Sorumluluklarımızın Objektif ve Subjektif Yönü / Şenel İlhan Beyefendi'nin Sohbetinden

Sorumluluk duygusu nedir?

Sorumluluk duygusunun kısaca bir tarifini yapmak istesek; kendi varlığının bilincinde olan insanoğlunda, öncelikli olarak kendisini var eden ve sayısız nimetlerle donatan Rabbine karşı, fıtraten kendisine bahşedilmiş akıl, irade, ahlak, vicdan vb. duyguların farkındalığı ve yönlendirmesi ile oluşan mesuliyet bilinci diye tarif edebiliriz. Bu tarifte ifade edilen, varlığının bilincinde olmak ve kendine verilenleri bilmek, insanı hayvanlardan ayıran en önemli özelliktir. İnsanın Allah’a ve O’nun yarattıklarına karşı taşıması gereken sorumluluk duygusunun önem ve ağırlığını, Rabbimiz Kur’ân ayetleriyle Efendimiz (sav) ise yaşamı ile ümmetine anlaşılır bir şekilde göstermiştir. Bu sorumluluk duygusu veya bilinci Kur’ân’daki “takva” sözcüğü ile de ilintili olup “kendini korumak, kendi duygu, davranış ve düşüncelerinin bilincinde olmak, bahşedilen nimetlerin farkında olmak ve nankörlükten sakınmak ve kaçınmak” gibi anlamaları da ihtiva eder.

Objektif Sorumluluklarımız

Kur’ân ve hadis-i şerifler ışığında müminlerin sorumluluk alanlarının değerlendirilmesi yapıldığında bunun iki cephesinin olduğu görülecektir. Birincisi objektif cephesi, ikincisi subjektif cephesi. Bu tespitten hareketle sorumluluklarımızı objektif sorumluluklar ve subjektif sorumluluklar olarak iki kategoride değerlendirmek isabetli olur. Objektif sorumlulukla anlatmak istediğimiz, bütün Müslümanların bu konuda eşit ve ortak olduğu sorumluluklardır. Yani İslam’ın emir ve yasakları sonsuz değil sınırlı ve sayılıdır. Bunlar Kur’ân ve sünnetle belirlenen farz ve vacip vs. olan ibadetler ile, kaçınılması mecburî ceza ve mükâfata mucip haram, mekruh vs. gibi yasaklardır. Biraz daha açacak olursak mesela imanî konular bellidir, her mümin bunlara inanmak zorundadır. Yine ibadetler de bellidir; namaz, oruç, zekât, hac... gibi. Mesela, her mümin için sabah namazının farzı iki, öğle dört, ikindi dört, akşam üç, yatsı dört rekâttır. Bunları böylece yerine getirmekten her mümin sorumludur. İçkiden, zinadan, yalandan, hırsızlık ve adam öldürmek vs. gibi tüm günahlardan kaçınmakta da her mümin eşittir. Yani kimseye bu noktalarda farklılık ve ayrıcalık yoktur. İşte bu objektif sorumluluklar konusunda peygamberler ile ümmetleri birdir. Peygamberler de ümmetleri de Allah’tan kendilerine indirilen şeriatın belli sayıdaki kurallarına aynı şekilde uymak zorundadırlar. Bu alanlar bizim objektif sorumluluk alanlarımızdır. 

Subjektif Sorumluluklarımız

Subjektif sorumluluk mevzuuna gelince bunun sonu ve sınırı belli değildir ve bu konuda kimse birbiriyle eşit de değildir. Her insanın subjektif sorumlulukları farklıdır. Çünkü subjektif sorumluluk; Rabbimiz’in her insana fazlından, kereminden ikram ettiği üstünlükler, ayrıcalıklar, nimetler nedeniyle ortaya çıkan ve gerçek sınırlarını ancak Rabbimiz’in tespit edebileceği bir sorumluluktur. Mesela Allah’ın sayısız kulları arasından seçip peygamber gönderdiği kullarının sayısı genel sayıya oranla çok azdır. Bu anlamda peygamberler Allah’ın fazlından en büyük ikram, ihsan ve izzete nail olmuş kullar olurlar. Dolayısıyla objektif sorumluluk noktasında ümmetleri ile aynı olsalar da manevî sorumlulukları çok fazla olur. İşte bu subjektif sorumlulukları gereği, ümmetinden herhangi birisinin çok rahat işlediği günahlara, hatalara onlar düşmezler ve eğer düşerlerse bilirler ki bağışlayıcılık ve affedicilik konusunda sıradan kullarda olduğu gibi Rablerini toleranslı bulmazlar. 

