Evet, tüm hakiki ariflerde olduğu gibi, insan başlı başına şefkat objesi. İnsana başka türlü bakmak mümkün değil. İnsanın kıymetini bilenler hayatın da kıymetini biliyor. Hayatın yani anlamının… İnsan hayatındaki en önemli şey anlamdır. Bizim kültürümüzde “kendini bilmek” ya da “ben feraseti” denilen bu durum, insanın kendine ve hayata dair irfan, hikmet ve marifetinin de temelini oluşturuyor.
Peki bugün özlenen bu irfanı, bu hikmeti ve nihai noktada marifeti nasıl kazanabiliriz? Mesela bugün Yunus’un dergâha yıllarca eğri odun taşımadığından yola çıkarak ya da Aziz Mahmud Hüdayi’nin kadılık makamını bırakmasından, İbrahim b. Ethem’in tacı tahtı bırakmasından hareketle, aynı eylemi yapmasak da aynı erdemi bize kazandıracak olan nedir? Kaldı ki bugün günümüz insanını iyi tespit etmek, iyi tanımlamak, iyi analiz etmek gerek. Derdimiz hakiki insan olmak, yetişmek ve yetiştirmek. Onların başardığını, yani Allah’ın rızasını bugün bize kazandıracak olan nedir? Anasına babasına bakmaktan aciz günümüz insanına bunları nasıl anlatacağız? O nedenle hem bu tespitleri yapmak, hem de sağlam ölçülerle hayata tutunmak, hayatı kuşatmak gerekiyor. Şairin “Aşk imiş her ne var âlemde, İlm bir kıyl ü kâl imiş ancak ...” dediği aşkı bugün nasıl yakalayabiliriz? Temel soru bu olmalı. Günümüz insanına bunun en mütevazı çevirisi, sevgidir. İnsan, sevmek denen erdemi başarmadan, hissetmeden hiçbir duygunun hakikatini yakalayamaz. İnsanı sevmek de böyledir, Allah’ı sevmek de Peygamberleri sevmek de… Hatta ve hatta herhangi bir fikir sahibinin hakikat adına yakaladığı güzel bir duyguyu, düşünüş ve hissediş biçimini okuyup anlatmak ve hissetmek; bunların hepsi büyük bir vicdan, fikir namusu, entelektüel zevk, irfanî zevk olmadan asla mümkün değildir. Bu konuda akıl, seha, idrak ve fıtri ahlak; hepsi birbirini tamamlayan unsurlardır. Aksi halde hakkı sahibine teslim edemeyiz. İnsanlarda olan değerleri yalın haliyle bile tespit edemeyiz. Öyle ki, kırıntının hakkını vermeden külli olanı da yakalamak mümkün değildir. Bir felsefeciyi duygulandırmak ya da bir duyguluyu sağlıklı düşündürtmek aynı şeyler değildir. Akıl olmadan ilim tahsil edilemeyeceği gibi, bilgi olmadan da asla sağlıklı değerlendirme ya da muhasebe yapılamaz. Ama tüm bunların özü duygulu olmak, duygulu yaşamaktır. En önemlisi de duyguları dahi doğru biçimde ölçüp biçip tartmaktır. İnsan, kendi boyunu çok çok aşan bu konuda, kendisine fıtraten verilen ahlaklarla doğru yolu bulabilir. Akıl insana burada lazımdır. Yani doğru tercih yapmakta… O nedenle özlenen irfana kavuşmada hem aklı hem de duyguları doğru kullanmak çok önemlidir. Bu ise insanın kendinden menkul ölçülerle olmaz. İnsan burada bir üst sisteme tâbi olmak durumundadır. Aksi halde filozofik bir helezonda kısır döngüye düşer.
İşin başı aşktır ama bunun güzel meyvelerini toplamak, nihai hedeflerine ulaşmak ancak insan denen canlıyı “nefs” dediğimiz yönleriyle tanıyabilmekle mümkündür. Nefsin özelliklerini gerçek manada bize bildiren olmazsa nefsi nasıl tanıyacağız? Bu konuda bazı referanslar ya da işi başarmış identifikasyon yani örnek aldığımız ya da taklit ettiğimiz özneler, kaynaklar olmazsa nerede durduğumuzu ya da kendimize has doğru bir oluş içinde olup olmadığımızı nasıl anlayacağız?
