Temelde tasavvuf-fıkıh ilişkisinin ilmi boyutlarda ortaya konulması niçin önemlidir?
Bilindiği üzere asr-ı saadet döneminde ilimler arasında bir ayrışma yoktu. Hz. Ebû Bekir ile başlayan fetihler süreci çok sayıda ülkenin Müslümanların kontrolüne geçmesini getirdiği gibi, çeşitli milletlerden çok sayıda insanın Müslüman olmasına veya zimmi statüsünde İslam devletine bağlanmalarına yol açtı. Müslümanların fethettiği beldelerin arasında İran, Şam (Bizans), Irak, Mısır gibi kadim medeniyetlere beşiklik eden yerlerin de bulunması Müslümanların yeni fikirler, inançlar, ideolojiler, hayat tarzları ile karşılaşmasına yol açtı. Bu süreçte İslam ve Müslümanlar başta akaid ve hukuk olmak üzere çeşitli meydan okumalarla karşılaştılar. Yani belki bu doğrudan bir meydan okuma değildi ancak İslam’ın ortaya koyduğu inanç ilkeleri, hukuk prensipleri Müslüman olmak isteyenler tarafından iyi niyetle; İslam’a karşı çıkan kişiler tarafından ise kötü niyetle sorgulanmaya başlandı. Buna ilk olarak inanç alanında cevap verilmeye başlandı. Ardından devlet demek bir sistem ve hukuk demek olduğundan bu alanda cevap verilmek için uğraşıldı. İnanç alanındaki meydan okumaları cevaplandırmak için akaid/kelam ilmi çıkarken, hukuk alanındaki meydan okumaya fıkıh ile cevap verildi. Tarihî süreç göstermektedir ki bu iki alanda da Müslümanlar büyük başarı göstermişlerdir.
Bu süreçte hayat tarzı olarak da aslında bir meydan okuma vardı. İslam devletine akan ganimet malları, fethedilen yerlerin zenginlikleri, ilk dönem sade hayat süren Müslümanların en azından bir bölümünün hayat tarzını değiştirdi. Daha sahabe hayatta iken başlayan bu süreç gittikçe artacaktır. Yani Rasûlullah sallallahu aleyhi ve sellemin ve yakın ashabının yaşadığı, zühde dayalı, dünya nimetlerine ancak ahirete azık olduğu kadarıyla kıymet veren anlayış gittikçe zayıflamaya, fethedilen yerlerin zengin hayatından etkilenen hayat tarzları ortaya çıkmaya başladı. Buna tepki de tasavvufun ilk tezahürü kabul edilen zühdü öne çıkaran zahidler ve abidlerden geldi. Bu zatlar insanların dünyaya aşırı yönelmesini dengeleyebilmek için, zühdü, dünyaya yüz çevirmeyi ısrarla vurgulamaya başladılar. Bu zatların eleştirilerinden, dünyaya yönelen herkes payını aldı ancak dini temsil konumunda görülen kişiler daha fazla eleştiriye uğradı.
Bu dönemi, içinde zühd olmakla birlikte muhabbetin ve marifetin ön plana çıkarıldığı ve araştırmacılar tarafından tasavvuf dönemi olarak isimlendirilen dönem takip etmiştir. Hicrî 150’den sonra başlayan ancak asıl olarak Maruf-u Kerhî ile başladığı kabul edilen bu dönemde sufiler kendi ilimlerini diğer ilimlerden ayrıştırmak için başta “hakikat” kavramı olmak üzere çeşitli kavramlar kullanmaya başlamışlar, bu arada da fakihlerin zahiri hükümlere aşırı vurgusuna eleştirileri artırmışlardır. Fakihler ise hem toplumca tam anlaşılmayan terimlerin ortaya çıkarılmasına hem de zahir yerine batın vurgusunun artmasına haklı olarak tepki göstermişlerdir. İlk dönem uleması tarafından belli düzeyde tutulan bu tartışmalar maalesef sonraki yüzyıllarda aşırı boyutlara ulaşmış, kavgalara hatta adam öldürmelere varan tartışmalar yaşanmıştır. Zaman içinde bazıları bu iki ilmin de aynı kökten (Kur’an ve sünnetten) ortaya çıktığını sanki unutmuş, birbirlerine ağır ithamlarda bulunmuşlardır. Halen tasavvufun İslam kaynaklı olmadığını ispat için uğraşan çok sayıda insan olduğu gibi, fıkıh başta olmak üzere tasavvuf haricindeki tüm ilimlere “zahir” ilmi deyip de kıymetsiz gören çok sayıda mürit bulunmaktadır. Ayrıca fakihler arasında sûfîlerin bidatlerle, hurafelerle meşgul olduğu kanaati, sûfîler arasında da fakihlerin “zahir âlimi” olduğu söylemi de devam etmektedir.
