Günümüzde tasavvuf ehlinin durumuna dair değerlendirmelerinizi alabilir miyiz?
Efendim, günümüzün tasavvufu yahut da geçmişin tasavvufu diyelim; bunlar İslam dininin esas temel kaynağı olan Kur’an’ın ışığı altında hareket etmek mecburiyetindeler ve Kur’an’ın ışığı altında da hareket etmişlerdir. Kur’an’daki haram haramdır. Tasavvufçuya da haramdır, tarikatçıya da haramdır, sıradan bir vatandaşa da haramdır. Yani “Ben Allah’a inanıyorum, Peygamberin de peygamberliğini kabul ediyorum.” diyen insan için haram haramdır. Allah’ın emri diyerek, Peygamber Efendimizin sünneti dahilinde yapılması meşru olan, yenilmesi meşru olan şeyler de helaldir. Kur’an-ı Kerim’de Cenab-ı Hak evvela ne diyor; elinizdeki kitaba şüphesiz iman edin diyor, sonra gaybe iman edeceksiniz diyor. İman gaybe olur, gözle görülen bir şeye inandım denemez. Ondan sonra da namazı emretmiş ve kazancınızdan da infak edin diyor… Bu kadar. İleri doğru gittikçe Kur’an hiç kimseyi mecbur tutmamış illa da inanacaksın diye. Ta ki Müslümanlar cihada mezun olana kadar. Sonra hatta birbirlerine karşı, ne şekilde olursa olsun birbirlerine zarar vermeye başladıkları zamanlar oldu. Müslümanlar ilk zamanlarda cihad farz olmadığı için Mekke döneminde gözleri önünde sahabeden şehitler verdi. Çok işkence görüldüğü halde diğer sahabeler “Ya Rasulallah biz de bunlara aynısını yapalım.” denildiği zaman “Cenab-ı Hak bize izin vermeden biz onlara bir şey yapamayız.” diye mukabele ediyordu. Sonra cihad ayetleri geldi. Cihad ayetleri de “Müşrikler size ne yaptıysa siz de onun karşılığını verin.” diye geldi. Kur’an-ı Kerim’de mevcut olanlardan bahsediyoruz.
“Allah’tan korkun takvalı olun.” Takva nedir? Şüpheli haramlardan kaçınmak demektir. Yani haram olduğunun delili yok ama şüphe var işin içerisinde, ondan kaçınacaksın. Bir de Allah’ın size emrettiği ibadetleri huşu ve huzur içerisinde yapmanızı Cenab-ı Hak emrediyor. Müminun suresi ayet bir, ayet iki, ayet üç, ayet dört ne diyor; “Muhakkak müminler felahtadır. Çünkü müminler namazlarını huşu içerisinde kılarlar. Müminler haram olan sözlerden kaçınırlar.” Boşuna konuşulan, laubalilik, yalana yakın, yalan, iftiraya yakın, iftira gibi. Allah (cc) bunların sohbetlerinden kaçının diyor. Ayet dörtte de Cenab-ı Allah buyuruyor ki: “Zekatlarınızı ehline verin.” Şimdi buradan ne anlaşıldı? Bugünkü tasavvuf ehli bundan sorumlu değil mi yani? Şimdi beş vakit namaz emrolunmuş, zekat emrolunmuş, hac emrolunmuş ama daha öncesinde de kelime-i tevhid… Birinci şart tevhide inanmak. Tevhid de asla ve asla şüphe götürmez. Ben tevhidimi şüphesiz yapıyorum diyen insanın da Kur’an’ın haricindeki bütün işlerden elini çekmiş olması lazım. Yani Allah Kur’an-ı Kerim’de bazı ayetlerde ne diyor; “Allah ve Rasulü’nün düşmanıyla düşman olun.” Allah size bu hususta cihad emretmişse arkanızı dönmeyeceksiniz. Demek ki tasavvuf da olsa tarikat da olsa şeriat da olsa hakikat de olsa marifet de olsa Kur’an’ı yaşamak mecburiyetindesin, mecburiyetindeyiz. Kur’an’da Allah (cc) riyadan, mürailikten çekinmemizi emrediyor; emanete ihanet yapmamamızı emrediyor… Namazlarımızı muhafaza etmemizi emrediyor ve sonra da Cenab-ı Hak bizim için ahiretteki hazırladığı mükafat yerlerindeki mükafatlarımıza da sizi varis kıldım diyor.
Efendim, bunlar başlı başına tasavvuf ehlinin bir özeti gibi oldu ve bunları prensip alarak tasavvuf ehli hayatını şekillendiriyor.
