Rivayet - Dirayet Rey ve Gelenek

Abdullah diyelim adına. Netice itibarıyla hepimiz Allah’ın kuluyuz. Köyünde yaba ve tırpan sallayan sevgili dostumuz nasıl olduysa bir gece uzandığı tiftik kokulu yatağından sabah doçent olarak uyandı. Ahbap çavuş ilişkileri, köydeşlik bağlantıları, hasbel kader onu bu meltem esintili sahillere attı. Hem de müfessir olarak. Hani bir zamanlar okuma yazma bilmeyenleri bildik nedenlerle köy enstitülerinde öğretmen yapmışlardı ya! Onun kadar traji komik ama ondan daha tehlikeli ve vahim bir tablo tasavvur edin! Bizim Abdullah daha ellerinin nasırları dökülmeden, tezek kokuları üzerinden silinmeden insanlara Allah’ın ayetlerini açıklayacaktı!

Birgün taze yumurta almak için birlikte köye gitmiştik; Abdullah’ın köyüne. Deve dişi gibi hoca gelmiş, hemen bırakırlar mı? O yürekleri saf insanlar bizi köy odasında misafir ettiler. Saygı ve hürmetle Abdullah’a bir takım sorular yönelttiler. Bizim Abdullah’ın nereden ürettiğine, nasıl türettiğine bir türlü akıl erdiremediğim cevapları köylülerin çok hoşuna gitmiş, ziyadesiyle memnun olmuşlardı. Geçmiş gün işte! Bunlardan üç tanesi aklımda kalmış: Şeytani varlıklar oldukları ve akılları kıt olduğu için kadınlara yüz vermemeli, söz ve davranışlarına itibar etmemeliymiş, ara sıra da dövmek iyi gelirmiş! Çocuklar fitne unsuru olduğu için onlara sevgi ve yakınlık göstermemek gerekiyormuş. Sert davranmak ve asık suratlı olmak daha hayırlıymış! Bir de feraizle (mirasla) kadınların hiçbir alakası yokmuş. Kız evlenirken babanın verdiği çeyiz sandığı kızın mirasıymış. Kızlar için bunun dışında başka bir hak, söz konusu olamazmış! Neyse köyden ayrıldıktan sonra kendisine anlattığı birçok şeyden vicdanen rahatsız olduğumu söyleme gereğini hissetmiştim. Bana pişkinlikle şu cevabı vermişti: “Ben rey tefsiri yapıyorum. Söylediklerim adet ve geleneklere muvafık! İsabet kaydetmesem bile sevap kazanıyorum!..” Abdullah ne demek istedi! Beni bir düşüncedir aldı…

Dirayet Nedir?

Dirayet; “Bilmek, tanımak” akıl, zekâ, kabiliyet, yetenek demektir. Özellikle Tefsir İlmi için kullanılan bir terimdir. Tefsir ilminde dirayet deyince, tefsir çeşitlerinden biri olan “dirâyet tefsirleri” akla gelir. Tefsirler genelde ikiye ayrılırlar: Rivâyet tefsirleri ve Dirâyet tefsirleri. 

Rivâyet tefsirleri

Selef âlimlerinden nakledilen eserlere, Sahabe hatta Tâbiîn’in sözlerine ve Kur’ân’ın bizzat Kur’ân ile ve Hz. Peygamber’in hadisleri ile açıklanmasına, yorumlanmasına dayanır. Bu çeşit tefsiri benimseyenler, Kur’ân-ı Kerim’i yorumlamak için;

-Önce Kur’ân’a, 

-Sonra hadislere, 

-Ayetlerin “nüzul sebeplerine”

-Ve Sahâbe’nin görüşlerine başvururlar.

Dirayet tefsirleri

Şayet yukarıdaki kaynaklara başvurduktan sonra hâlâ probleme çözüm bulunamazsa, kelimenin sözlük, terim ve sarf (çekim) ile ilgili yönlerine dikkat edilir. Bu tefsir çeşidi bir zorunluluk karşısında ortaya çıkmıştır. Çünkü İslâm’ın ilk devirlerinde Araplar, dillerinin bozulmamış saf haline sahiptiler. Zamanla İslâm topraklarının sınırları genişleyip yabancı milletler ve yabancı kültürler ile karşılaşınca, Arap dili zayıfladı ve orijinalliği biraz bozuldu. Bundan dolayı da Arap dilini korumak için kaidelere ihtiyaç duyuldu. Hele Arap olmayanların bu lisanı öğrenmesi, Arapça’nın gramerine bağlı bir işti. Kur’ân da Arap dili ile nazil olduğundan, onun anlaşılması bazı ilimlere ihtiyaç göstermekte idi. Bu ve bunun gibi diğer etkenler dirâyet tefsirinin doğmasında başrolü oynadı. Dirayet tefsiri, içtihada dayanır. Dirayet tefsirlerini içtihat tefsirleri olarak anlamalıdır. Bu tefsirciler i’râb, belâgat, hakikat ve mecaz gibi Arap dilinin sanat ve diğer yönleri ile âyetlere açıklama ve yorumlar getirmeye çalışmışlardır. Yine bu tefsirlerde tarihî, ilmî ve sosyal bir takım gerçeklere de yer vererek âyetleri en iyi şekilde açıklamaya çalışma gayesini gütmüşlerdir. Rivâyet tefsirlerinde saydığımız hususlarla birlikte dil, edebiyat, dinin genel prensipleri ve diğer genel bilgilere dayanılarak yapılan tefsirlere “dirayet tefsirleri” denir. 