İnsana sadece nefs hastalıkları itibariyle bakmak bugün insanı kuşatmaya yeterli değil. Bu eksenden baktığımızda Şenel İlhan Beyefendi’nin insanı değerlendirirken farklı uygulamaları ve bakış açıları vardır. Kendisi, insanın yetişme bozukluklarını, komplekslerini, kibrini, hasedini bu açılardan da değerlendirir. Sadece bu kadar mı? O aynı zamanda bilinçaltı, alt benlik ve üst benlik konularını insanı tanıma ve tanımlama, insanın yetişme biçimi, bunun günümüze nasıl taşındığı gibi faktörlerden yola çıkarak anlatır. Ama en çok üzerinde durduğu şey “nefsi tanıma” gayreti ve bu uğurda verilecek mücadeledir. Amaç yine kişiyi bu sıkıntılardan kurtarmak, kendisiyle barışık bir hale getirmek, kendini sevebilmeyi öğretmektir. Hiç şüphe yok ki sevmeden elde edilen ilimden pek hayır çıkmaz. İnsan aksi halde o bilgiyi ya kendini pazarlamak için kullanır ya da sunduğu bilginin tesiri ya da faydası olmaz. Çünkü bir yerlerde bir şeyler eksik kalır. Bütünü göremeyen insanlar parçaları doğru değerlendiremediği gibi, parçaları doğru değerlendiremeyen insanlar da bütüne ulaşamazlar. Baştan sona samimiyet ve gayret isteyen mevzular insanların potansiyeline göre şekillenir.
Bilinçaltına atılan şeyler, geçmişe ait her ayrıntının fotoğraflarıdır aslında. Kendi “ben”imizi şekillendiren en önemli unsurlardan biri de bilinçaltımızdır. İnsanoğlu kendisi için meçhul olan kendine ait tanışıklığında, günü birlik duygulanma, düşünüş ve davranış biçimlerinde yoğun bir biçimde geçmişte yaşadığı olayların bileşkesi olan ve idrakimize giydirilen bilinçaltının yoğun tesiri altındadır. Bunların içinden bazı şeyleri ayıklayıp bazılarına da yol vermesi gerektiğini bilmek insanın ufkunu açar. Aksi halde yanlış duygulanır, yanlış düşünür, eksik duygulanır, eksik düşünür. Çünkü kendisiyle ilgili bir değerlendirme hatası içindedir. Hele hele iş “nefsi tanımaya” gelince ya murad meşrepli olur ve tabir yerindeyse “kudretten doyar” ya da insanların ekseriyetinde olduğu gibi mürid meşreplidir ve önünde sağlam ve gerçek bir rehbere ihtiyaç duyar. Günümüzde de bu hakikat kaçınılmaz biçimde böyledir ve işin can alıcı yönü, gerçekten hem kendini hem bu devrin insanını çok iyi tanıyan “marifet ehli” insanların bu konuda bizlere ne denli faydalı olup olamayacağıdır. Bazen geleneğin alışılmış biçimleri, bazen konunun bu devrin insanına ve bilgi birikimine uygun bir biçimde üstelik de günümüz insanını her boyutta tanımadan yola çıkılan çabalar günümüz insanına ulaşmakta eksik çabalar olarak karşımıza çıkmaktadır. Her entelektüelin kendine göre görüş sergilediği bu konularda günümüz insanının doğru ölçülenmeye ve doğru bilgilenmeye olan açlığı ve arzusu o kadar barizdir ki bunu fark eden insan “çok merhametli ve çok âkil” ise ancak, “insanı ihya ve inşa etmek” gibi bir çabaya soyunması anlamlı bulunabilir. En önemlisi de olayın devamında “başarmış bir insan” olmak önemlidir. Her bir birey bu kriterler açısından gözden geçirilmedikçe, insanların gerçek manada birbirlerine faydalı olmalarında büyük sıkıntılar, problemler, zaaflar var demektir. Tabi işin bir de “fikir namusu” ya da “vicdan” diyeceğimiz bir cephesi var ki, ahlaken gelişmemiş insanların birbirlerine kendi doğrularını ispat ya da izah edemeden dayatması zaten tüm olumlu gibi görünen çabaları dahi ta başında yetersiz kılmaktadır. Eh, demek ki insanlık bir merhamete teslim… Önce merhamet, sonra fikir namusu ve akıl, en önemlisi de kuşatıcı bir ahlak… İnsanlık geçmişte tüm bunları ancak bir “nübüvvet neş’esiyle” yakalayabilmişti. Yani göklerden gelen bir yardım, sağlam bir tutamak, sağlam bir yol… Allah’a şükürler olsun ki son Peygamber (sav) geldi. Öyleyse bugün, O’nun (sav) getirdiklerini sadece söyleyen ve anlatan değil, yaşamış ve yaşayan hakiki örneklere ihtiyaç var. Her devir kendi İmam-ı Rabbani’sini, kendi Gazali’sini, kendi Mevlana’sını çıkardı. Kainatı, âlemleri, insanı yaradan Allah (cc) öyle lütfetti. Onlar kendi devirlerinin insanına ve günümüz insanına ışık tutacak İslamî, irfanî ve entelektüel birikimlerini hiç kıskanmadan ortaya koydular. Büyük bir aşkla, çabayla ve dur durak bilmeden… Çünkü hem cömert hem tevazulu ve en önemlisi büyük bir ölçü sahibiydiler. İlim, ahlak, ölçü ve aksiyon, hepsi vardı onlarda…