Peygamberlerin hanımları, çocukları, yani ehl-i beyti olmanın veya çok yakınları olmanın subjektif sorumluluğu da yüksektir ve uzak olan insanlardan adalet gereği farklıdır. Nitekim Hazreti Peygamber’in (sav) eşlerini tehdit eden aşağıdaki ayet bu gerçeği şöyle hatırlatır: 

Ey Peygamber’in hanımları! İçinizden kim apaçık bir çirkinlik yaparsa onun cezası iki kat verilir. Bu, Allah’a göre kolaydır. İçinizden kim Allah’a ve Resulü’ne itaat eder ve salih bir amel işlerse ona mükâfatını iki kat veririz. Biz, ona bereketli bir rızık hazırlamışızdır. (Ahzab, 33/30-31)

Seçilmiş olmanın avantajlarına yeterince şükür edilmezse dezavantaja dönüşebileceği, bu ayette açık olarak görülmektedir.

Bu anlamda değerlendirmeleri genişletirsek Rabbimiz’in fazlından üstünlük verdiği her nimet sorumluk kat sayımızı artırır. Mesela aklı çok olanın aklı az olana göre subjektif sorumluluğu ve dolayısıyla ahiretteki hesabı ve sorgusu farklı olacaktır. Çünkü akıl çok önemli bir nimettir. Yine Müslüman bir ülkede gözlerini dünyaya açan, Müslüman bir ailede bir çevrede büyüyen kişilerin subjektif sorumluluğu ile; gayrimüslim bir ana babadan doğan ve öyle bir ülkede gözlerini dünyaya açan kişilerin sorumluluğu aynı olmayacaktır. Dolayısıyla Müslüman bir çevrede doğanlar gayrimüslim bir ortamda doğanlara göre son derece avantajlıdırlar, ama aynı zamanda da ciddi sorumluluk altındadırlar. Ayrıca gayrimüslimlere İslam’ı tebliğ sorumlulukları da bu sorumluluklarına dahildir tabi ki…

Bir âlimin cahile göre sorumluluğu bu anlamda farklı olacaktır. Hatta bir âlimin eşinin ve çocuklarının diğer insanlardan subjektif sorumlulukları da farklı olacaktır. Neticede herkes kendine ikram ve ihsan edilen tüm nimet ve ayrıcalıklardan hesaba çekileceğini ve gerek bu dünyada gerek ahirette bunların ayrıca dikkate alınacağını hiç unutmamalıdır. İnsanlar sadece boy, pos, güzellik, yakışıklılık, sağlık, zenginlik gibi nimetlerden değil, İslam’ı yaşamasına elverişli şartlarda doğduğu ve yaratıldığı halde bu nimetlerin şükrünü ne derece eda ettiğinden de elbette sorulacaktır. 

“Sonra o gün, nimetlerden mutlaka hesaba çekileceksiniz?” (Tekâsür, 102/8)

Eğer bu nimetleri zayii ettiyse elbette ki cezası da ona göre kesilecektir. 

Netice olarak imanın taklidinde kalıp hakikisine erişme gayreti içinde olmamak, ibadetlerin şeklinde kalıp ruhundan bihaber olmak, özellikle namazda bahşedilen manevî yakınlığı elde etmeye çalışmamak, huşuya dikkat etmemek, yani ibadetlerin objektif tarafıyla kifayet edip subjektif boyutuyla ilgilenmemek sorumluluk gerektiren bir tutumdur. Her insan mevcut kapasitesinden dolayı sorumlu olacak ve hesaba çekilecektir. Bu konu ciddi bir konudur, dikkatli olmak gerekir. Rabbim cümle müminlerin bu meselede yardımcısı olsun.

Subjektif Sorumluluğun Hazreti Peygamber’deki (sav) Tesirleri 

Hazreti Peygamber’in (sav) hayatında subjektif sorumluluğun tesirleri çok açık bir şekilde müşahede edilir. Mesela, subjektif sorumluluk sebebiyledir ki Hazreti Peygamber (sav) hiç günah işlemediği halde dilinden tevbe istiğfarı düşürmezdi. Cennetin Efendisi olduğunu bildiği halde yaptığı ibadetlerle de kimse O’nunla yarışamazdı. Nitekim Hazreti Aişe’den (r.a.) gelen meşhur bir rivayet vardır ki bu sorumluluğun Hazreti Peygamber’deki (sav) tesirlerini çok açık bir şekilde gözler önüne serer. 

