahiretin tarlasıdır, burada ne ekilirse orada o biçilecektir. Onun için bu dünyada yaşamak ahiret mutluluğunu ve ebedi hayatı kazanmak için iyi bir fırsat ve değeri bilinmesi gereken bir nimettir. Sırf ahiretlerini kazanmak ve mamur hale getirmek için peygamberler, veliler ve dindar müminler bu dünyada daha fazla yaşamayı temenni etmişler, bunun için hayatın zorluklarına katlanmayı seve seve göze almışlardır. Hadiste, “Hayırlınız, ömrü uzun, ameli güzel olanınızdır.” (Tirmizî, Zühd, 2; Dârimî, Rikâk, 3) buyrulmuştur.

2. Dünya rahat yeri değildir. İnsan burada zevk ve keyif için yaşamaz. O, Allah’ın bu dünyadaki her türlü mübah nimetlerinden faydalanır. Ama onun esas amacı kendini geliştirmek, yeteneklerini en üst seviyede gerçekleştirmek, bu suretle yetkin bir insan, iyi bir kul olma niteliğini kazanmaktır.

Bu da kolay bir şey değildir. İnsan bu dünyaya sınanmak ve denenmek için gelmiştir ve hiçbir sınav kolay bir şey değildir.

Bu dünyada en fazla çile çekenler peygamberlerdir. Bunun için birçok meşakkate ve zahmete katlanmak, fedakâr olmak ve çile çekmek gerekir. “İşlerin hayırlı olanları zahmetli ve meşakkatli olanlarıdır.” Elde edilen manevi kazanç ve sevap, çekilen meşakkat nispetinde olacağından mümin zora talip olur. Böylece zahmet rahmete dönüşür, insan başardığı zor ama hayırlı işlerden manevi bir haz alır, kendini bahtiyar hisseder.

3. Mümin ihtiyatlı ve kaygılıdır ama genel olarak ümitli ve iyimserdir. Kutsi bir hadiste Hak Teâlâ’nın “Rahmetim gazabımı geçmiştir.” buyurduğunu düşünerek ümidini ve iyimserliğini korur. “Rahmetim her şeyi kuşatmıştır.” (A’râf, 7/156) buyuruyor Mevla. Şu halde her şeyde bir hayır vardır. “Vaki olanda hayır vardır.” anlayışıyla hayatın zorluklarını aşmak gerekir. İslam’da karamsar, kötümser ve ümitsiz olmak yoktur.

4. Müminin gönlü de düşünce dünyası da geniş olduğundan insanların farklı davranışlarını, hallerini ve sözlerini anlayışla karşılar, onları anlar, alınganlık göstermez. Buna “gönül genişliği” denir. Yunusun dediği gibi, “Derviş olan kişinin gönlü ganidir, dar gerekmez.”

5. İnsanlar hakkında iyi, güzel ve olumlu bir kanaate sahip olmak esastır. Buna “hüsnü zan” ve “hüsnü niyet” denir. Bununla beraber dikkatli, ihtiyatlı ve tedbirli de olmak lazımdır. Mümin firaset ve basiret sahibi olduğundan nereden zarar geleceğini tahmin eder ve önlem alır. Buna karşı insanlar hakkında “su-i zan” sahibi olmak günahtır.  İnsanların kötü, zararlı ve hayırsız olduklarını düşünmek ilke olarak doğru değildir.

6. Güler yüzlü olmak, asık suratlı olmamak, dinde arzu edilen bir şeydir. Abdullah b. el-Hâris, “Allah Resulü’nden daha mütebessim birini görmedim.” diyor. (Tirmizî, Menâkıb, 10) Hz. Peygamber güleç idi; yüzünden tebessüm eksik olmazdı.

Allah Resulü “Kardeşini tebessümle karşılaman senin için sadakadır, bunda sadaka sevabı vardır.” buyuruyor. (Tirmizî, Birr, 36) İnsanlarla iyi geçinmek anlamında mudara da (onları idare etme) iyidir.

7. İkramda bulunmak ve hediye vermek de samimi ve sıcak ilişkiler kurmanın bir yoludur. Bir kahvenin kırk yıl hatırı sayılır, sözü doğrudur. Hz. Peygamber, “Hediye alıp veriniz, birbirinizi seversiniz.” (Muvatta’, Hüsnü’l-huluk, 16) diyor.