Tamam, bunun başka yolu yok. Bazıları diyorlar ki “Biz şeriattan çıktık biz tarikat ehliyiz, biz hakikat ehliyiz, biz marifet ehliyiz.” Allah muhafaza buyursun, bu sapıklığın en büyüğüdür veyahut “Biz daimi salâtız” diyorlar. Böyle sapık sapık konuşanlar da var. Cenab-ı Hak Kur’an-ı Kerim’de; “Benim kullarım daimi salât, onlara beş vakit namazı kaldırdım” diyor mu? Neye dayanarak konuşuyoruz biz? Bizim ilahi kanunumuz bu. Müminlere ait kanun bu. Biz müminiz, mümin olmanın şartlarını söylüyor Kur’an. Şeriat demek bir yol demektir, tarikat da yol demektir, hakikat de yol demektir… Ama bunların içerisinde yollardan sınıf sınıf geçiyorsun… Hani var ya; “Ebrârın hasenâtı, mukarreblerin seyyiâtı olmuştur.” deniyor. Bir sınıf vardır ki onlar için hasenedir. Ama bir sınıf da var ki onların hasene dediğine diğerleri günah diyor. Niye? Tevhidde ilerleyen bir kimse gözünün gördüğünü de kalbine intikal ettirmeyecek. Eğer gözünün gördüğünü kalbine intikal ettirirse aynen o suçu işlemiş gibi oluyor. Onun için “seyyiâtül mukarrebin” yani mukarrebunun günahı deniliyor. Bunun üzerinde durun… Gözünün gördüğünü kalbine intikal ettirmiyorsan, sen burada epey bir yol almışsın demektir.
Azimetle ya da ruhsatla amel etmek hususunu değerlendirir misiniz?
Evet, ruhsatla olan şeylerde hani diyoruz ya “hasenâtül ebrar”, o “hasenatül ebrar” olan insanlar işte kendilerine göre namazlarını kılarlar, ibadetlerini yaparlar, senede bir ay oruçlarını tutarlar. O kadar derecesi onun… Ama mukarrebûn ise gözünün gördüğünü kalbine intikal ettirirse o suçtur. Mesela yoldan geçen birini gördüğün zaman bu çok güzelmiş deyip kalbinden de bunu tasdik ettirirsen senin için günahtır bu. Ama yine Kur’an’ın içinde bu, dışında değil. Bazıları da var ki “Biz ehli tasavvufuz diyorlar, biz artık şöyle olduk böyle olduk” diyorlar, olmaz. Kur’an’ın dışında olan mesela bazı insanlar var namaz kılmıyor sadece efendisine gidip geliyor. Ne demek bu? Muhterem bütün ehli ihvana sesleniyorum: Allah’ın Rasulü’nden başka, Allahu Zülcelal velkemal Hazretlerinin yanında imtiyaz sahibi yok. Tek Hz. Peygamber Efendimiz var. Allah’ın yanında nazı geçen, duası geçen, sözü geçen kainatın en makbul insanı olan, Allah’ın çok sevdiği insan olan O… Geçmiş bütün peygamberler bizim peygamberimiz; Adem (as) da bizim Peygamberimiz, Musa (as) da bizim Peygamberimiz. Ama Hazreti Peygamberin gelişiyle beraber peygamberlik Hz. Peygamber Efendimize verildiği için son Peygamber olarak Peygamberimizi çok seviyoruz. Onları da peygamber olarak seviyoruz. Çünkü Cenab-ı Hak Kur’an-ı Kerim’inde peygamberler arasında ayrım yapmayın diyor. Falan peygamber filan peygamberden üstün demeye hakkımız yoktur. Böyle bir salahiyetimiz de yoktur. Peygamber Efendimizden yani onun ayarındayım demek bile Allah muhafaza buyursun küfre götürür insanı… “Habibim; seni alemlere rahmet olarak gönderdim.” Sen rahmetsin, rahmeten lil alemin. Aleme sen rahmetsin. Çünkü sen Kur’an’ı getirdin... O dahi dememiştir ki “Siz bana tabi olduğunuz için sizi cennete götüreceğim…” Aşere-i mübeşşere hakkında bir müjde gelmiştir, onu söylemiştir. Bedir savaşındakiler için bir müjde gelmiştir, onu söylemiştir. Bazı sahabeler hakkında da kendine has kendine mahsus övgü yapmıştır. “Seni çok seviyorum, Ehl-i Beytim gibi seviyorum” demiştir. Bu O’na ait. Ama siz ne yaparsanız yapın, bana inandığınız için ben sizi kurtaracağım diye böyle bir şeyde de bulunmamıştır. Peygamber Efendimiz böyle bir şey söylemediğine göre ondan sonra gelenlerin böyle bir şey söylemesi, sinek vızıltısından başka bir şey değil…
Peki, mürid toplamak için mi yapıyorlar bunu efendim?
Benim aklım ermez ona. Ben tasavvufla, tarikatla, şeriatla ilgili olarak arada böyle iniş çıkış yapanlar olursa şayet – bizde de olabilir bu hal, Allah bizi de muhafaza buyursun.- uyarma görevini yaparız. Bir hoca efendiden Kur’an dersi alınır, bir hoca efendiden Hadis dersi alınır, bir hoca efendiden Fıkıh dersi alınır, bir hoca efendiden de “edep” dersi alınır.
