“Tebessüm sadakadır.” (Tirmizi, Sünen, Birr, 36) diyen bir Peygamberin (sav) ümmetiyiz... Mümin kardeşimize tebessümle bakıp onu sıcak karşılamamız ve ona karşı pozitif duygular içinde olduğumuzu ifade etmemiz sadaka yerine geçiyorsa onu gülümsetmek ve pozitif duygularımızı ona da geçirmek Allah katında daha büyük bir ecir ve mükâfatı kazanmamıza vesile olmalı. Gülmek, sanki kaynayan suyun oynaması ve kabından taşması gibi, gönle sığmayan sevinç ve mutluluğun vücut dilimizde yansıması… Rabbim bizi ne muhteşem yaratmış her duygu yüzümüzde ayrı bir tabloya, resme dönüşür. Duyguların aynası olan yüz ifadelerimiz hangi duyguda olduğumuzu kolayca ele verir. Bu nedenle içimizdeki güzelliği de kötülüğü de, hüznümüzü ve sevincimizi de çevremizden saklayamayız.
Müslüman bir kişinin mütebessim olması gerekir. Çünkü Müslüman kişi, en asgari şartlarda mütebessim durması gereken, bunu hak eden, Allah’ın çok büyük ikramına uğramış kişidir. İçinde her ne kadar binbir türlü derdi olsa da bir Müslüman, iman nimetinin şükrünü en azından tebessüm olarak yüz ifadelerinde bir bayrak gibi taşımalı. Nitekim Efendimiz her şartta tebessümünü yüzünden eksik etmemiş, bize sahih rivayetle gelen haberlerde böyle biliyoruz.
İslam insanları ebedi güldürmek ve mutlu kılmak için indirilmiş yüce yaratıcının mutluluk kılavuzu. Mutluluğun, neşenin ve sevincin asıl durağı ise Cennet… Evet, Rabbimiz cümlemize girmeyi nasip eylesin. Cennet mutlulukların doruk yapacağı, şen kahkahaların cennet ufkunda mütemadiyen yükselip duracağı gerçek bir huzur ve mutluluk mekânı... Gülmek yadırganan bir şey olsaydı cennetliklere en çok ikram edilecek olan rızıklardan olmazdı elbet. Her konuda olduğu gibi bu konuda da aşırı gidip tebessümün biraz ötesinde duran gülmek eylemini yasaklamak ifrattır. Daha çok düşünmek ve dikkatli hareket etmek, mümkün mertebe iç dünyamızda hüzün ağırlıklı bir duruşa yakın olmak gereken bu imtihan yurdunda, hayatın amacını gülme eksenine oturtup mutluluğu sadece gülmek fiilinin tekrarı sanmakta tefrit elbet. Maalesef Müslümanlar birçok konuda olduğu gibi bu konuda da itidali bulmakta zorlanıyorlar. Okuduğumuz birçok eserlerde görüyoruz ki “Çok gülmeyin, zira gülmenin çoğu kalbi öldürür.” hadisini gülmeyi tamamen yasaklamaya kadar götürenler var. Hâlbuki burada hiç gülmeyin değil çok gülmeyin ifadesi dikkat çekici. İfrat ve tefrite düşmemek için elbette ki orta yolu Efendimizin ve ashabının hayatından yakalamalı, insancıl bir eylem olan gülmek fiilinin adabını, ayarını Efendimiz ve ashabından öğrenmeliyiz. Kraldan çok kralcı kesilip Peygamber Efendimizin mesajlarını gülmenin yasak olduğu bir dine dönüştürmemeliyiz. Eşine sert bakan, çocuğum şımarmasın diye gülümsemeyen; çevresine karşı somurtmayı, çatık kaşlı olmayı, kibirli durmayı İslam’ın istediği vakar; gülmeyi ve tebessümü; cıvıklık, ciddiyetsizlik addeden ölçüsü bozuk Müslümanlardan olmamalıyız.
