Müslümanın Parayla İmtihanı

İnanan bir insanın mülkiyet düzleminde kendini tanımlarken koordinatlarını nasıl belirlemesi gerektiği hususu kulluğu yakından ilgilendiren ciddi bir kimlik ve kişilik problemidir.

 

Para, zenginlik, güç, ihtişam… Büyülü kavramlar. Nefsi okşayan, egoyu besleyen… Önlem alınmaz, ölçü kaçırılırsa insanı sarhoş eden, başını döndüren, tehlikeler anaforu. Ama her şey kıvamında ve yerli yerindeyse ebedi saadet anahtarı. Tercih sizin.

İnsanoğlunun yeryüzündeki en büyük sınavlarından biri de mal-mülk sahasında cereyan etmektedir.

İslam mülkiyete nasıl bakmaktadır? Bir Müslüman’ın para karşısında kendini konumlandırırken alacağı pozisyon nedir? Zenginlik-fakirlik bağlamında yaklaşım ne olmalıdır? İslam zenginliğe karşı mıdır? Fakirliğin övülmesi, zenginliğin yerilmesi ya da tam tersi tanımlamalar ne anlama gelmektedir?...

Öncelikle şunu ifade edelim ki bütün mal, mülk, eşya… “Mâlik-ül mülk” olan Allah’ındır. Her şeyin sahibi ve mâliki Allah’tır (cc). İnsanlarda var olan zenginlik bir imtihan sırrı olarak Allah’ın “El-Gani” (zengin) isminin insanlar üzerindeki tecellisinden başka bir şey değildir. Zenginliğin kaynağı ise insanlar değil, Allah’tır. Gerçek zengin olan O’dur. Mâliklik ve sahiplik; eşya üzerinde istediğiniz gibi tasarruf etmekle yakından ilgilidir. İnsanoğlunun elindeki mal, mülk, memâlik… tevarüs yoluyla el değiştiren metâdan başka bir şey değildir. O halde insanların sahip oldukları mal-mülk geçici bir faydalanma bir nevi “intifa”dan ibaret olmaktadır.

Peki, hakikat böyle olmakla birlikte insanlarda var olan zenginlik hırsını ne ile açıklayacağız?

Burada karşımıza çıkan anahtar kavram “imtihan sırrı” olgusudur.

İslam hiçbir zaman zenginliğe karşı bir din olmamıştır. Ne sosyalizm ya da komünizmde olduğu gibi özel mülkiyeti inkâr etmiştir ne de kapitalizmdeki gibi mal ve zenginliği kutsayan bir anlayışta olmuştur.

 

Kişinin zenginliğinin mutlak anlamda bir avantaj mı yoksa dezavantaj mı olduğu bilinmez.     

Şimdi şöyle bir kurgu yapalım: Diyelim ki bir A şahsı var. Bu kişi çok zengin, sağlıklı, güzel, yakışıklı, gücü kuvveti yerinde. Bir de B şahsı düşünelim; bu kişi de fakir, hasta… vs. Bu iki şahsı değişik açılardan analiz ettiğinizde farklı sonuçlar elde edersiniz. Dünya merkezli olarak seküler bir bakış açısıyla değerlendirirseniz A şahsı avantajlı bir pozisyonda gözükecektir. Olaya bir de kulluk perspektifiyle yaklaşırsanız sonuçlar farklılaşacaktır:

Zengin, sağlıklı, güçlü kişi; söz konusu değerleriyle mağrur olup egosu azmış, egosantrik, bencil, adeta dünyanın kendi ekseni etrafında döndüğü narsistik bir kişilik yapısına bürünürse, dünyevi anlamda pozitif gibi duran nitelikler ukbâ anlamında bir “kaybedişi” ifade edecektir. Fakir, hasta, güçsüz kişi ise bu niteliklerini bir isyan nedeni saymayıp sabır, tahammül, imtihan ekseninde değerlendirse dünyevi anlamda negatif faktörler gibi duran özelliklerin, ebedi saadet anlamında bir “kazanıma” dönüştüğünü görecektir.

Şimdi böylesi bir durumda hangisi avantajlı hangisi dezavantajlı konumda olmaktadır?