Edeplenmek hususunda da eğitime ihtiyaç var, değil mi?
Seyyid Abdulkadir Geylani Hazretleri tarikat kuruluşlarında birincidir. Ahmet el Rıfai, İbrahim Dessuki, Ahmet el Bedevi gibi böyle 14 pirân-i izam vardır. Bu ümmeti Muhammed sokakta dolaşmasın, ilimden mahrum kalmasınlar diye onları mekteplerine almışlar. Bugünkü özel mektepler gibi… Kur’an-ı Kerim’de Cenab-ı Hak buyuruyor ki: “Annenize, babanıza karşı hizmet ederken öf demeyin.” Bu terbiyeyi nereden alacağız biz? Adam kırk sene dervişlik yapıyor bundan haberi yok. Bunun terbiye neresinde? Uyduruk böyle bazı çarpıcı hareketler var. Şöyle yapar böyle yapar kafasını… İnsan gibi diren be... Allah kıyamı farz etmiş her yerde kıyam yapacaksın. Bir yerde bir mümini sevip savunurken onu da böyle mertçe savunacaksın. Kamburlaşma, böyle maymun gibi olma. De ki, ben bu çocuğun haklı olduğunu savunuyorum. Namazda nasıl kıyamda duruyorsan ticarette de öyle olacaksın, sanatta da meşru olan işlerin başında dik duracaksın. Zayıfsa bir şey demiyorum tabi, hastalıklıysa ona da bir şey demiyorum. Demek ki bu terbiyeyi nereden alacağız? Tasavvuf ocakları dediğimiz, tarikat ocakları dediğimiz, edep mektepleri dediğimiz yerden alacağız. Bunlar bunun için açılmıştır zamanında. Bunlar sadece edep değil toplumda nasıl geçinilmesi gerekiyorsa onları da öğretmiştir. Yani ticareti öğretmişler, sanatı öğretmişler, hatta fizik-kimya öğretmişler, sporu öğretmişler, ziraatı öğretmişler… Yani öğretilmeyen ilim yoktur dergâhlarda. Oranın adı da dergâh bir kere. Dergâha gelenin kabiliyetine göre efendi onu terbiye etmiştir. Her gelene aynı terbiyeyi veremezsin kardeşim. Bu adamın kabiliyeti neyi götürüyorsa oradan yürüteceksin. Bazen dostlara söylüyorum Beşiktaş’taki Yahya Efendi dergâhının tercümeli halini okuyun. Bu zat nasıl bir zat okuyun; bir kısmı ziraat, bir kısmı ticaret, bir kısmı gemicilik yapıyordu… Onun için terbiye deyince sadece böyle uslu uslu oturma değil, kafasını öne eğip saatlerce leylek gibi düşünmek de değil… Terbiye ne demek? Terbiye, yalan söylemeyen insan demektir. Terbiye, yaptığı işte hile yapmayan insan demektir. Terbiye, verdiği sözü yerine getiren insandır. Terbiye, emanet edilen bir şey varsa onu kullanmadan, hile yapmadan sahibine vermek demektir; terbiye bu demektir. Terbiyenin birçok yönü var. Biz terbiye deyince elimizi kolumuzu bağlayalım, kafamızı eğelim, efendi ne derse kafa sallayalım anlamamalıyız… Buna mı terbiye diyoruz biz? Bu terbiye değil. Terbiyeyle bunun alakası yok. Birisinin önünde secdeye varılır mı? Allah yeryüzünde, kainatta bir yere tavaf edin diyor, on yere tavaf edin demiyor. Beytullah’ta tavaf edeceğiz ve kıbleye karşı duracağız, elimizi bağlayacağız. Tasavvuf kelimesi bu dergâhlar açıldıktan çok sonra konuşulan bir kelime. Sonradan da alışılmış bir kelime oldu. Sofilik kumaş ticareti gibi oldu, başka yönlere de çekiliyor. “Tarikat şeriat yoldur varana, hakikat marifet andan içeri” diyor ya Yunus. Yani daha ilerledikçe daha iyi anlaşılır. Bazı insan vardır ki on saat uyur. Günaha mı girer? Yok. O tarikata da girse on saat uyusun, zararı yok. Ona ille de 2 saat uyu 5 saat uyu diyemezsin. Bir zaman geliyor ki her şey düzeliyor, melekleşiyor artık. O kendiliğinden uykuyu sekiz saate indirir. Bir zaman da gelir ki çok daha inceliyor artık. Uykuyu altı saate indirir. Öyle bir zamanda gelir ki uykuyu dört saate indirir. Sonra iki saate iner. Sonra ne olur biliyor musun? Gözünü yumar açar 10 saatlik uykuyu almış olur. İşte o dereceye gelmeden bir insan, 10 saat nerede, gözünü açmak kapamak nerede!.. Sen şimdi yumup açanlar kadar mübarekliğe soyunursan -Allah muhafaza buyursun- çırılçıplak ortada kalırsın. Rezil olursun. Burada edep kalmadı, haya kalmadı, akıl kalmadı, izan kalmadı… Şimdi kalkıp “Ben Genelkurmay Başkanı oluyorum.” desen ne yaparlar biliyor musun? Akıl hastanesine gönderirler. Onun için “Ben öyle bir hale geldim ki gözümü yumup açtığım zaman 10 saatlik uyku gıdamı alıyorum” demek gibi, kendimizde olmayan halleri varmış gibi göstermemiz de ayrıca başka bir rahatsızlıktır…