Mütebessim mücahidler olalım
İyi bir Müslüman Allah’ın tüm yaratıklarına karşı içinde sevgi ve şefkat taşıyan bir Müslüman’dır. Gerçek bir İslam âlimi de hakeza insanlara karşı içinde sevgi ve şefkatin kaynadığı coştuğu bir âlimdir. Böyle içi insanlara karşı sevgi ve şefkat dolu âlimler, doğal olarak etraflarına tebessümleriyle huzur ve güven dağıtırlar. Yerine göre edep dairesinde, yalana dayanmayan, kimseyi incitip kırmayan, aşağılamayan, şaka ve latifelerle çevrelerindeki insanların stres ve gerginliklerini boşaltır, böylece önce kendilerini sevdirir, sonrada sohbetlerini daha dinlenir, nasihatlerini daha kolay kabul edilir hale getirirler. Aynı zamanda güldürürken düşündürürler de. Meşhur Nasrettin Hoca gibi… Özellikle halka nasihati kendine misyon seçen kardeşlerimiz, soğuk sohbet ortamlarını, edep ve adap sınırlarını aşmadan, konuya uygun şaka ve latifeler, fıkralarla ısıtırlarsa dinleyenlerin gönüllerinde daha kalıcı izler bırakabilir, hem de İslam’ın sevgi ve şefkat dolu mesajlarını ona uygun bir üslup ile vermiş olurlar. Müslüman’ın bir görevi de sabır tavsiyesi yapmak ve arkadaşlarına sabır konusunda yardımcı olmak değil midir? İşte böyle mütebessim mücahidler, bu pozitif duruşlarıyla muhatap oldukları insanları, hayatın güçlüklerine karşı daha sabırlı ve daha dirençli hale getirebilirler.
Hayat, acıları, sancıları sevinçlerinden çok olan bir imtihan yeridir. Bu sebepten, hayatın imtihan alanı olduğu gerçeğini göz ardı ederek sadece gülmek ve mutluluk yeri olarak görmek şüphesiz hem İslam dışı hem akıl dışı bir yaklaşımdır. Hakeza, hayatı gülmenin yasak ve günah olarak görüldüğü bir alana çevirmek de bu dine ve peygambere iftira olur. Her nimetin numunesi dünyada verilmiştir. Aslı ve en güzelleri de ahirette, ebedi olan cennet yurdundadır. Aşırıya kaçmadan, yani bu nimetleri elde etmeyi bir numaralı amaç edinmeden numunelerinde faydalanmak aklın ve İslam’ın gereğidir.
Müslüman her durumda ve her halde mutlu kalmayı başarabilen insan olmalı. Zira bir mümin bilmeli ki bu imtihan dünyasında mutluluğunu bozan yokluklar, acılar, çileler, hastalıklar vs. aslında onu eğiten, geliştiren, ebedi mutluluk için daha duyarlı ve daha yetenekli hale getiren ilahi operasyonlardır. Ayrıca bu dünyadaki acılar, çileler Cennetin güzelliğini artırmakta, onun mutlak değerine izafi değerler yükleyerek güzelliğini katlamaktadır... Âdem (as) Cennetin kıymetini dünya denen zindana düşünce daha iyi fark etmiştir elbette.
Geçim derdi, hastalık, çoluk çocuğun sorunları, çağımıza ait çevre kirliliği, ses gürültü gibi çeşitli saiklerle stres altında yaşayan insanların strese bağlı hastalıklarla boğuştuğu bir zamanda yaşıyoruz. Bu zor zamanda, Müslümanlar bir araya gelince nefslere ağır gelen dini sohbetleri, tatlı latifeler, hoş şaka ve fıkralarla süsleyerek, stres ve gerginlikleri boşaltan bir terapiye dönüştürebilirler. Bu niyetle yapılan şakalar, espriler, latifeler elbette ki ibadet yerine geçecektir.
Hz. Peygamber de (sav), ashabıyla şakalaşıp latifeleşmiştir
Hatta sahebenin, söz konusu nebevî latifeler karşısında “Ya Rasulallah, sen de mi şaka yapıyorsun?!” şeklindeki hayretini, “Evet, ben de şaka yaparım; fakat sadece doğruyu söylerim.” şeklinde cevaplayarak giderir. (Tirmizi, Sünen, Birr, 57; Buhari, el- Edebu’l-Müfred, b. 133, h.no: 265)
Ehl-i Beyt aşığı, büyük muhaddis ve Allah dostlarının yücelerinden Süfyan ibn Uyeyne’ye (v: h. 198) “Latife yapmak bir ayıp mıdır, bir nakısa mıdır?” diye sorulunca; Haşa, ne ayıbı! Bilakis sünnettir. Çünkü Hz. Peygamber; “Ben şaka yaparım, ama daima doğruyu söylerim.” buyurur, karşılığını veriyor (en-Nüveyrî, Nihayet’ül Ereb, 4 / 2)
Hz. Peygamber’in (sav), kendi torunları ile şakalaşmaları
Hz. Peygamber (sav), kendi torunları, cennet gençlerinin efendileri Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin başta olmak üzere Hz. Enes, Hz. Umeyr vs. çocuklarla, sahabelerden büyük-küçük, kadın-erkek birçoklarıyla şakalaşır, latifeyi anlamakta zorlananlara izahat yapardı. O’nun (sav) bu hikmet yüklü latifelerle bezenmiş güzel ahlakına şahit olan sahabeler hem kendi aralarında şakalaşır, hem de bazan Rasulullah ile bile şakalaşırlar, muhabbet kaynatırlardı.