8. Ziyaret etmek de önemlidir. Eşi dostu, hısım akrabayı, komşuları ziyaret etmek, ziyareti kısa tutmak, kimseye yük olmamak dinimizin emri, iyi ilişkiler kurmanın ve sürdürmenin bir yoludur. Hasta ve yaşlıları, sefere çıkanları veya seferden dönenleri, kaza geçirenleri, felaketzedeleri ziyaret etmek; başarılı kişileri ziyaret edip başarılarını kutlamak ve hayırlı olsun demek bu bakımdan önemlidir.

9. Saygılı ve hoşgörülü olmak Müslüman’ın temel özelliklerindendir. İnsanları hor ve hakir görmeyi, aşağılamayı men eden İslam, yaratılmışların en şereflisi olan insanlara karşı hürmetkar olmayı, onları saymayı ve saygılı olmayı emreder. Farklı fikir ve inançlara, ırk ve bölgelere mensup olan insanlara hoşgörü göstermek de saygının gereğidir. Yunus’un dediği gibi, “Yaratılanı hoş gör Yaradan’dan ötürü.”

10. Edepli, terbiyeli, nazik, kibar ve zarif olmak insanları saymanın ve sayılmanın sebebidir. Gereksiz sertlik ve kabalık ise sıkıntıya yol açar.

11. Kimseyi incitmemek ve üzmemek, kırmamak, ufak tefek hata ve kusurları var diye insanlardan incinmemek, onlara kırılmamak, bu tür hata ve kusurları görmezlikten ve duymazlıktan gelmek, küçük kabahatleri büyütmemek, abartmamak, bazı sıkıntıları sineye çekmek hayatı huzurlu kılmanın yollarındandır.

12. Hasbelkader incitilenlerden samimi surette özür ve helallik dilemek, gönüllerini almak, bireysel ve toplumsal huzura katkı sağlar.

13. Selamlaşma, hâl ve hatır sorma, huzuru ve güveni vücuda getirmenin de devam ettirmenin de en etkili yollarından biridir. Bundan dolayı Resulullah, “Selamlaşınız, selamlaşmayı aranızda yayınız.”, “Tanıdığınıza da tanımadığınıza da selam veriniz.” (Buhari, İsti’zân, 8; 9; Ebû Dâvûd, Edeb, 131) buyurmuşlardır.

14. İnsanların özel yaşantılarını, gizli ve mahrem hallerini araştırmamak, bu gibi hususların konuşulduğu yerlerde bulunmamak, günaha bulaşmamanın ve huzurlu olmanın bir yoludur. Allah Teâlâ tecessüsü yasaklamıştır. (Hucurât, 49/12)

15. Uyumlu ve geçim ehli olmaya önem veren mümin, diğer yandan şahsiyet, şeref, vakar, ciddiyet ve itibarını da korumaya dikkat etmelidir.

Müslüman ve İnsanî İlişkiler

İnsan, doğası gereği medenidir yani sosyal bir varlıktır. Hemcinsleriyle birlikte yaşar, tek başına ve yalnız yaşaması mümkün değildir.

İnsan kelimesinin üns-ünsiyet kökünden geldiği kabul edilir. Kendi türü ile ülfet ve ünsiyet ederek, iyi geçinerek yaşadığı için insan bu adı almıştır.

İnsan geçimini sağlamak ve hayatını sürdürmek için diğer insanlarla yardımlaşma ve dayanışma içerisinde olmak zorundadır. Zira insan, gıda, giyim, barınma ve korunma gibi temel ihtiyaçlarını tek başına karşılayamaz. Ayrıca manen de hemcinsinin ilgisine, sevgisine ve sohbetine muhtaçtır. İşte bu durum toplumla ilgili olmak üzere ona birtakım sorumluluklar yükler. Bu zorunluluğun ve sorumluluğun gerektirdiği beşerî ve insanî münasebetlere “adab-ı muaşeret” yani “sosyal ilişkiler” denir. Adab-ı muaşeret, birlikte yaşamanın uyulmasını gerekli kıldığı kurallardır.