Mürşid-i kamillerin yanı sıra bir de “sohbet şeyhleri” var. Bir de şeyhi vefat ettikten sonra vekaleten onun yolunu devam ettiren şeyhler var… Şimdi bunlar esasen hepsi birbirinden farklı farklı kategoriler ama yine de ‘Biz de şeyhiz’ diyerek ortalığa çıkanlar var, esasında vekaleten devam ettiriyorlar. Vekaleten devam ettirmesi de iyi bir şey kötü manasında değil… Ama ben de ‘mürşid-i kamilim’ demesi bazı sıkıntılara sebebiyet veriyor… İnsan eğitiminde bir “Abdulkadir Geylani’yle ben aynıyım” demek nasıl bir şey… Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Efendim şeyhliğin üç şeklini önce bir söyleyelim: Birincisi; yaşlı insanlara, böyle sekseni aşmış insanlara da “şeyh” denilir. İkincisi “ilmen şeyh” denilir. Alim insanlara hafız insanlara – hafız dediğimiz zaman hadis ilminin hafızları vardır, 20-30 bin hadis ezberlemiştir. Onlar da şeyh diye geçinirler. Bir de “amelen şeyh” vardır. Çok ibadet eder, kimsenin işine karışmaz, kimseye karşı dilini kirlendirmez, gözünü kirlendirmez ve öyle boynu bükük bir insandır. Bunlar zaten bir başkasına da seni kurtaracağım falan diye bir şey de demezler. Gerçek mürşid ise Kur’an-ı Kerim ile Peygamber ahlakıyla, sünnetiyle, bir elinde Kur’an bir elinde sünnet olan yani Peygamber Efendimizin 23 senelik ahlakı elinde, bununla beraber yürüyor. Oğlum sağa sapma, sola sapma, doğru yürü arabana iyi bak, kendine iyi bak diyor vs... Bunlar insanları ruhen de terbiye eden insanlardır. İşte diyoruz ya enbiyada mucize, peygamberlerde mucize, ehlullahta da keramet, müminlerde de feraset olur. Yani feraset müminin nazarıdır. O iyi gelişmiş olan insanların gözünü, fehmini Cenab-ı Hak açmış, onlar ben mürşidim falan demiyorlar ama herşey ortada…
Dünyanın düzeninden mesela çobanlardan bahsedeyim ben size… Çoban diyor ki; bu sene kış çok olacak… Okur yazarlığı yok bunun. Nereden anlıyorsun kışın çok olacağını? İşte ayvalar bol oldu, koyun kuzusunu bu şekilde yanına alırsa kış geleceğine işarettir. Ama ne de olsa çoban bu, ben çoban değilim ki o ilmi sana anlatayım. Ama çoban diyor ki kış hafif geçecek, koyunun şöyle duruşundan koçun böyle yapışından erken gelecek diyor. Yani hava raporunu veriyor. Medyada hava raporunu verenler nereden veriyor? Aletlerle gelen rüzgarı keşfediyor. Rüzgar Edirne’den girdi, iki ilâ beş saat sonra İstanbul’a 100 km hızla gelecek, dikkatli olun diyor… Ama rüzgar geliyor Çekmece’ye sonra dönüp Tekirdağ’a gidiyor veya Anadolu’ya geçiyor. Bir tahmindir bu. Yalan söyledi diyemeyiz buna ama bazen de tutturuyor. İşte müminin de feraseti bunun gibidir. Yani mümin “Sen böyle gidersen böyle olursun” diyor. Nasrettin Hocaya birisi gelmiş demiş ki: “Hoca efendi filan köye kaç saatte gidilir?” “bilmem” demiş, adam yola devam etmiş…Tam o sırada “Hemşerim dur, sen o köye bir saatte gidersin.” demiş Nasreddin Hoca…“Hoca efendi demin niye söylemedin?” deyince, Hoca “Oğlum yürüyüşüne bakmadım ki söyleyeyim. Bu yürüyüşle gidersen bir saatte gidersin, daha ağır yürürsen iki saatte gidersin, beni yalancı çıkarırsın.” demiş. Yani bir insanın yürüyüşüne göre kanaatini söyleyeceksin. İlle de böyle böyle olacaktır deme yani. Şimdi öbür insanlar da ta Adem’den (as) bu güne kadar gelen insanların hayatını göz önüne alıyor, bakıyor, inceliyor ve Allah da o insanlara bazı işaretler veriyor. Yani burada da kıskanmayalım şimdi. O halde olan insanları Allah rüya yoluyla, hal yoluyla da irşad ediyor ve işaret ediyor. O da ihvanına diyor ki: “Evladım biraz dikkatli