Birgün Hz. Peygamber ashabıyla bir yemek davetine katılmak üzere yürüyerek yola koyulur. Yolda oynamakta olan Hüseyin’e rastlar. Rasulullah, beraberce yürüdükleri topluluğun önüne geçerek kollarını açar ve Hz. Hüseyin’i çağırır. Hz. Hüseyin, körebe oynar gibi sağa sola kaçar, saklanır. Hz. Peygamber de gülerek koşar, arkasına düşer. Onu yakalayıncaya kadar arkasından takip eder. Yakaladığında ise; bir elini çenesinin altına, diğerini de ensesine koyarak onu öperek dua eder (İbn Mace, Mukaddime, 11)
Hz. Cabir’in (ra) anlattığına göre Hz. Peygamber, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin’i sırtına bindirir, dört el üzerinde yürüyerek “Deh deh… Deveniz ne de güzel deve, siz de ne iyi binicilersiniz!” diyerek onları taşır; Hz. Hasan’ı “Haylazım!” diye çağırırdı. (Heysemi, Mecma’, IX, s. 182, Beyrut, 1988; Buhari, Sahih, Buyu’, 49, Libas, 60; Ahmed b. Hanbel, el-Musned, II, s. 331, 532)
Birgün Hasan ile Hüseyin kaybolur. Rasulullah (sav), uzun uğraş ve aramalardan sonra onları ürkmüş bir vaziyette bulur. Başlarını okşar, saçlarını koklar, sırtlarını sıvazlar, öper. Ardından ikisini de omuzlarına alıp eve doğru yol alır. Yolda Hz. Selman’a (ra) rastlar. Selman da Hasan ile Hüseyin’e hitaben, “Oh… Ne mutlu size! Ne güzel de bineğiniz var!” diye takılır. Bunun üzerine Rasûlullah, “Onlar da iyi binicidirler. Babaları ise onlardan daha da hayırlıdır!” cevabını verir (Heysemî, Mecma’, IX / 182, Beyrut, 1988)
Rasulullah’ın su püskürtme şakası
Rasulullah (sav), çocuklarla öylesine şakalaşırdı ki, çocukların tertemiz yüreklerini sevgiyle teslim alırdı adeta. Nitekim, birgün Rasullullah (sav), 5 yaşındaki Mahmud İbn Rebi’in yüzüne kovadan ağzına aldığı suyu sevgiyle püskürterek ona su püskürtme şakası yapar. İbn Rebi’ (ra), hayatı boyunca bu şakayı unutmaz. (Buhari, Sahih, İlim, 18)
Rasulullah (sav), 10 yaşından itibaren kendi hizmetinde bulunan Enes b. Malik’i (ra), her gördüğünde “Ya Zê’l Uzüneyn / Hey iki kulaklı!” diye latife yaparak çağırır, zaman zaman da kâkülünü çekerek onu severdi. (Ebu Davud, Sünen, Tereccül, 15, H. N: 4196)
Rasulullah (sav), en güzel vefâ örneği olarak zaman zaman Hz. Enes’in ailesini ziyarete giderdi. Ziyaretinin birinde, Enes’in küçük kardeşini üzüntülü görünce, sebebini sorar öğrenir. Aile, çok sevdiği ve devamlı oynadığı kuşunun öldüğünü söyler. Rasulullah, bir büyük adama başsağlığı verir gibi, onun yanına gider; moral desteği olarak şu latifeli lakap ve şaka cümlesi ile onu güldürür: “Ya Ebâ Umeyr! Mâ faale’n-nuğayr: Ey Ebu Umeyr! Ne oldu kuşçuğun / Nuğayr!?»
