İbadet Hayatımız Mezhepsiz Olmaz / Şenel İlhan Beyefendi’nin Sohbetinden

İçtihat yapacak ilmi olmayan kişilerin, yani İmam-ı Azam gibi İmam Şafi gibi din bilgisi olmayan Müslümanların mutlaka bir mezhebi taklit etmeleri gerekir… Mezhepsizlikten ve son dönemlerde fazlaca gündemde olan Kur’ân Müslümanlığı adı altındaki fitneden sakınmak lazım... Bizler, hem yüce Kur’ân’ı hem Efendimiz’in (s.a.v.) sünnetlerini hem de sahih hadislerini referans alarak ortaya koymuş olan ve müminlere büyük bir ibadet kolaylığı sağlayan ve ayrıca onları her türlü sapıklıktan koruyan hak mezheplerden birisini mutlaka taklit etmeliyiz. Yani asla ibadet hayatımız “Mezhepsiz” olmaz... “Mezhepsizlik” adı altında sünnete, sahih hadislere ve mezhep âlimlerine saldıran ve böylece Allah Resûlü’nün yaşantısını ve sözlerini dinde referans olmaktan çıkarmaya çalışan, kökleri çok eskiye dayalı fitne güruhuna aldanmayalım. Ben bunlarla yıllarca mücadele ettim; hepsine de çok şükür hadlerini bildirdim, eski arkadaşlar bunu iyi bilirler... Bu konuda daha önce de makalelerimiz çıktı; dileyen arkadaşlar Feyz Dergisi’nin sitesinden bunlara ulaşabilirler. 

Yine de bu konuda kısaca bir şeyler söylemek isterim; çünkü bu mesele gündemdeki sıcaklığını korumaya devam ediyor:

“Andolsun, Allah’ın Resûlü’nde sizin için; Allah’a ve ahiret gününe kavuşmayı uman, Allah’ı çok zikreden kimseler için güzel bir örnek vardır.” (Ahzâb, 33/21)

Bu ayet gösteriyor ki İslam’ın mesajlarını en iyi şekilde anlamak ve güzel ahlakın ne olduğunu öğrenmek için müracaat edeceğimiz en kâmil örnek, Allah Resûlü’dür. Allah Resûlü’nün bize ulaşan bütün hadis ve sünnetlerine şüpheyle bakarak Resûlullah’ı hayatımızdan çıkarır ve yalnız Kur’ân’a yönelirsek; yukarıdaki ayeti nasıl yorumlayacağız? Zira bu mealde çok fazla ayet var. Yani bu keskin yaklaşım tarzı ile bu mealdeki ayetler boşa çıkmış, anlamlarını yitirmiş olmazlar mı?

İşte biraz aklı ve vicdanı olan her âlim, “Şüphesiz o Zikr’i (Kur’an’ı) biz indirdik biz! Onun koruyucusu da elbette biziz.” (Hicr, 15/9) ayetiyle beraber, yukarıdaki benzer ayetleri bir araya getirince şu mantıksal gerçekle karşılaşacaktır: Kur’ân’ın tam olarak anlaşılması ve yaşanması için Resûlullah’ın (s.a.v.) Kur’ân yorumlarına ve yaşantısındaki uygulamalarına ihtiyacımız kaçınılmaz… O zaman bu kaçınılmaz ihtiyaç nedeniyle, en azından bu ihtiyacı karşılayacak kadar sünnet ve hadislerin korunması de kaçınılmazdır… İşte mantık bu kadar basit, hiç evirip çevirmeye gerek yok.

Peki şimdi sadede gelelim. Bugün Kur’ân’ın korunduğu konusunda hem fikiriz değil mi? Yani bütün İslam dünyası, bütün İslam âlimleri, hepsi bu konuda hem fikirler. O zaman şimdi şu can alıcı soruyu soruyorum: “Kur’ân’ı değişik vesilelerle koruyan, yani sahabelerin ve ondan sonra gelen İslam âlimlerinin kanalıyla, bizlere noktasına, virgülüne kadar ulaştıran Rabbimiz, niçin aynı vesilelerle yani aynı kişiler aracılığı ile yeterince sünnet ve hadisi de koruyarak bizlere ulaştırmasın; bu mesele Allah’a göre çok mu zordur?”