olalım, üzerimizde bir musibet gibi bir şey görünüyor. Sonra yanar canımız, daha çok ibadetinize önem veriniz. Namazınıza daha çok önem verin, Kur’an’ınıza daha çok önem verin…” İşaret verdiği için de onlara da “mürşit” deniliyor… Ama o mürşitlerin hepsi de Kur’an ilmini çok iyi bilen insanlar, cahilden mürşit olmaz. Cahilden ancak kendi halinde takva bir insan olur. Haramı duymuş haramdan elini çekiyor. Günahı duymuş günahtan elini çekiyor. Ne duyduysa ondan elini çeken insanlardır. Bunlar mürşit değildir. Öyle kendi kendimize “Mareşallik” oyunu oynamayalım. Diğerlerine gelince, “Ben hocamdan okudum, ben de okuduğum kadar okuttum. Ben Kur’an’ın kendim mucidi değilim yahu” derler. Kur’an’ın mucidi önce Allah sonra Peygamber Efendimiz. Ashab-ı kiramdan da ezberleyenler bir sonrakine aktarıyor, günümüze kadar -mesela hafızlık müessesesinde olduğu gibi- devam ediyor. İşte onun gibi, bazıları da “Ben efendimden duydum şu kadar tesbih çekiliyor, bu kadar tevhid yapılıyor.” diyor. Olsa olsa vekil olur bunlardan. Mürşidi bırak vekil olur. Bakın şimdi Sure-i İbrahim’de bir ayet-i kerime var. 21. ayet; “Onlar bir toplum meydana getirir ve kendilerini de o toplumdan üstün görürler.” Şimdi bunların başına geçeceklere bak, yarın ahirette ben sizi kurtarırım diyen insanlara tabi olanlar diyorlar ki: “Biz size tabi olmadık mı? Siz bizi kurtarmayacak mıydınız? Öyle söz vermediniz mi?” “Şimdi bir azap var önümüzde, çetin bir yol, burada bizi kurtarın…” O zaman o dünyada boylu poslu nameli nameli konuşanlar ne diyecek? “Cenab-ı Hak bugün bize hidayet etseydi biz de size yardımcı olacaktık. Ama bize hidayet olunmadı bugün. Biz de bu azaba düştük, siz de bizimle beraber buyurun gelin.” O kadar yedirdiğiniz meyveler, efendim lokumlar, kestaneler, fıstıklar hep boşuna mı gitti? Onun için insanın kilosu neyse onu konuşur. “Ben size ancak efendimden öğrendiğimi öğretiyorum” derse ondan zarar gelmez. İster yap ister yapma. O alıcının da zararı olmaz vericinin de zararı olmaz. Mesuliyet olmaz. “Ben burada çalışıyorum beş lira yevmiye alıyorum. Sen de çalış beş lira yevmiye al.” dendiğinde çalışırsa alır çalışmazsa ne yapalım, çalışmadı. Yani sen çalışsan da çalışmasan da akşam sana bu beş lira verilecek diye bir kaide var mı, yok. Vekillerin de mesuliyeti yok. Ama “Şeyhim, mürşidim!” diyenlerde mesuliyet çok, ona göre düşünsünler. Yani Sure-i İbrahim’deki 21. ayeti okusunlar ve tövbekâr olsunlar. Ben niye diyeyim ki, ben seni ahirette kurtarırım diye. Peygamber Efendimiz kızına söz vermemiş ki… Sen kim oluyorsun da önüne gelenleri kurtarıyorsun. Parayı kim verirse onu kurtarıyorsun. Bunlar çok acayip, büyük günahlardır. Biz bugün çok güzel şeyler açıkladık, okuyanlar anlasın. Peygamber Efendimiz ahlaken ne diyor: “Ben yeryüzünün ahlakını tamamlamaya geldim.” O‘nun yaşadığı zamanda münafıklar, o zamanın kalleş insanları Peygamber Efendimize karşı acayip isimler takmaya başladılar. Ayeti kerime geldi, Cenabı Allah emrediyor: “De ki, ben de sizin gibi bir beşerim, ben de Allah’ın bir kuluyum. Benimle sizin aranızdaki fark, bana vahiy geliyor ben de size tebliğ ediyorum.” Bu kadar. Şimdi Peygamber Efendimize ayet geldi, okudu, ezberledi, ezberletti, onun içinde haram var, helal var, yasak var, emir var, nehiy var… “Ya ben Peygamberim, yapmasam da olur.” demiş mi yani? Ne emrolunduysa Peygamber Efendimiz de harfiyen yapmıştır. Sen kendi adını ne koyarsan koy. Peygamber Efendimiz ne gavstır, ne âzamdır, ne kutuptur, ne bilmem nedir... Ne koyarsan koy adını kardeşim… Yarın köprü başında belli olacak ya. Soyarlar seni, çırılçıplak ederler. “Söyle bakalım sen nesin? Bir daha duyalım, hadi söyle. Var mı böyle bir şey?” derler…
Şunu mu demek istiyor bir bakıma; “Ben bütün dünyayı irşat edebilecek güçteyim!”