Rasulullah (sav), çocuğu her gördüğünde, aynı latifeyi yineleyerek onunla şakalaşır, onu güldürürdü. (Ahmed b. Hanbel, Müsned, 3,188; Tirmizi, Sünen, Birr, 57)
“Kocakarılar cennete giremez”
Ensardan yaşlı bir kadıncağız, cennetliklerden olmak için Rasulullah’tan (sav) dua etmesini isteyince; Hz. Peygamber (sav), “Yahu, sen bilmiyor musun, ihtiyarlar cennete girmez” der. Kadıncağızın adeta dünyası başına yıkılır, üzüntüsünden dokunsalar ağlayacak hale gelir. Bunun üzerine Rasulullah (sav), cennete yaşlı haliyle değil de genç bir kız olarak gireceğini ima ile tebessüm ederek, “Anacığım, sen hiç ‘Onları (kadınları) bakire, eşlerine düşkün ve hepsini bir yaşta kılmışızdır.’ (Vakıa, 56/35,36) ayet-i kerimesini okumadın mı?” buyurur. (er-Râğıb el-İsfehanî, Muhadarât, 1 / 282; en-Nüveyrî, Nihayetü’l-Ereb, 4/3)
Latife ile irşad olan sahabî
Havvat b. Cübeyr el-Ensarî (ra), Rasulullah’ın gözde süvarilerinden biridir. Bedir savaşına giderken, Safra yöresine vardıklarında inciğine/baldırına taş isabet edip sakatlandığı için oradan geri dönmek durumunda kalan Hz. Havvat’a, Rasulullah (sav), harbe katılmış gibi ganimetten pay verir.
Hz. Havvat (ra), Müslüman olmadan önce kadınlarla sohbet edip laflamayı seven birisiydi; bu hususta namı Arap dünyasını tutmuş, darb-ı mesel olmuştu. Müslüman olduğunun ilk yıllarında da bu temayülünü üstünden atamamıştı. İslâm ordusuyla fetih için Mekke’ye ilerlerken, yol üstünde rastladığı Ka’b kabilesinden kadınların içine karışıp onlarla sohbete koyulur. Gizlenir, saklanır ama Rasulullah (sav) kendisini fark eder; “Hayırdır, bu kadınlarla ne yapıyorsun?!” diyerek tatlıca ikaz eder. O an boş bulunan Havvat, ilk refleks olarak “Devem serkeşleşti, kaçtı, onu yakalamak için bu kadınların saçlarından ip ördürüyorum!” şeklinde latife ederek karşılık verir. Rasulullah (sav) tebessüm edip abdest bozmak üzere uzak bir tarafa doğru ayrılır. Fakat uzunca bir süre sonra döndüğünde Havvat’ı yine kadınlarla görünce, “Ne oldu, şu ipin hala örülmedi mi; senin şu serkeş deve hâlâ kaçıyor mu?” diye takılır. Rasulullah’ın çok sevdiği ve bazı özel istihbarat görevleri de verdiği Hz. Havvat (ra), cahiliyeden kalma hatasını anlar, utanır ve tevbe eder. Bu vukuattan sonra Rasulullah (sav), Havvat (ra) ile ne zaman karşılaşsa “kaçan serkeş devesini” gülümseyerek sorar. Hz. Havvat, ola ki bu olayı Allah Elçisi (sav), kendisine şakayla karışık yine sorar, takılır endişesiyle gözden ırak durur. Lakin birgün mescitte namaz kılarken Rasulullah’a yakalanır. Peygamberimiz’in “serkeş deve” imasına muhatap olmamak için namazı uzattıkça uzatır. Efendimiz (sav) “Namazı uzatma artık, ben seni bekliyorum.” buyurması üzerine, selam verir. Hz. Peygamber (sav) mütebessim vaziyette “Nasıl, serkeş deve inşallah artık kaçmıyor değil mi?” diye sorar yine… Bunun üzerine Hz. Havvat “Seni hak Peygamber olarak gönderen Allah’a yemin ederim ki serkeş deve o günden sonra bir daha kaçmamıştır” der.Rasulü Ekrem (sav) “Allahu Ekber” diye tekbir getirdikten sonra; “Allahım, Ebu Abdullah’a (Havvat) hidayet ve rahmet eyle!” diye dua buyurur. Bu duadan sonra Ebu Abdullah Havvat b. Cübeyr el-Ensarî, hidayet nuruyla öyle tertemiz olur ki o demden sonra bir daha namahrem kadınlara başını kaldırıp bakmaz. (Taberani, Mu’cem’ul Kebir, 4/203, 204 h. No 4146) DEVAM EDECEK...