Bu sebepten dînî ilimler diyerek ifade ettiğimiz doğrudan vahye müstenit ilimler arasındaki ilişkilerin ilmî metotlarla ortaya konmasının Müslümanlar arasındaki ihtilafları azaltacağı ve dini daha iyi anlama ve yaşamaya katkıda bulunacağı kanaatindeyiz. Fıkıh ve tasavvuf Müslümanların hayatını en geniş kuşatan iki ilimdir. Müslümanlar her çağda sorunlarına çare bulmak için bunlara müracaat etmek zorundadır.
Biz tasavvuf fıkıh arasındaki ilişkinin bir düşmanlık ilişkisi olmadığı, iki ilmin birbirini tamamladığı ve birbirine ihtiyacı olduğu, ayrılmaması gerektiği kanaatindeyiz. Kanaatimizce İslam dünyasında yaşanan amelî ve itikadî sapmalar ve özellikle tarikatlarda görülen problemler çoğunlukla bu iki ilim arasındaki ilişkinin koparılmasından ya da öyle gösterilmesinden kaynaklanmaktadır.
Tasavvuf fıkıh ilişkisinde temel mesele, asıl kontrolü kim yapacak ve birbirlerine karşı konumları ne olacak meselesidir. Bu hususta büyüklerin sözleri bize ışık tutmaktadır. İmam Malik’e atfedilen, “Kim fıkıh öğrenir ancak tasavvuf öğrenmezse fâsık olur; kim de tasavvuf öğrenir de fıkıh öğrenmezse zındık olur. Kim de ikisini birleştirirse hakikati bulmuştur.”1 Tasavvufu kurumlaştıranlardan Hucvirî’nin “Bâtınsız zahirin hakikati nifak, zahirsiz bâtının hakikati ise zındıklıktır. Bâtınsız şeriatın zahiri nefes, zahirsiz bâtın ise hevestir.”2 sözleri ile büyük sûfî Ebû Bekir Verrak’ın (ö. 280), “Kim zühd olmadan kelamla yetinirse zındık; kelam ve fıkıh olmadan zühdle yetinirse bidatçi; zühd ve vera olmadan fıkıhla yetinirse fâsık olur. Kim de bu ilimlerin hepsinden yeterli öğrenirse kurtuluşa erer.”3 sözü ölçüyü bize vermektedir. Kendisini sûfî gören bazı kişiler, zahir ilmi diye küçümsedikleri fıkhı asgaride kendine yetecek kadar öğrenmezlerse düşecekleri tehlike çok büyüktür. Hakeza tasavvufsuz yani batına dikkat edilmeyen bir zahir ilimden de elde edilecek şey yorgunluktur. Ancak kontrol fıkıhta olmalıdır. Yani batınî bir hal veya mana iddiasında bulunulduğunda öncelikle bunu fıkıh ile kontrol etmek gerekir. Ona uygunsa problem yok demektir. Değilse terk edilmesi gerekir. Bu manayı ifade sadedinde Cüneyd-i Bağdâdî, “Bizim bu ilmimiz Kitap ve sünnetle kayıtlıdır.”4 demektedir.
Doktora olarak hazırladığımız ve yayınlanan “Tasavvuf Fıkıh İlişkisi” eserimizde bu hususu elimizden geldiği kadar ortaya koymaya çalıştık.
Tasavvufun ilk temsilcisi kabul edilenlerin fıkıhla ilişkisi nasıldı? Bu ilişkiyi pekiştiren çarpıcı örnek ve olaylardan bahsedebilir miyiz?