İrşat ettin de ne oldu? Ne oldu yani? Bütün dünyadaki Müslümanların hali nasıl!.. Onun için Müslümanlar demin de söylediğimiz gibi hâlinin üzerine çıkmamalı. Ben buyum arkadaş. Ben sana ancak bu kadar tarif edebilirim. Bak şimdi Cenab-ı Hak Enam suresinde 165. ayette diyor ki; Cenab-ı Hak insanları vazifeli olarak yeryüzüne gönderiyor. Bazınızı da bazınızdan dereceli olarak gönderiyor. Ama ne hususta? Bir hususta. Birisinin derecesi budur ama diğer dereceye gelmemiştir… Mesela İstanbul’da şimdi çok güzel Kur’an okuyanlar var, ben de okurum ama Allah ona nasip etmiştir. Sen dinlemek mecburiyetindesin. Birisine Cenab-ı Hak muazzam para vermiş, zenginlik vermiş. O zengini de gördüğün zaman ağabey demek mecburiyetindesin... Neden? Dünya işini yapmak için, biraz da ticaret erbabıyla hoş geçinmek mecburiyetindesin. Kul ol demiyorum sana, boyun eğ de demiyorum ama hoş geçineceksin. Niye? O senden zengin kardeşim. O da malıyla millete faydalı olur. Ama Kur’an okuyamıyor da bu şekilde vazifeli yani derecesi farklı… O da onun imtihanı… İlim en son Allah’a dayanır. Allah’ın ilminin üzerine de daha ilim yok. Cenab-ı Hak da bazı kullarına da böyle sermayeler veriyor. Mesela köylerde bile vardır bu. Bir dul kadın vardır kimsesi de yoktur, garibandır. Başı ağrıyan ona gider, o bir dua eder, Allah şifa versin der. Adam da çıkarır bir lira verir, ona bir hediye alır. Onlarla geçinir, dua etmesiyle geçinir. Aynı Fatiha’yı ben okuyayım olmaz. Ona vermiş Allah o meziyeti. Allah onu sevmiş, oğlu yok, uşağı yok, evi yok barkı yok... Cenab-ı Hak da onu öyle geçindiriyor. Allah’ın rızık kapıları, Allah’ın ilim kapıları o kadar geniş ki... Binbir tane ilim kapısı var. Yani hangisini ömrün kafi gelecek de bitireceksin, gelse bile anlamazsın bir şey. Adam iki üniversite bitirir. Ama bitirdiği üniversitelerden de bir şey anlayamaz. İlk üniversiteyi bitir, onun inceliklerine vakıf ol, ondan sonra kanaat et otur. “Ben üç tane üniversite bitirdim.” diyor adam. Neye yaradı? “Beyazıt’ta büfe çalıştırıyoruz…” Böyle oldu mu yani? Bir tane oku, doğru oku, adam ol… Cenab-ı Hakk’ın böyle kulları da vardır. Yani o kulların sözünün dinlenmesi için, rehberlik yaptığı için Allah ona da bir sermaye verir. Buna da tasavvufta ne diyoruz? “Tasarruf sahibi” diyoruz. Tasarruf sahibi olmayandan veli olmaz.
Peki bilir mi tasarruf sahibi olup olmadığını?