Hani Kur’ân’da, yeniden yaratılışı inkar eden kâfirlere; “Sizi daha önceden hiç örneksizken yarattım; şimdi ikinci defa niye yaratamayayım.” diyerek mantıklarını kullanmayı öğreten ve had bildiren Rabbimiz, bu kişilere de şunu demez mi: “Kur’ân’ı korudum, niye hadis ve sünnetlerden de gerekli olanlarını korumayayım?” Yani daha açıkçası, “Koruduklarım elbette ki vardır, bunları arayıp bulmak da sizin göreviniz ve imtihanınız…” demez mi?

Evet, sahih hadis aramak için bütün bir ömrünü bu uğurda harcayan fedakâr hadis âlimlerinden Allah razı olsun; onlara çok şey borçluyuz… Arkalarından kötü konuşmak yerine minnet borcumuz var, dua edip teşekkür etmeliyiz…

Bunları söylerken, uydurulmuş hadis yok demiyoruz; ama onların içerisinde İslam âlimlerince titizlikle ayıklanıp seçilmiş ve günümüze ulaştırılmış sahih hadis de var, sünnet de var, çok şükür, biz bunu söylüyoruz.

Mesela Efendimiz’in (s.a.v.) güzel ahlâkı ve bu konudaki uygulamaları bizlere bilgi olarak ulaşmamış olsaydı biz bu konuda nereye müracaat edecek ve güzel ahlâkın inceliklerini kimden öğrenecektik? Nitekim güzel ahlak; kendin dışındaki herkesle girdiğin sosyal ilişkileri Kur’ân ve sünnet çizgisinde yaşamak demektir. İşte bu şekil davranmak güzel ahlaktır. Allah ile kul arasındaki Kur’ân’a ve sünnete uygun ilişkilerin adına, yani bu ahlakî güzelliğin adına da takva ve hayâ denir… Efendimiz’in takvası ve hayâsı ile ilgili haberleri ve bilgileri bileceğiz ki bize en güzel örnek olsun. Yalnız Kur’ân’a müracaat ederek bunları detaylı bilmemiz gerçekten mümkün değildir.

Namaz konusu da öyle... Kur’ân’da namaz kılın der ama nasıl kılacağımız, kaç rekât kılacağımız, namaz içerisinde neler okuyacağımız vs. gibi açıklamalar yoktur; biz bunları hep sünnetten öğreniyoruz.

Nitekim Malik bin Huveyris’ten (r.a.) rivayetle Resûlullah (s.a.v.) şöyle buyurdu: “Dönünüz ailelerinizin yanında olunuz! Onlara dini bilgileri öğretiniz! Beni nasıl namaz kılıyor olarak gördüyseniz öylece namaz kılınız! Namaz vakti geldiğinde içinizden biri ezan okusun. Yaşlınız da size imam olsun!” (Buhari 673, Müslim 674/292)

Görülüyor ki namazla ilgili tüm detaylar hep hadis-i şerifler ve sünnetler kanalıyla bize ulaşmış.

Ha keza namazdaki huşu konusu da böyle… Rabbimiz Kur’ân’da namazları huşu içinde kılın der ama huşunun pratikte nasıl bir şey olduğunu biz, Efendimiz’in şahsında, onu namaz kılarken görenlerin anlatımlarından tam olarak anlayabiliriz. Mesela bir hadis-i şerifte bildirildiğine göre; “Resûl-i Ekrem (s.a.v.) namaz kılarken, mübarek göğsünden sürekli el değirmenin sesi gibi hıçkırıklı ağlama sesi gelirdi.” diye belirtilmiş…