Daha sonraki mutasavvıflar tarafından tasavvufun ilk temsilcileri kabul edilen, tarikatların silsilelerinde yer alan zatların tamamına yakını aynı zamanda fakihtir. Fakih kabul edilmeyenlerin de ciddi şekilde fıkıh bildikleri kaynaklarda geçmektedir. Mesela, Nakşîlerin silsilelerinde yer alan sahabeden Hz. Ebû Bekir ve Selman radıyallahu anh ile neredeyse tüm tarikatların silsilerinde yer alan Hz. Ali radıyallahu anhın fakihlikleri zaten bilinmektedir. Nakşîlerin silsilelerinde yer alan Kasım b. Muhammed, döneminde Medine’nin meşhur fakihlerinden biri iken; Cafer-i Sâdık da kendi ismiyle anılan mezhep kurucusudur. Diğer tarikatların silsilelerinde yer alan Hasan-ı Basrî tabiîn neslinin en büyük fakihlerinden iken Davud et-Tâî, İmam-ı Azam Ebû Hanife’nin müçtehid seviyesine ulaşmış talebelerindendi.
Bu zatların hepsi zühd sahibi, tasavvuf ve fıkhı mezceden bir anlayışa sahiptirler. Öncelikleri kişinin ahiretini kurtarmaktır. Bu sebeple fıkhî meseleleri ortaya koyarken hukuk yanında onun uhrevi yönlerine de dikkat çekmişlerdir. Amelsiz bilgiden uzak durmaya çağırmışlardır. Mesela, Hasan-ı Basrî, “Seni (günahlardan) engellediği müddetçe Kur’an oku. Eğer engellemiyorsa sen onu (hakkıyla) okumuyorsun demektir. Nice fıkıh hamalı vardır ki, fakih değildir. Kime ilmi fayda vermezse cehaleti zarar verir.”5 demektedir. Bir defasında fıkhî bir konuda bir soru sorulmuş ancak verdiği cevap için Matar Verrak’ın, “Fakihler bu hususta sana muhalif.” demesi üzerine, “Anan seni kaybetsin Matar, sen hiç fakih gördün mü? Fakih nedir bilir misin? Fakih, vera sahibi zahiddir. Ne kendisinden yukarıda olana ehemmiyet verir ne de kendisinden aşağıda olanı küçük görür. Allah’ın değersiz olduğunu bildirdiği şeyleri de ilim olarak almaz!”6 demiştir.
Ahmed b. Hanbel’in oğlu Abdullah’ın aktardığına göre bir gün Yahya b. Maîn ile Ahmed b. Hanbel, Ma’ruf-u Kerhî’yi ziyarete gidiyorlar. Yahya b. Maîn biraz da imtihan kastıyla, “Sehiv secdesinin manası nedir? Niçin namazda emredilmiştir?” diye sorunca, Ma’ruf duraklamadan, “Sehiv secdesi kalbin cezasıdır. Allah seni affetsin, Allah’ın huzurunda dururken, niçin Allah’ı unutuyorsun?”7 cevabını vermiş; Ahmed b. Hanbel de Ma’ruf’a, “İşte bu senin (ince) anlayışındır.”8 demiştir.
Mezhep kurucularının tasavvufla ilgileri nasıldı?
Öncelikle şunu ifade edelim mezhep kurucularının tamamı takvaları, zühd ve veraları ile meşhur zatlardır. Bu sebepten daha sonraki dönemlerde kaleme alınan sûfîlerin hayat hikâyelerine ve sözlerine yer veren eserlerin çoğunda halen İslam dünyasında yaygın dört mezheb imamına yer verildiği gibi Süfyan b. Uyeyne gibi takipçisi kalmamış bir kısım mutlak müçtehitlere de yer verilmiştir. Biz şu anda Müslümanların tâbi olduğu mezhep imamlarından bahsedelim. Caferiye mezhebi kurucusu Cafer-i Sadık’tan biraz önce bahsettik. İmam-ı Azam Ebû Hanife’den başlayarak dört mezhep imamına sırasıyla kısa kısa değinelim.
İmam Ebû Hanife’nin derslerine katılan İbrahim b. Edhem, Fudayl b. Iyaz, Davud et-Tâî, Bişr-i Hâfî gibi çok sayıda meşhur sûfî vardır. Tasavvufun da öncülerinden kabul edilen talebelerinden muhaddis, fakih, zahid ve abid Abdullah b. Mübarek şöyle anlatıyor: “Kufe’ye varınca halkın en fakihini sordum, “Ebû Hanife” dediler. En zahidini sordum, “Ebû Hanife” dediler. En veralısını sordum, “Ebû Hanife” dediler.”9
Ebû Hanife’nin “kişinin, leh ve aleyhinde olan şeyleri bilmesidir” şeklinde çok meşhur bir fıkıh tanımı vardır. Bu tanımın içine bugünkü tanımlarıyla akaid ve fıkıh girdiği gibi tasavvuf da girmektedir.