Tasarruf sahibi olduğunu bilmez de birisine bir şey yaptığı zaman yerini bulursa anlar ki elinden gelenin ötesindeyse demek ki Cenab-ı Hak bana böyle bir lütuf ihsan etti der. O yapıyor ben de yapayım dersen olamazsın. Arabın bir tanesi gelmiş İmam Ali’ye (kv); “Bana bir dua oku, okuduğum altın olsun.” diyor. İmam Ali de okuyor; “Bismillahirrahmanirrahim, elhamdü….” diyerek Fatiha’yı okuyor, üflüyor altın oluyor. Arap bakıyor kolaymış diyor. Gidiyor o da okuyor, okuyor, okuyor ama altın maltın olduğu yok!.. Bu sefer ne diyorlar; “Kur’an aynı Kur’an ama okuyan aynı insan değil…” Onun için tarikatların, camilerdeki cemaatlerin, böyle ilmin sulanması hep bu kıskançlığın yüzünden oldu. Kıskançlık var işin içerisinde. O oldu ben niye olamıyorum? Ben de yaparım. Ben de kutubum ben de gavsım ben de müceddidim falan derken, ondan sonra bir de bakıyorsun ki hiçbir şey yok ortada. Ne oldu yani... O yüzden Allah bizleri görünür görünmez her türlü hilebazlıktan muhafaza buyursun. Tabi bunun ardında biraz da menfaat yatıyor. Menfaat olmasa insanlar kolay kolay sapıtmaz. Efendilerimizden duyduğumu anlatıyorum nakil yapıyorum: Biri evinde yemek yerken efendisi buyurmuş ki: “Oğlum bu yemeği al götür, toprağı eş, göm. Köpeğe dahi verme bunu.” Tabi adam üzülmüş, bunda bir hikmet var, acaba bizim hatunun kusuru mu var diye. Bir şey de diyemiyorlar. O yemeği yememişler gömmüşler. Aradan zaman geçtikten sonra sormuşlar; “Efendim hikmet neydi? Biz bu yemeği niye böyle yaptık?” Demiş ki: “Evladım yemek güzel de demiş hanım kızımız yemeğin tuzunu atarken besmeleyi unuttu, gafletle hazırlanan yemek insanı gaflete götürür.” Biz sağda solda karnımızı doyurup geliyoruz. Şimdi nasıl olur ki ben bundan 500-600 sene evvelki Allah dostlarının ayarındayım diyebilirim. Aradaki farkı ölçün bakalım, ölçün... Anadolu’da birçok Allah dostları kasabayı terk ediyor, evi terk ediyor, köyünü terk ediyor, ormanın içerisine gidiyor. Ormanın içerisinde de meşgul oluyorum huzurum kaçıyor diyip mağaraya giriyor. Mağarada Cenab-ı Hak onu balla kaymakla besliyor. İşte böyle teslim olursan Allah’ın lütfuna böyle mazhar olursun. Ama şimdi biz mağaraya gitsek ölürüz kokarız, kokumuz etrafa dağılır. Ona mahsustu o, bize mahsus değil. Onun için gözümüz görmediği için biz onu yiyebiliriz caizdir diyoruz. Ama onlara göre kalp gözü açık olan insan bunları yemez, içmez, semtinden de geçmez. E mübarek sen bu vaziyette ihvanı kandırıp da ben mürşidim, gavsım, kutubum dediğin zaman Allah sana bunun hesabını sormayacak mı zannediyorsun? Onun için onlar 500-600 sene evvelki zatlar. Yani Hacı Bayram Veli Hz.’leriyle Akşemsettin Hz.’lerinin buluşmasını göz önüne getirelim veyahut da İznik’te yatan Eşrefoğlu Rumi Hz. de Hacı Bayram Veli’nin yetiştirdiklerinden, onun ihvanı. Bir bakın nasıl o kapıya teslim olmuşlar, ne yapmışlar? Kendi elleriyle kendi kazançlarını temin etmişler. O Hacı Bayram Veli’nin olduğu o düzlük şimdiki caminin olduğu yer, o zatın harmanı ya. Çalışıyorlar hep beraber karınlarını doyuruyorlar. Ayrıca ihvanın da evli olanlarının evine zaire gönderiyorlar. Onlar da evlerinde mutazarrır olmasınlar diye. İçlerinde kendi emekleri olduğu için kendilerine helal rızık temin ediyorlar. Diğer böyle Allah dostları Pîri Şaban-ı Veli Hz. olsun, Aziz Mahmud Hüdayi olsun, Sümbül Efendi, Merkez Efendi, bunlar böyle havadan sudan kazanılmayan insanlar. İstanbul çok zengin bir yer. İstanbul’un altı üstünden çok çok zengin. Bir defa düşünelim yani vicdanen, ben bugün bunların başına geçtim ağa oldum, paşa oldum bunlara her şeyi kabul ettirdim ama ben yarın öbür gün bir yere sıkıştırılacağım, kabir denen bir yere sıkıştırılacağım. Oraya sıkıştırıldığım zaman bana derseler ki; “Sen niye böyle yaptın?” Ben ne cevap vereceğim? Ya bunu bir defa düşün ya. Bu kadar da düşüncesi zayıf olan insanlar Allah muhafaza buyursun iyice zayıf demektir. Allah bizleri muhafaza buyursun. En son bunu düşünmek lazım; “Ben dünyada her işi yaptım; ağa oldum, paşa oldum, zengin oldum, alim oldum, şeyh oldum, mürid oldum, herkesi de inandırdım kardeşim, hepsi de inandı. İnandı ama ben de bu işin ehli olmadığımı biliyordum!.. Ama kabir denen o daracık yere girdiğim zaman kaçacak yer de yok, bana deseler ki; ‘Şu hesabı ver.’ Nasıl vereceğim! Ne diyeceğim!” “Hangi unvanla geldin buraya beyefendi? Gavs olarak mı geldin paşa olarak mı geldin milyoner olarak mı geldin?” dediklerinde sen orada diyemezsin ki “Kul olarak geldim.” Ama bir fakir gariban ne der biliyor musun? “Ben buraya kul olarak geldim.” O kurtarır kendisini de sen kendini kurtaramazsın… Ya onun için Allah bizleri gafletten muhafaza buyursun. Tarikat, şeriat bunların hepsi aynı okkadan çıkan kalemin ucundaki damla gibidir. Şeriat, tarikat, hakikat, marifet bunların hepsi okkanın –kalemin- ucundaki damla gibidir. Öyle namazsız, ibadetsiz, şükürsüz, niyazsız hiçbir şey olmaz. Ders alsan ne olur almazsan ne olur. Bir başkasına gidip bağlanmayla ne kazanacaksın ki, o ne kazanacak? Belki insanlardan bir dünyalık elde edersin.