Rey tefsiri caiz midir?

Rey; bir konuda kişinin kendi görüşü, aklı, feraseti, tecrübesi, yeteneği  ve vicdanı ile hareket etmesi, kıyaslar, karşılaştırmalar yapması ve karara varmasıdır. Özellikle de acze düşüp kararsız kaldığında vicdanının sesini dinlemesidir. Mesela hukukta ihsas-ı rey; kanunlara bakarak işin içinden çıkamayan hâkimin vicdanına başvurmasıdır.

Rey tefsirinin caiz olup olmaması konusunda da İslâm âlimleri başlangıçta fikir ayrılığına düşmüşlerdir. Bazıları Hz. Peygamber’in “Kur’ân’ı kendi reyiyle tefsir eden kişi, isabet etse bile hata etmiştir.” hadisini delil getirerek rey ile tefsire karşı çıkmışlardır. Bazıları da bu görüşe cevaben, bu hadiste; hadis ve eserleri hiç dikkate almadan, hevâ ve hevesine, hatta kişinin kendi arzusuna göre tefsir etmesinin kastedildiğini söyleyerek kendilerine Kur’ân’daki düşünceye davet eden âyetleri de delil getirerek rey ile tefsir yapılabileceğini söylemişlerdir. 

Rey tefsirine karşı olanların iddiası

Rey ile tefsir Allah’a karşı bilmeden söz söylemektir. Zanna dayanarak cahilce sözlerle tefsir yasaktır. Hz. Peygamber’den (sav) başka birinin Kur’ân’ın manasını beyan ve izaha yetkisi olamaz. 

Rey tefsirini câiz görenlerin savunması

İctihad edip de isabet edene iki, etmeyene bir ecir vardır. Hz. Peygamber (sav) Muâz bin Cebel’i Yemen’e vali olarak gönderirken “Orada insanlara Kur’ân, Sünnet ve reyimle hükmederim” şeklinde verdiği cevaba memnun olmuş ve ona dua etmişti. Hz. Peygamber’in beyan ve izah etmediği hususlarda ilim sahipleri ellerinden geldiğince Kur’ân’ı anlamaya çalışacaktır. Kur’ân’da “...Tanımazlar mı?... Bilmezler mi?... Düşünmezler mi?...” denilerek ilim erbabının aklı kullanarak âyetleri tefsir edebileceğine cevaz vardır. Kaldı ki Hz. Peygamber (sav) Kur’an’ın bütününü açıklamış değildir veya bize her âyetin açıklaması ulaşmış değildir. Hz. Peygamber, İbn Abbas için “Allahım, onu dinde fakih kıl ve O’na tevili (yorumlamayı) öğret.” buyurmuştur.

Yani hoş görülmeyen ve yasaklanmış olan rey tefsiri, sırf hevâ ve kötü niyete dayanan, hatta Kur’ân’a sırt çevirdiği halde başkalarını tefsiriyle aldatmaya çalışanlar içindir. (Böylesine İlhadi Tefsir denir.) Selef uleması, bilgiye dayanan tefsir hususunda hiçbir mahzur görmemişlerdir. Bildiklerini veya bilgilerine dayanarak açıklama yaptıklarını açıkça söyleyen selef, bilmedikleri konularda susmuştur. Bildiğini saklamamış, bilmediği konuda da uluorta tefsir yapmamıştır. Rey tefsiri denilince sadece, akla dayanma anlaşılırsa bu çok yanlış olur. Dirayet ve rey müfessirleri şu konuları çok iyi öğrenir: Lugat, nahv, sarf, iştikak, meani, beyan, bedî’ ilimleri, kırâat, fıkıh usulü, kelâm, nüzul sebepleri, kıssalar, nasih ve mensuh, hadîs, mevhibe ilimleri. Ayrıca bu şer’i ilimler yanında, hukuk, ekonomi, siyaset ve sosyal ilimleri de bilirler, bilmelidirler.