Burada bir hususu belirtmek daha doğrusu ile çok yaygınlaşmış bir hatayı düzeltmek isterim. Tasavvuf ehli arasında, Ebû Hanîfe’nin hayatının son iki yılında tasavvufa yöneldiği, Cafer-i Sâdık’a bağlandığı ve bu dönemi kastederek, “iki yıl olmasaydı Nu’mân helâk olmuştu” dediği bir rivayet yaygındır. İmamiye mezhebi kitaplarına göre de Ebû Hanife iki yıl Cafer-i Sadık’tan ayrılmamıştır ve bu sözüyle bu iki yılı işaret etmektedirler. Ancak bu sözün Ebû Hanife’ye ait olduğu sabit değildir. Hiçbir Hanefi kaynağında olmadığı gibi, Şia kaynakları dâhil ilk dönem kitaplarda da yer almamaktadır. Kendisi de mutasavvıf olan Kevserî, Ebû Hanife’nin böyle bir şey söylediğine dair güvenilir hiçbir kaynakta bir kayda rastlamadığını söylemiştir.10
Vakıa İmam Ebû Hanife, Cafer-i Sâdık ile görüşmüş ve ondan birkaç hadis de rivayet etmiştir.11 Ancak aralarındaki ilişkiyi hoca talebe, mürşid mürid ilişkisi olarak değil de birbirine denk ve akran olan iki âlimin birbiri ile olan ilişkisi gibi görmek daha doğrudur.
İmam Malik b. Enes, Hz. Peygamber’in adı anıldığında rengi sararan,12 toprağında Rasûlullah’ın vücudunu taşıdığı için Medine’de bineğe binmeyip yürümeyi tercih eden,13 fazıl, abid, zahid, salih, müttaki, büyük bir müçtehid idi. Zehebî, zahid ve âlim olarak vasıfladığı, Abdullah b. Abdilaziz el-Umerî adlı bir zatın İmam Malik’i zühde ve uzlete teşvik ettiğini söylemektedir.14
Abdullah b. Mübarek onun için: “Malik kadar derecesi yüksek bir adam görmedim. Onun fazla namazı ve orucu yoktu ancak onun (sırlı) gönlü vardı.”15 demektedir.
Tasavvufu selefî, sünnî ve felsefî tasavvuf olarak üçe ayıran Abdülkadir Mahmud, İmam Malik’i selefî tasavvufun temsilcilerinden saymıştır.16
Kendisi zühdle alakalı şunları demektedir:
“Kim dünyaya karşı zühd sahibi olur ve Allah’tan ittika ederse, muhakkak hikmetle konuşur.”17
“Dinde zühd, kazancın temiz, emelin kısa olmasıdır.”18
İmam Şafiî’nin zamanı tasavvufun iyice yayılmaya başladığı ve bu arada kendine sûfî adını verip de tembellik yapanların da çoğalmaya başladığı bir zamandır. Bu sebepten İmam Şâfiî’den sûfileri eleştiren çeşitli sözler aktarılmıştır. Bunlar için muhaddis ve Şafiî fakihi Beyhaki, İmam Şâfiî’nin, sûfilerin arasına girip tasavvufun manası değil de ismiyle, hakikati ile değil de resmiyle meşgul olan, çalışmayan, geçimini Müslümanların üzerine yükleyen, onların hak hukukuna dikkat etmeyen, ibadetle ve de ilimle meşgul olmayanları kastettiğini söylemektedir.19 Çünkü İmam Şâfiî zamanındaki abid zahid bazı kişilere hürmet göstermiş,20 yine meşhur sûfî Fudayl b. Iyaz’dan ders almış ve ondan nakilde bulunmuştur.21
“Bir kişiye insanların en akıllısı olması için tavsiyede bulunacak olsam, zahidlere yönelmesini söylerdim.”22 “Kim Allah’ın kalbini açmasını ve hikmetle rızıklandırmasını istiyorsa ona halvet, az yemek ve sefihlerle ve kendisinde insaf ve edep bulunmayan bazı ilim ehliyle beraber olmaktan uzak durmak düşer.”23 İmam Şafiî, dine uygun zühd ve zahidliği övmüş ve kendi içtihadınca buna da uymuştur. Zahidlik, sûfîlik iddia edip de insanlar üzerinden geçinmeye çalışanları da eleştirmiştir:
İmam Şafiî de fıkhın kalbî hayatı da kapsadığını düşünmekte ve “Allah’ın evliyası” tanımına fakihlerin girdiğini söylemektedir.24
Mezhep imamları içinde tasavvufla en fazla ilişkilendirilecek kişi Ahmed b. Hanbel’dir. Hem mutasavvıflarla ilişkisi hem de yaşantısı onun tasavvuf kitaplarında yer almasına, kendisine atıflarda bulunulmasına yol açmıştır. Bişr b. el-Hâris el-Hâfî, Seriy es-Sekatî, Ma’ruf el-Kerhî, Zünnun el-Mısrî’nin sohbetinde bulunduğu;25 Hatem Esamm’ı ziyaret edip ondan dünyadan nasıl selamette olunacağını sorduğu;26 Ahmed b. Eb’il-Hıvârî (Havarî) ile arkadaşlığının olduğu;27 nakledilmiştir.