Hazreti Aişe’den (r.anha) rivayete göre de “Resûl-i Ekrem’in namazda göğsünden tencere tokurtusuna benzeyen tarzda sesler gelirdi.” diye belirtiliyor. (İbni Mace, Mukaddime)

Bu konuyla ilgili çok rivayetler var. Bu rivayetlerden anlıyoruz ki, Resûlullah’ın (s.a.v.) namazı ve huşusu bambaşkaydı, Allah’ın huzuruna durma iştiyakı çok yüksekti; savaşlarda bile sadece farz namazları kılmakla yetinmez, geceleri sabahlara kadar aşkla, şevkle, ağlayarak Rabbi’ne ibadet ederdi. Nitekim Hz. Ali (r.a.) Bedir Gazvesi’ni anlatırken şöyle demektedir: Bedir günü aramızda Mikdâd’dan başka süvâri yoktu. İyi biliyorum o zaman Allah Resûlü hariç hepimiz uyumuştuk. Resûl-i Ekrem -sallallâhu aleyhi ve sellem- ise sabaha kadar bir ağaç altında namaz kılıp ağlamıştı.

Bize bu konuda ulaşan rivayetlerden görülüyor ki Resûlullah namazı sadece Rabbi’nden bir emir olarak kılmıyor, adeta onu en yüce sevgiliyle buluşma, beraber olma anı olarak özlüyordu. Çok daraldığında bir teselli olarak ona sığınıp onun manevi atmosferinde genişleyip rahatlıyor, huzur buluyordu. Namaz onun için gözünün nuru bir ibadetti. Namazı çok seviyor ve bir kimseye en çok sevdiği insanlardan birinin geldiği müjdelendiğinde nasıl sevinirse Allah Resûlü de namaza duracağı zaman böyle seviniyordu...

Ayrıca onun namaz huşusu da sadece vücudun ve azaların sükûnetinden başka bir şeydi… İşte hadisler olmasa biz bu bilgilere nereden ulaşacaktık?

Bütün bunlardan hareketle anlıyoruz ki o yüce Nebi’nin nasipli bahtiyar ümmeti olarak biz de namazları sevmeli, onu özlemeli ve namazları Rabbimiz ile buluşma anına, yani miraca çevirmeliyiz. O zaman namazlardaki huşuya çok önem vermeli, çok dikkat etmeliyiz. O gün diyelim ki çok önemli bir yakınımızı hatta annemizi kaybetmiş olsak bile bu acılar huşumuzu bozmamalı. Allahu Ekber diye ellerimizi kaldırdığımızda, Allah’tan başka her şeyi, her hüznü ve düşünceyi geriye atabilmeliyiz. İşte bu şekilde bir yönelişle Rabbimiz’e yönelmişken, bu yönelişin içerisine bir de yukarıda ifade etmeye çalıştığımız aşk, özlem, acziyet, samimiyet, Rabb’e sığınma gibi güzel duygularımızı kattık mı, huşuyu yakaladık demektir. Evet, namaz bu şekilde kılınır ve huşu ancak bu şekilde yakalanır. Bu anlattıklarım ise huşunun daha başlangıcıdır ki işte müminler olarak bunu tamama erdirmenin mücadelesini vermeliyiz.

Bu dünya imtihan yeri, bu bir gerçek ve müminler olarak buna iman ediyoruz. O zaman bir kişinin imtihan alanında bilmesi gereken çok önemli konular vardır. Mesela bunların başında, yetecek kadar itikadî ve amelî anlamda fıkıh bilmek gelir. Sonra iman nedir, vesvese nedir gibi konular gelir ki, bu konuları çok iyi bilmek gerekir. Zira vesveseden çekmeyen insan yoktur. Bu konuyla alakalı Feyz ve Gönül dergilerimizde çok kapsamlı yazılarımız yayınlanmıştır; okuyucularımıza okumalarını kesinlikle tavsiye ederiz. Yine tevekkül nedir, ihlas nedir? Bu konuları da asgari bilmek lazım. Akıllı bir mümin için bunlar, “en kestirmeden ne yaparsam manen köşeyi dönebilirim”in ipuçlarıdır... Yani mutlaka bilinmesi gerekir. Yine müsriflikten kaçınmak gerekir ki cimrilikten kötüdür. Rabbimiz müsriflikten sakındırır ve “Çünkü saçıp savuranlar şeytanların kardeşleridir. Şeytan ise Rabbine karşı çok nankörlük etmiştir.” (İsrâ, 17/27) diye buyurur.