Bazıları da aidata bağlıyorlar. Ayda şu kadar para vereceksin dergâha!.. Ya bunu kim yapmış kardeşim ya. Bu tarikat kurucuları içerisinde bunu hangi mürşit yapmış!.. Şah-ı Nakşibendi Hazretleri mi, Pir Şaban-ı Veli Hazretleri mi, İbrahim Gülşenî Hazretleri mi, Aziz Mahmud Hüdayi mi yapmış? Hacı Bektaş Veli mi yapmış? Mevlana Celaleddin Rumi mi yapmış? Seyyid Abdulkadir Geylani mi yapmış? Ahmet er Rıfai mi yapmış? Kim yapmış da sonradan sen bu işi şirkete döndürdün? Anonim şirketi yaptın. Garibanları kandırdın sömürdün... Bunların cezasının ne olacağını hiç düşünmedin mi sen? Kork ya Allah’tan kork ya. Hiçbir şeye gücün yetmiyorsa Allah’ın sana soracağı sualin karşısında ben ne yapacağım diye biraz üzül yahu. Bu üzüntü de yok sende be. Allahu Zülcelal’in bize kabirde, mahşerde, mizanda, sıratta soracağı suallerin karşısında dünyadayken biraz üzülmemiz lazım, sıkılmamız lazım… Bana böyle bir sual sorulursa ben ne cevap veririm diye ağlaman, üzülmen lazım ki Cenab-ı Hakk’ın affettiği kullarından olasın. Yoksa başka türlü işimiz biraz zor. Allah cümlemizi hidayete eren kullarından eylesin.
Amin. Allah razı olsun efendim. Son olarak okuyucularımıza söylemek istediğiniz bir nasihatiniz, bir mesajınız var mı?
Efendim bütün ihvana, bütün okuyucularımıza ben acizane fakirhane sözüm şudur ki, namazlarını terk etmesinler. Namazlarının haricinde dünya arzularına tabi olmasınlar… Dünyanın içersindeki oyunları ve oyuncakları da sevmesinler. Çünkü Cenab-ı Hak birkaç yerde böyle diyor: “Siz havai arzularınızı, isteklerinizi kendinize ilah edinmeyin.” diyor. Biz ne yapacağız Cenab-ı Hak’tan başka ilahımız yok, tek inancımız o, tek güvendiğimiz o diye Yüce Rabbimize yalvaracağız. Başka, başka bir bildiğim yok. Bir tek bildiğim var gece gündüz Allaha yalvarmak. Genç olsun ihtiyar olsun her adım atışımızda kabre doğru bir adım daha attığımızı; her gün yatarken yatağa ben bugün kabrime biraz daha yaklaştım diye diye 60-70-80 sene her gün bunu tekrarlayacaksın. Ölümü hatırlatmak insanı çok kötü şeylerden korur. Adam öldürenler, hırsızlık yapanlar, kumar oynayanlar, içki içenler, her türlü malayani sözlerle, ömrünü “laklakla” geçiren insanlar bu düşünceden uzak olur. Ölümü hatırlamak lazım. Ölmeden evvel kendinizi hesaba çekin diyor Peygamber Efendimiz. Her gün hesaba çekin. Peygamber Efendimiz her akşam günde 100 defa istiğfar getiriyormuş. Niye getiriyordu? Günahkar mıydı? İşte bize örnek olsun diye. Benden sonraki ümmetim de benim gibi yapsın diye tavsiye olunmuştur. Yani yaparsak hepimiz iyi oluruz. Allah hepsine bol rızıklar ihsan etsin, bol geçimler nasip etsin, bol da Kur’an’a dönmeyi nasip etsin.