Burada farklı kombinasyonlar da söz konusu olabilir. Örneğin; zengin olan gücünü Allah yolunda kullanır, fakir olan isyankâr olabilir. Bu durumda sonuçlar yer değiştirecektir.

Şöyle bir soru da akla gelebilir: Peki ikisi de yani hem zengin hem fakir olan Allah yolunda ve istikamet üzere iseler bu durumda fakir olan dezavantajlı olmayacak mıdır? Hayır. Çünkü böylesi bir pozisyonda da denkleme farklı dengeleyiciler girmektedir: Zengin olan bir kişinin ahiretteki hesabı fakirden daha ağır ve hassas olacak, fakirin imdadına ise “niyetleri” yetişecektir. Nitekim birçok kutsi beyanda; dünyada iken fiilen yapılamayan birçok amel ve ibadet sevabının amel defterine yazılı olarak kıyamet günü sürpriz birer güzellik olarak kişinin karşısına çıkacağı müjdelenmiştir. Dünyada iken belki hacca gidememiş, hayır-hasenatta bulunamamış olabilir. Ancak öylesine güçlü bir iç geçiriş, ihlas ve ihsan ile “keşke benim de imkanım olsaydı da bu ibadetleri, hayırları ben de yapabilseydim…” duygusu ve niyeti o kişiyi, o ibadet ve hayırları yapmışçasına ödüllendirecektir… Allah’ın lütfu ne güzeldir.

Buraya kadar ifade ettiğim hususlar genel bir bakışı ifade eden yaklaşımlardır. Konunun çok değişik boyutları söz konusudur. Özellikle günümüz dünyasında Müslümanların eskiye oranla sosyo-ekonomik anlamda daha zenginleşiyor ve güçleniyor olmaları birçok tartışmayı da beraberinde getirmektedir:

“Abdestli kapitalistler, jip kullanan türbanlı kadınlar, bir hırka bir lokma anlayışı ile yatı, katı olan Müslüman ikilemi”, “para-takva” ilişkisi gibi tartışmalar gündemimizi işgal etmektedir.

Konuya sosyolojik bir tespitle başlayalım: Sosyal sınıf ve katmanları bir apartmana benzetecek olursak, Müslüman kesim önceki dönemlerde tabir yerinde ise apartmanın bodrum katını temsil ediyordu. Günümüzde ise yedinci, sekizinci katlara yükselmiş durumdalar. Hal böyle olunca, “Dünya bizimdir ahiret Müslümanların” şeklinde özetleyebileceğimiz bir anlayışta olan kimi kesimler bu gelişmeden ciddi biçimde rahatsızlık duymuşlardır. Müslümanların dünyadan da pay istiyor olmaları, dünya pastasını paylaşmak istemeyenler arasında kaygı, korku ve huzursuzluklara yol açmıştır. Müslümanların engellenemeyen bu yükselişleri karşısında saldırıya geçmiş, suret-i haktan gözüken bazı argümanlarla eleştiriler geliştirmişlerdir.

Yukarıda ifade ettiğimiz gibi İslam kesinlikle zenginliğe karşı değildir. Burada ölçü; “Zengin ol olabildiğin kadar, kalbin cüzdan olmadıkça” biçimindedir. Kişi zekâtını verir, tasadduk ve infakta bulunur, vecibelerini yerine getirirse helal yoldan zenginleşmesinin önünde hiçbir engel yoktur. Tam tersine teşvik edilmiştir. Çünkü zenginlik hizmette temel referans noktalarından biridir. Ancak kalbi; cebi ve cüzdanı olmayacaktır. Çünkü kalp Allah’ın yeridir, nazargâhıdır. Oraya mal-mülk, para-pul girerse dengeler bozulur, çürüme ve yozlaşma başlar.

Aynı zamanda eli ile cebi arasında kilometrelerce mesafe de olmayacaktır. Dengeler korunduğu müddetçe korkulacak bir şey yok. “O gün ki ne mal fayda verir ne oğullar! Allah’a arınmış bir kalp ile gelen başka.” (Şuara, 26/88-89)

 

 

Günümüz dünyasında maalesef para, mal, mülk, zenginlik en önemli itibar ve sosyal statü göstergesi haline gelmiştir.