Geçmişten Günümüze Ünlü Rivâyet Tefsircileri

Taberî, Semerkandî, Salebî, Beğavî, Endülüsî, İbni Kesir, Seâlibi, Süyûtî (celaleyn) sayılabilir. 

Ünlü Dirayet Tefsircileri: Fahreddin Razi, Beydâvî, Nesefi, Hâzin; Ebu Hayyan, Neysabûrî, İmâdi, İsfehânî, Zemahşerî.

Çağımızda Dirayet ve Rey Tefsircileri: İsmail Hakkı Bursevî, Elmalılı Hamdi Yazır, ilk akla gelen isimlerdir. Kur’ân’ı tamamen çağdaş ilim ve teknolojik bilgilere dayanarak açıklamaya çalışan salt rasyonalist ve pozitivist tefsirciler de bu sınıfa girer.

Dirayetçi âlimlerin tefsirleri; en fazla geliştikleri ekollerde, ihtisas yaptıkları ilim kollarında ağırlık kazanmaktadır. Kimi nahivci, kimisi fıkıhçıdır. Mutasavvıf âlimlerin tefsiri de tasavvufu yansıtmaktadır (Mesela, İ. Hakkı Bursevî ve Sülemî tefsirleri). Yani dirayet tefsirlerinde mezhep, fıkhi ihtilaflar, doktriner eğilimler ağır basabilmektedir.

Geçmişten Günümüze Tutarlı Tefsirciliği Engelleyen Nedenler 

Hiçbir kimse Kur’ân’ı mutlak manasıyla tefsir edemez. Demek ki hangi müfessir Kur’ân’ı tefsir etse (rivayetçi, dirayet veya reyci) mutlaka birçok eksiği kalacaktır. Nitekim yukarıda ismi geçen tüm tefsircilerin eksik, kusur ve yanılgıları olmuştur. “Dünya düzdür, dönmüyor, hareket etmiyor.” tarzında tefsir yapanlar bile olmuştur. Tutarsız tefsirciliğe neden olan etkenler topluca şöyle sıralanabilir: 

1. Basiretsiz nakilcilik.

2. Hurâfecilik: (Tefsire israiliyyat karıştırma)

3. Teferruatçılık:  Kur’an’ın kısa kıssalarını genişletip süsleyerek anlatma.

4. Bilgiçlik, işgüzarlık: Kur’an’ın kapalı bıraktığı, açıklamadığı ifadeleri açmak. 

5. Filolojik bilgi yetersizliği: Yani arapça dil bilgisinde zayıflık veya yetersizlik.

6.Aşırı sembolizm: Bâtıni veya Eş’ari denilen tefsircilerin temayülleri. (Mi’raç, Dabbe ve Deccal tasvirleri, şifre arayışları ve âyetlere gizli anlamlar yükleme vs.) 

7. Siyasi Yaklaşımlar: Şii tefsirlerinde görülür.

8. Aşırı klasikçi veya aşırı modernist temayüller: Bu daha çok son yüzyılda görülmekte.

İlhadi Tefsir Yapan Mülhidler    (Ateist, dinsizler )

Mülhid dine karşı tavır takınmıştır, objektif değildir. Kur’an’ı tefsir etme yetki ve yeteneğine de sahip değildir. Ancak ileri geri konuşmak ve yorum yapmaktan da geri durmaz. İslâm dini var olduğundan beri ona karşı sinsi, yıkıcı, suret-i haktan görünerek onu içten yıkmaya çalışan hareketler hep var olmuştur. Bunlar çok defa İslâm’ın temelleri olan iman, ibadet ve ahlâk esaslarından Müslümanları uzaklaştırmak istemişlerdir. Gayeleri için Kur’ân’ı sapıkça, kendi kafalarına göre, günün çıkar hesaplarına göre tefsir ederler. Örneğin; “Başörtünüzü yakanızın üstüne koyun (başınızı açın)” tarzında yorum yapan densizler bunlardır. İslam topraklarında yaşayan mülhid gruplar da vardır; Kuraniyyun, Galat Şia, Rafızi, Nusayrî, Dürzi, Batıni ve Bahailer bunlardan bir kaçıdır. Örneğin Rafıziler; “salât duadır” diyerek namazın fiziksel ritüel kısmını inkar etmişlerdir. 