İnsanî münasebetlerde ve sosyal ilişkilerde genellikle ırk, renk, ülke, bölge, inanç, din ve mezhep ayrımı söz konusu olmaz. Çoğunluğunu Müslüman nüfusun oluşturduğu ve Müslüman yöneticiler tarafından idare edilen ülkede yaşayan zimmî veya ehl-i zimmet denilen gayr-i müslimlerle Müslümanlar arasındaki insanî ilişkiler bu niteliktedir. İslam ülkesinde geçici olarak yaşayan ve müste’men denilen veya mülteci durumunda bulunan gayr-i müslimlerle Müslümanlar arasındaki ilişkiler de böyledir. Diğer taraftan pek çok gayr-i müslim ülkede azınlık halinde yaşayan milyonlarca Müslüman bulunmaktadır. Bu Müslümanların gayr-i müslim yurttaşlarıyla birlikte yaşarken sosyal ilişkileri düzenleyen ve ortak bir gelenek haline gelen kurallara uymaları hem insan hem de Müslüman olmanın gereğidir. Ticaret, turizm, eğitim, öğretim, iş hayatı, spor, çeşitli yarışmalar ve kültürel faaliyetler, bugün Müslümanları her zamankinden daha fazla gayr-i müslimlerle birlikte yaşamak, çalışmak, öğrenim görmek, seyahat etmek durumuna getirmiştir. Temasların bu kadar sık ve yoğun olması aslında insanlık adına iyi bir şeydir. Ancak kültür farklılığının çatışmaya, haksızlığa ve aşağılanmaya sebep olmaması; farklı kültür çevrelerine mensup olanların birbirine karşı saygılı davranmaları gerekir. Bunun için de sosyal ve insanî ilişkileri düzenleyen adab-ı muaşeret/nezaket kuralları önem taşır. Bir bakıma bu kurallar mahiyeti itibarıyla evrensel olan ahlak ilkelerinin devamı ve uygulama şekli niteliğinde olduğundan evrensel de sayılabilir. Mesela inancı ve ırkı ne olursa olsun sırf insan olması itibarıyla bir insan başka bir insana ihtiyaç halinde yardım edebilir, iyilik yapabilir, daha doğrusu yardım ve iyilik yapmalıdır. Bu durumda yardım ve iyilik gören kişi, yardım ve iyilik eden kişiye teşekkür eder, iyiliğini takdir eder, unutmaz; işte bu ilişki, insanî bir ilişkidir. Felaketzedelere sırf insanî maksatlarla yardım için kurulan örgütlerin yaptıkları işler bu niteliktedir.

Müslümanların, Müslüman olmayan kişi, toplum ve halklarla birlikte yaşama tecrübeleri vardır. Endülüs’ten Endonezya’ya kadar olan ülkelerde tarih boyunca Müslümanlar gayr-i müslimlerle iyi ilişkiler kurarak genellikle barış içinde ve birlikte yaşamışlardır. Bunun en güzel örneği Osmanlı Devleti’dir. Dini, mezhebi, ırkı ve kültürü farklı pek çok kişi, cemaat ve kavim bu devlette barış ve huzur içinde birlikte yaşamıştır. Osmanlı hoşgörüsü bizim için de örnektir. Bugün Hindistan, Malezya, Endonezya, Lübnan, Mısır, Arnavutluk, Bosna ve Rusya Federasyonu gibi devletlerde milyonlarca Müslüman, gayr-i müslim halklarla birlikte yaşamak durumundadır. Sadece AB’deki Müslüman unsurların sayısı yirmi milyona yakındır.

Müslümanların, toplumsal statüleri ne olursa olsun, gayr-i müslim halklarla iyi ilişkiler kurup barış ve huzur içinde yaşamaları İslam’ın da insaniyetin de gereğidir.

Peygamber Efendimiz 53 sene, doğum yeri olan Mekke’de Mekkelilerle iyi ilişkiler kurarak yaşadı. Onlara güven verdiği için el-Emin (itimat edilen zat) unvanını aldı. İslamiyet’i onlara tebliğe başladığında da, bu iyi ilişkileri korudu. Bu ilişkileri bozma ve birlikte yaşamaya tahammül edememe karşı taraftan geldi. Hz. Peygamber ve çevresindeki müminler bu durumu sabırla karşıladılar, iyi ilişkileri korumak için ellerinden geleni yaptılar, toplumsal barışı muhafaza ettiler.

Gayr-i müslimlerle insanî nitelikte iyi ilişkiler kurulur ve yürütülürken İslamî inanç, ibadet, ahlak ve yaşama tarzının; dinî örf, âdet ve ananelerimizin özenle korunmasına, dıştan gelen etkilerle bozulmamasına ve terk edilmemesine özellikle dikkat etmek gerekir. Gayr-i müslimlerle iyi ilişkiler içinde olan Müslümanların kendi dindaşlarıyla dostça ilişkiler içinde olmaları İslam’ın öngördüğü din kardeşliğinin ve birliğinin korunması bakımından şarttır.