Düşünün ki fakir, zayıf, gariban bir mü’min ile zengin, güçlü bir mü’min birebir aynı sohbeti yapsalar, emin olun zengin ve güçlü olanın sohbeti daha tesirli olacaktır. Zayıf Müslüman’ın belki dört saatte yapabileceği etkiyi, güçlü Müslüman belki yarım saatte yapacak ve daha kısa sürede sonuç alacaktır. Ölçüler bozulduğu için maalesef realite budur.

O halde insan, sahip olduğu değerleri Allah yolunda kullanmayı iyi bilmek durumundadır. Gaye Allah’a hizmettir. Burada rakibin silahıyla silahlanma anlayışı söz konusudur. “İslam tevazuyu emrediyor” anlayışını yanlış yorumlayıp çağın gereklerine anakronik bir pozisyona düşülmemelidir. Peygamber Efendimiz (sav), “Kibre karşı kibir sadakadır.” buyuruyor. Müslümanların “çulsuz” görülüp aşağılandığı, horlandığı bir ortamda tevazu ayaklarıyla yaklaşım sergilemek tam bir zillettir. Adamın kibrine karşı; giyim kuşamı, katı, yatı, mercedesi…vs kullanmak kibir görünümlü tam bir izzet ve vakar gösterisidir. Burada katı, yatı, arabayı zikrediyor olmam bu metaforları yücelttiğim biçiminde kesinlikle anlaşılmamalıdır. Önemli olan; sahip olunan değerleri Allah’a hizmet yolunda kullanabilmektir. Unutulmamalıdır ki; Ayasofya’nın karşısına ancak Sultanahmet’le, Süleymaniye ile çıkılabilir.

Bu inceliklere vurgu yaparken dikkatlerden uzak tutulmaması gereken bir husus da “yozlaşma ve çürüme” olgusudur. Zenginlik ve refahın getirdiği şımarıklık maazallah hizmette çok ciddi handikaplara neden olabilir.

İnsan zenginliğini müspet anlamda değerlendirir ve kullanabilirse karşılığını fazlasıyla alacağı ayet ve hadis beyanlarıyla sabittir:

“Mallarını Allah yolunda harcayanların durumu, yedi başak bitiren ve her başakta yüz tane bulunan bir tohum gibidir. Allah, dilediğine kat kat verir. Allah, lütfu geniş olandır, hakkıyla bilendir.”(Bakara, 2/261)

“Sevdiğiniz şeylerden Allah yolunda harcamadıkça iyiliğe asla erişemezsiniz. Her ne harcarsanız Allah onu bilir.”(Âl-i İmrân, 3/92)

Diğer bir ayette ise verilecek şeylerin iyi şeyler olması gerektiği ihtar edilir: “Ey iman edenler! Kazandıklarınızın iyilerinden ve sizin için yerden çıkardıklarımızdan Allah yolunda harcayın. Kendinizin göz yummadan alıcısı olmayacağınız bayağı şeyleri vermeye kalkışmayın ve bilin ki Allah, her bakımdan zengindir, övülmeye layıktır.” (Bakara, 2/267)

İnsanın yapmış olduğu hayırların çok yönlü faydaları söz konusudur. Yardımların sosyal tesanütü sağlaması yanında, ferdin kulluk ve psikolojik hayatına da çok önemli katkıları vardır. Kul hatadan azade değildir. Çok çeşitli günahlar irtikâp edebilir. Bunların cezası ahirete ertelenebileceği gibi bu dünyada da peşin olarak verilebilir. Sadaka-zekat-infak gibi iyilik hareketlerinin kişiyi her türlü kaza-beladan koruyucu, sigorta etkileri de söz konusu olabilmektedir. Nitekim Efendimiz (sav): “Sadaka vermede acele ediniz, zira bela sadakanın önüne geçemez.” (Feyzül Kadir, 3/195) “Sadaka belayı önler, ömrü uzatır.”, “Sadaka Allah’ın öfkesini söndürür ve kötü ölümü bertaraf eder.” buyuruyor. Ayrıca Hz. Lokman oğluna: “Oğlum! Bir hata işlediğinde hemen arkasından sadaka ver.” tavsiyesinde bulunmaktadır.

“Sadaka Allah’a sadâkattir.” Sadaka ve sadâkat aynı kelimenin türevidir. “Doğruluğu ve tasdiklemeyi” ifade eder. Tasdik de aynı kökten gelir. İman da tasdik olduğuna göre; iman ile sadaka arasında bir yol ve bağ var demektir.