SONUÇ

Rivayet-Dirâyet bütünlüğü korunmalıdır. Teknik anlamda sahih olan bir nakil karşısında aklın kavrama sınırlarının iyi tespit edilmesi gerekir. Şüphesiz burada akıldan maksat, bir bilgi kaynağı olan selim aklın kanunlarıdır. Hakka isabet edebilmek ve doğruyu tespit edebilmek için akılla kıyas ve karşılaştırma yapmanın yanı sıra, naklin geniş kapsamlı olarak bir bütünlük içinde bilinmesi, bilimsel ve teknolojik gelişmelerin aktüel olarak izlenmesi de son derece önemlidir. Kur’ân ezelîdir ve çağlar boyunca nice tefsirleri yapılacaktır. Ancak tefsir geleneğinde, Hz. Peygamber’den gelen tefsiri, Ashab’dan, Tabiin ve tebe-i tâbiin’den gelen tefsirleri dikkate almadan, bugüne kadar yazılmış tefsirleri gözden geçirmeksizin tefsir yapılması caiz değildir. Ayrıca tefsir Kur’an demek de değildir. Hem rivayet hem de dirayet (veya rey) yoluyla yapılan tefsirlerin caiz olduğunu ve tefsirlerin Kur’an olmadığını tekrar vurgulayalım.

Dirayeti hep Kur’an tefsiriyle ilişkilendirdik ancak bütün bu anlattıklarımız Hadis ilmi için de geçerlidir. Hadis âlimleri de rivayetçi ve dirayetçi olarak ikiye ayrılır. Sahabe bizzat rivayet ederler. Ama daha sonraki dönemlerde yaşayan ve Hz. Peygamberi görmeden hadis rivayet edenlerin bu hadisi kimden duydukları, nasıl duydukları dirayet hadisçileri tarafından araştırılır.

Bizim Abdullah çok yoğun çalışmalar neticesinde yirmi yılda “prof.” unvanını alabildi. Çünkü önyargılardan ve acımasız kırsal geleneklerinden kurtulabilmesi için çok çalışması, bilimsel verilerle sunum yapması gerekiyordu. Onun bana göstererek okuduğu ağır maliyetli prof.luk tezinden birkaç satıra şimdi birlikte bakalım: 1917 baharında Çanakkale Savaşlarının en yoğun olduğu günlerde Sultanahmet minberinden muhterem şeyhülislam bütün Türk illerine iletilecek olan bir fetvayı canlı olarak vazediyor. Özetle şöyle söylüyor: “Aziz Cemaat! Evinize misafir geldiğinde veya sokakta yürürken eşlerinize sokulmayın, onlara sevecen davranmayın, ellerinden tutmayın, yüz vermeyin, siz önden yürüyün, bırakın onlar arkanızdan gelsinler. Çünkü her iki kadından birisi dul. Şehit eşlerini incitmeyin! Dul kadınlar sizin eşinizin mutluluğunu görüp hayıflanmasınlar. Aynı şeyi çocuklarınız için de yapın! Onlarla gülüşüp oynaşmayın. Çocuklarımızın çoğu babalarını savaşta kaybettiler. Bundan böyle yetimleri ve dulları incitmek konusunda Allah’tan korkun!...

Abdullah Hoca feraiz (miras) bahsinde de şunları tespit etmiş: Medeni seküler kanun yürürlüğe girdiğinde yasal miras payları kadın ve erkek için eşitlenmiş oldu. Şer’i feraizle miras taksimatı yasal olarak imkânsız hale geldi. Fakihler Müslüman halk için bir çıkış yolu vazettiler, şöyle ki; yürürlükteki yasanın arkasından dolanmak için veraset intikalinden sonra kızlar paylarını erkek kardeşlerine resmen devredecek, bütün mallar erkeklerin üzerine tesis olduktan sonra erkek kardeşler kız kardeşlerinin yarım paylarını kendi aralarında elden teslim edeceklerdi. Bu sistem uzun yıllar başarıyla ve sorunsuz uygulandı. Ancak gelenekselleşen bu uygulama birkaç nesil sonra kadınların aleyhine bir sömürü düzenine dönüştü.

Sevgili hocamız ikili konuşmalarımızda yıllar öncesindeki hatalarını büyük bir mahcubiyet ve üzüntüyle yâd eder. Ve şu tespiti yapar: İyi niyetlerle ve bambaşka amaçlarla üstelik de geçici bir zaman dilimi için vazedilen içtihatlar bir zaman sonra gelenekselleşir. Bu tür örfi uygulamalar bir de suistimale açıksa telafisi mümkün olmayan felaketlere dönüşebilir. Dönüştü de! Kadınlara kötü davranılmasının, çocuklara karşı takınılan sert ve acımasız tavırların, kızlara mirastan pay verilmemesinin faturası İslam’a kesildi. Yoksa kim eşini sevmez, çocuğunu bağrına basmaz ki! Yüce Rabbimizin emri! Mirastaki paylaşım oranları zaten Kitabımızdaki muhkem ayetlerle bildirilmiş. Geleneğin korkunç prangalarından kurtulabilmek için yirmi yıl çalışıp didinip profesör olmak gerekiyorsa, Allah acısın bu millete!