Sonra kullar olarak üzerimizde haklar var; bu hakların neler olduğunu bilip bunlara dikkat etmeliyiz. Bu hakların en önemlisi önce Allah hakkıdır.

Allah Hakkı Ne Demektir?

Bir kul için Allah hakkı: yap dediğini yapmak, yapma dediğini de yapmamaktır. Bu ölçü dışında kalan davranışlarımız Allah’a rağmen varlık ortaya koymaktır ki bundan kaçınmak gerekir... Allah’ın yapma dediğini yapmanın adı günaha düşmektir. Günahlarla mücadele bizim en önemli imtihan alanımız. Bir insan aslında tevbe ederek bir günahın üzerini çizdi mi, o işi orada bitirmeli, tekrar tekrar o günahı gündemine almamalı; böyle güçlü irade ortaya koymalı. Yine netice itibariyle günaha veya haram olan bir fiiliyata çıkan işler varsa o alan terk edilmeli, o tür şüpheli işlerden de kaçınmalı.

Sosyal medya ortamlarında da gözlerimizi haramdan korumalıyız. Göz zinasından her türlü kaçınmalıyız. Faiz meselesi de öyle. Böyle şeyleri tevbe edip hayatımızdan çıkarmalıyız. Böyle yapan kişiler bu tür amellerin mükâfatını Rabblerinden, aslanlar gibi beklemeyi hak ediyorlar.

Rabbimiz; müminler kardeştirler, birbirlerini kardeş gibi sevmelidir, buyuruyor. Ben bu sevginin önündeki en büyük engellerden birisinin güvensizlik olduğunu görüyorum. Güvensizliğin sebebi de şüphecilik. Öyle ki bu şüphecilik kimi zaman paranoyak bir görünüm bile arz edebiliyor. İlişkilerimizde aşırı titiz olmak, teferruatlarda boğulmak, bizde güven duygusunu zayıflatıyor ve yakınlarımızı veya arkadaşlarımızı bu nedenle kolayca kırıp dökebiliyoruz. Sosyal ilişkilerde böyle teferruatlara dalmak maalesef ilişkilere çok zarar veriyor. Biraz daha hoş görülü olalım, adaletli olup insanların güzel yönlerini de görmeye çalışalım. Arkadaşlarımızda veya yakınlarımızda gördüğümüz küçük hatalar onların güzelliklerini örtüp perdelemesin. Böyle yaparsak ilişkiler zarar görmez ve devamlı olur ki ilişkilerde devamlılığı gözetmek gerekir.

Son zamanlarda dünya genelinde ciddi anlamda “afet” patlaması yaşanıyor. Hadis-i şeriflere göre bu afetler kıyamet alametleridir. Aslında daha açığı kimileri için afet, kimileri için uyarı ve müjdedir. Yani bu olayların anlamı; uyanın, kendinize gelin, Allah’a yönelin demektir. Nitekim ayette bu konu ile alakalı olarak Rabbimiz şöyle buyurur:

“Andolsun, dönsünler diye biz onlara (ahiretteki) en büyük azaptan önce (dünyadaki) yakın azabı elbette tattıracağız.” (Secde, 32/21)

Herkes ne yaptığını, nasıl günahlar işlediğini elbette biliyordur… Müminler olarak bu afetlerin anlamını kavrayalım ve yanlışlarımıza tevbe edelim. Rabbimiz’den gelen bu uyarıları, hatalarımızdan rücu ederek, tevbe ederek kendimiz için rahmete çevirelim inşallah.

Allah’a emanet olun.