Kur’an-ı Kerim’de ise şöyle buyurulmaktadır: “Mallarını Allah yolunda harcayan, sonra da harcadıklarının peşinden (bunları) başa kakmayan ve gönül incitmeyenlerin Rableri katında mükafatları vardır. Onlar için korku yoktur. Onlar üzülmeyeceklerdir de.” (Bakara, 2/262)

Bu bahsi kapamadan önce Tirmizi’de geçen şu enteresan hadisi zikretmeden geçemeyeceğim:

Rasulullah (sav) buyurdular ki: “Allah arzı yarattığı zaman, arz sallanmaya (tıpkı bir hurma ağacı gibi sağa sola) yalpalar yapmaya başladı, bunun üzerine dağlarla onu sabitleştirdi ve böylece arz istikrarını buldu. Melekler dağların şiddetine hayrette kaldılar. “Ey Rabbimiz!” dediler, “Dağlardan daha şiddetli bir mahlûk yarattın mı? “Evet” buyurdu. “Demiri yarattım.” “Demirden daha şiddetli bir şey yarattın mı?” dediler. Hak Teala: “Evet” dedi. “Ateşi yarattım.” “Ateşten daha ağır bir şey yarattın mı?” diye yine sordular. Hak Teala: “Evet” dedi, “Suyu yarattım!” “Sudan daha şiddetli bir şey yarattın mı?” dediler. Hak Teala cevap verdi: “Evet, rüzgarı yarattım.” Rüzgarlardan daha şiddetli bir şey yarattın mı?” diye sordular. Hak Teala: ”Evet, insanoğlunu yarattım” dedi ve devam etti: “Eğer o, sağ eliyle sadaka verir, sol eli görmeyecek kadar gizlerse (daha şiddetlidir).”

Zenginlik, fakirlik, mal-mülk mevzuu çok önemlidir. Tafsilata girdiğinizde ciltler dolusu eserler ortaya çıkar. Bizim burada bir makale boyutunda vurgulamak istediğimiz şey, ancak konuyla alakalı ölçüleri verebilmek, ilke ve prensipleri ortaya koyabilmektir. Çerçeveyi belirledikten sonra içerisini doldurmak kişinin ilgi, bilgi, kabiliyet ve kulluğuyla alakalı bir keyfiyettir. Nihayetinde hepimiz bu dünyaya ticaret yapmak üzere gönderilmiş varlıklarız. Ticaretten maksat kazanmaktır. Allahu Teala şöyle buyuruyor: “Ey iman edenler! Sizi elem dolu bir azaptan kurtaracak bir ticaret göstereyim mi size? Allah’a ve Peygamberlerine inanır, mallarınızla ve canlarınızla Allah yolunda cihad edersiniz. Eğer bilirseniz bu sizin için çok hayırlıdır.” (Saf, 61/10-11) “Şüphesiz Allah, müminlerden canlarını ve mallarını, kendilerine vereceği cennet karşılığında satın almıştır.” (Tevbe, 9/111)

Konuya bu perspektifle yaklaşılmadığı takdirde dünyanın aldatıcılığı ile karşılaşılacaktır. Nitekim Kur’an’da; “Mal ve çocukların müminleri Allah’ı anmaktan alıkoymaması istenmiş” (Münafikun, 63/9), ayrıca “Dünya hayatının fani, mal ve evlatların da bu dünyanın süsü olduğu bildirilip asıl kalıcı ve hayırlı olanın iman ve salih amel” olduğu hatırlatılmıştır. (Kehf, 18/46)

Bağdatlı Ruhi bu hakikatleri şiir diliyle şöyle özetliyor:

 “Sanma ey hace ki senden zer u sim isterler,

Yevme la yenfeu’da kalb-i selim isterler!”

Yani “Zannetme ki, ahiret gününde senden altın ve gümüş isterler, o gün senden kalb-i selim isterler!”

Yunus da ne diyor?

“Mal sahibi, mülk sahibi,

Hani bunun ilk sahibi?

Mal da yalan mülk de yalan,

Var biraz da sen oyalan.”

Bilmem ki başka söze ihtiyaç var mı?