Bugün ise insanın kendisiyle ilgili arayışlarına henüz geçemeden “afet masası” diyeceğimiz bir kaos, karmaşa ve fitne ortamıyla karşı karşıyayız. “Kendini tavaf etmeye” devam ediyor insan… Kıblesini yitirmiş… Gönlünü yitirmiş… Kendini kaybetmiş… İnançlarını kaybetmiş… Büyük bir boşluk içinde ve mutsuz… Acınacak halde… Kendini bekleyen hesaptan da müjdeden de habersiz… Çünkü gündeminde yok… Unutmuş, unutturulmuş… Yalnız, yapayalnız ve gariban… İşin içinden nasıl çıkacağını bilemez halde…
İnsanın bilinçaltının “çöplüğe”, geçmişte yaşadığı hadiseler nedeniyle kendisinin “viraneye” döndüğü, insan ilişkilerinin her türlü yalana “gebe” olduğu, kalplerin “yıkık, harap ve bîtap halde” olduğu günümüzde, evrensel ölçekte bir “İslam” ya da “insan” anlatısının nasıl başarılacağı, hikmet arayışı içinde olanlardan tutun da tüm insanlık için en ciddi sorudur. Dünyanın kapitalist yamyamlarından şu insanlığı; istismarcı, zevkçi ve yalancılarından tüm mazlumları, vahşilerinden mûnisleri, zalimlerinden sessizleri kim kurtaracak sorusu hâla cevap bekleye dursun, insana insanı anlatacak, insanı gerçek değerleriyle buluşturacak, insanı insana değil Allah’a kul edecek, tüm kölelik düzenlerini yerle bir edecek güç nerede? İnsanlık onurunu ayaklar altından kurtaracak, insanı sahip olduğu onura kavuşturacak, hak sahiplerini mağdur etmeyecek güç nerede? “Allah’ın adaletini yeryüzüne yayacak” güç nerede? İnananları dahi adeta inançsızlığın derekesine düşüren bu acizlik çemberinden nasıl kurtulacağız? Doğru dürüst imanı olan insanlar dahi hakkıyla kalben buğzetseydiler, Allah’ın (cc) yardımı gelirdi… Herkesi kendi başına ve yalnız bırakan bu keşmekeş ne zaman bitecek? Tüm bu sorular, hâla yeryüzü ölçeğinde büyük bir iman ve ahlak bunalımı olduğunun göstergesidir. Hâla ne Anadolu kıtası büyüklüğündeki davalar ve ne de yeryüzü ölçeğindeki idealler yeterince sahiplenilememiş ve çözüme kavuşturulamamıştır. Ama tüm bunlara mukabil, adeta fetret devri insanı durumunda olan günümüz insanına “ilahi bir nefes” ulaşırsa –ki inşallah yakındır- bu kadar manevi açlığın, bu denli sömürünün, zulmün ve garibanlığın tavan yaptığı bir dünyada, her şeyin yerli yerince ve en güzel şekilde anlatıldığı ve insanın yeniden ayağa kalktığı bir dünyada, Allah’ın (cc) insanlığa merhametinin bir tecellisi olan sabah meltemi misali “keskin ve tatlı manevi rüzgârların” önüne geçecek bir güç düşünemiyorum…
Bugün insanın hikmet arayışı niçin doyurulamaz demiştik… Cinsellikle başı dertte günümüz insanına cinsellik doğru dürüst anlatılmadıkça, İslam’ın bu konudaki ölçü ve bilgi birikimi çağa uygun olarak insani boyutta açıklanmadıkça, insanlar vesvese ve şüphe sorunlarına itminan boyutunda cevap ve çözümler bulamadıkça, ahlaki ve manevi sefalet ve açlık İslam’ın metoduna uygun bir biçimde yerli yerince halledilip doyurulmadıkça, akıl ve kalbe dair kapılar ilim anahtarlarıyla açılmadıkça, maneviyat hamuruyla yoğrulmadıkça, ümit ve tövbe, izzet, şeref ve haysiyet insanlarda manevi güzellikler haline gelmedikçe yani kul, “kul olmadıkça” bu problemlere gerçek manada neşter vurulduğu söylenemez.
Evet, yazımızın başındaki sorunun cevabı, “Ancak Allah’ın (cc) yardımı ulaşırsa…”
İnşallah yakındır…