Ahmed b. Hanbel’in yanında Fudayl, Urve, Feth Musilî anılınca gözleri parlamış ve “Allah onlara rahmet etsin. Denilir ki, salihlerin anıldığı yere rahmet iner.” demiştir.28
O, “Ma’ruf el-Kerhî abdallardandır. Duası müstecabtır.” dermiş. Bir gün meclisinde Ma’ruf’un adı geçince, orada bulunan birisi, “ilmi azdır” deyince, “Dilini tut, Allah seni affetsin! İlimden murat ancak Ma’ruf’un vasıl olduğu şey değil midir?” diye karşılık vermiştir.29 Yine, Mervezî’ye, “Ma’ruf el-Kerhî sana göğün haberlerinden bir şey söylerse onu kabul et.” dediği aktarılmıştır.30 Bu rivayet Ahmed b. Hanbel’in zahirî ilim, bâtınî ilim ayrımını, bazı kimselere keşf yoluyla farklı bir ilim (ledünnî ilim) verilebileceğini kabul ettiğini gösterir.
Tasavvufu kurumsallaştıran bazı yetkin isimlerin fıkıhla ilgilerine dair neler söylenebilir?
Tasavvufu olgunlaştıran, onu öğretilen, aktarılan bir ilim haline getiren ve daha sonra kurulacak tarikatların ilk oluşumlarını sağlayan büyük sûfilerin çok büyük bölümü fakihlikle de anılan zatlardır. Yaptığımız araştırmaya göre fakih olarak anılmayanların da fıkıh bilgileri iyi düzeydedir. Meselâ Seyyidü’t-tâife diye anılan ve neredeyse bütün tarikatların silsilesinde yer alan Cüneyd-i Bağdâdî daha 20 yaşında fetva vermeye başlamıştı. Kendisine hem Şâfiî hem de Hanbelî mezhebi fakihleriyle alakalı tabakat (biyografi) kitaplarında yer verilmiştir.
Tasavvuf klasiklerini kaleme alan, tasavvufun ilkelerini belirleyen Muhasibî, Kelâbâzî, Serrac, Kuşeyrî, Hucvirî, Ebû Talib Mekkî, Gazzâlî gibi zatların ise tamamının fıkıh yönleri de çok güçlüdür. Tasavvufu selefi, sünnî ve felsefî tasavvuf olarak üçe ayıran Abdülkadir Mahmud, Muhâsibî’yi sünnî tasavvufun kurucularından, Cüneyd’i devam ettiren ve katkıda bulunan, Gazzâlî’yi zirveye ulaştıranlardan saymıştır.31
İmam Gazzâlî’nin fıkıh bağlantısını zaten söylemeye gerek yok. O tasavvuftan önce fakihliği ile tanınmaktadır. Muhâsibî, İmam Şafiî’nin talebelerinden kabul edilmiş ve kendisine Şafîi fakihleriyle ilgili tabakat kitaplarında yer verilmiştir. Bedrüddin el-Hamevî (v. 733) Muhâsibî için, “fıkıh ve kelamı birleştirerek eserler yazmıştır” demektedir.32
Bu hususta çok iyi bir örnek Kuşeyrî’dir. Sem’ânî’nin, “Kendisinden sonra tasavvuf ilmiyle ilgili ince nükteler ve güzel sözler söyleyen kim varsa Kuşeyrî’den çalmıştır.” dediği33 bu zat şeyhi Ebû Ali Dekkak’ın işaretiyle devrinin güçlü âlimlerinden fıkıh, fıkıh usulü ve kelam öğrenmiş, bu ilimlerde de zirveye çıkmıştır. Şafiî fakihi olan ve hakkında İbnü’s-Salah’ın, “sûfî fakih”34 ifadesini kullanırken, Sübkî’nin, “Mutlak olarak imamdır.”35 dediği Kuşeyrî’nin fıkıhtaki derecesini anlamak için sanırım şu örnek yeterli olur:
Tuğrul Bey zamanında Vezir Kundûrî’nin baskısı nedeniyle çok sayıda kadı’nın hacca gittiği dönemde Merv Kadısı Ali ed-Dihkan, hacda Kuşeyrî yanına girince ayağa kalkmış, yaslandığı minderi ona uzatmış, hemen yanı başında oturanlara Kuşeyrî’ye yer vermelerini istemiş; ardından oradaki topluluğa hitap ederek bu yıl 400 kadı’nın hacda olduğunu, bu sebeple bu yılın “kadılar senesi” olduğunu söyleyerek herkes adına konuşmayı “büyük imam” diyerek işaret ettiği Kuşeyrî’nin yapmasını istemiştir. Orada bulunan kadı ve imamlar ittifakla bunu kabul etmiş ve onlar adına konuşmayı Kuşeyrî yapmıştır.36
Sonuç olarak günümüzde fakih ve mutasavvıf ayrımını doğru buluyor musunuz? İlim/âlim, arif/mutasavvıf kavramları günümüzde yeterince karşılık bulmuş mudur?
İnsanlar arasında ihtisaslaşma her zaman bulunagelmiştir ve gereklidir de. Ancak problem, zaman içerisinde farklı alanlardaki insanların birbirini rakip görmesi veya bunu da öteye geçip birbirini itham etmesidir. En başta söylediğimiz üzere Müslümanlar arasında çıkan ve Müslümanların dertlerine çözüm bulmak için uğraşan fıkıh da tasavvuf da temelde Kur’an sünnet kaynaklıdır. Bu ilimlerin oluşum veya gelişiminde başka bazı unsurların da katkısının bulunması bu gerçeği değiştirmez. Bu etkileri fazla abartarak veya temsil eden bazılarının hatalarına bakarak bu ilimleri mahkûm etmek doğru değildir. Fıkıh ve tasavvuf birbirinin karşıtı olmadığı gibi fakih ile mutasavvıf da birbirinin karşıtı değildir. Fıkıhla uğraşanın tasavvuftan uzak durması veya mutasavvıf birinin fıkıhla fazla meşgul olmaması gerekir gibi bir düşüncenin çok yanlış olduğu ve iyi niyetli olmayanlar tarafından Müslümanlar arasına girdirildiği kanaatindeyim.
Günümüzde ilme ciddi sayılacak bir yönelme vardır. Ancak biliyorsunuz bir fetret dönemi geçirdik. Bir dönem geçmiş ilim geleneği ile bağımız neredeyse kopma derecesine gelmişti. Şimdi yeniden bu bağ kuruluyor ve gayretli çalışmalar var. Ancak İslamî ilimleri hakkıyla temsil eden insan sayımız maalesef hala sınırlı. İslam’ı temsil konumunda olan insanların hem alim hem arif olması gerekir. Bakıyorsunuz adam yüksek ilimden bahsediyor ancak kendisinde amelden eser yok. Diğer taraftan başka birisi şeyhim diyor, hakikatten konuştuğunu, tevhidi anlattığını iddia ediyor ancak ilimden uzak. Maalesef bu iki sınıf, insanları İslam’la buluşturacakları yerde İslam’la insanlar arasına perde oluyorlar. Bize düşen, ilmi de irfanı da bulunan hakiki âlim ve arifleri bulmak ve onlara tabi olmaktır. Bu da her Müslüman’ın kendine farz olan ve ilmihal dediğimiz, Ehl-i Sünnet üzere akaidini, ibadetlerini yapacak ve yaptığı işin İslam’a uygun olmasını temin edecek kadar fıkıh öğrenmesi ve dininde samimi olması ile mümkündür.