Abdullah b. Ömer (r.a), Hz. Aişe’ye “Resulullah’tan gördüğün en şaşırtıcı şeyi bana haber verir misin?” diye sorunca, Hz. Aişe uzun müddet ağlamış ve sonra şöyle demiştir: “O’nun her işi hayret verici idi. Bir gece yanıma geldi, hatta cildini cildime dokundurdu ve sonra şöyle buyurdu: “Ey Aişe! Bu gece bana Rabbim’e ibadet etmem için izin verir misin?” Bunun üzerine ben “Ey Allah’ın Resulü! Ben senin yakınlığını severim, isteklerini de severim, Rabbin’e ibadet etmeni de severim, izinlisin!” dedim. (Ben bunu söyleyince) Resulullah kalktı, odadaki su ibriğinin yanına gitti, abdest aldı, suyu da çok dökmedi, sonra namaz kılmaya başladı. Ağlıyordu, hatta ağlamaktan sakalı ıslandı. Sonra secde etti, ağlamaya devam ediyordu. Ağlamasından yer ıslanmıştı. Sonra yan tarafına yattı ve yine ağlıyordu. Sonra Bilal geldi, kendisini sabah namazına çağırdı. Bilal O’nun ağlamasını görünce “Ey Allah’ın Resulü! Allah senin geçmiş ve gelecek günahlarını bağışladığı halde seni ağlatan şey nedir?” dedi. Bunun üzerine Hz. Peygamber şöyle buyurdu: “Ey Bilal! Şükreden bir kul olmayayım mı?” Nasıl ağlamayayım? Allah Teâlâ bu gece bana ‘Göklerin ve yerin yaratılışında, gece ile gündüzün birbiri ardınca gelip gidişinde selim akıl sahipleri için elbette ibretler vardır.’ (Âl-i İmrân, 3/190) ayetini indirdi. Yazıklar olsun bunu okuyup da hakkında düşünmeyene!” 

Efendimiz’in (sav); “Sûre-i Hûd’daki ‘Emrolunduğun gibi dosdoğru ol!’ ayeti beni ihtiyarlattı.” buyurması yine subjektif sorumluluğun O’nun üzerindeki ağır tesirini gösteren örneklerden birisidir.

İbni Abbas der ki: Resulullah’ın (sav) üzerine bundan daha ağır ve bundan daha zor herhangi bir ayet inmiş değildir. İşte bundan dolayı ashabı kendisine; “Saçların çabuk ağarmaya başladı.” dediklerinde, O; “Hûd ve kardeşleri olan diğer sureler saçlarımı ağarttı.” diye cevap vermişti. (Tirmizî) 

Kur’ân’ın “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol.” uyarısını Hazreti Peygamber de (sav) sıklıkla ashabına hatırlatmıştır. Süfyan b. Abdullah es-Sakafî’den şöyle nakledilir: “Ey Allah’ın Resulü! İslam’a dair bana öyle bir söz söyle ki onun hakkında senden sonra hiç kimseye soru sormayayım.” Hz. Peygamber şöyle buyurdu: “Allah’a iman ettim de, sonra da dosdoğru ol.” (Müslim, Müsned, İbni Mace) 

Subjektif Sorumluluğun Ashab’daki Tesirleri

Hazreti Ebubekir’i (ra) bizzat Resulullah cennet ile müjdelemiş, hatta cennetlik bir topluluğun başı olacağını haber vermiştir. Ayrıca şöyle buyurmuştur: “Ümmetimden ilk önce Ebubekir cennete girecektir.”

Bütün bunlara rağmen o üzerinde hissettiği ağır sorumluluk nedeniyle şöyle derdi: “Keşke kesilen bir ağaç olsaydım.” Bazen: “Ne olaydı hayvanların yiyeceği bir ot olsaydım.” Bazen de: “Bir müminin bedenindeki kıl olsaydım.” 

Bir gün bir bahçeye uğradı. Orada yatmakta olan bir hayvanı görünce içini çekerek şöyle dedi: “Sen ne kadar rahatsın; yiyorsun, içiyorsun, ağaçların gölgesinde dolaşıyorsun. Ahirette de hesaba çekilmeyeceksin. Ne olaydı Ebubekir de senin gibi olsaydı.”

Cennetle müjdelenmiş on kişiden biri Hazreti Ömer de bazen; “Keşke anam beni doğurmasaydı.” derdi. Onlar bu sözü isyan için değil, manevî mesuliyetlerinin farkındalığı ile ve hesabın zor olacağını bildiklerinden söylerlerdi.

Bir gün bir iş ile uğraşırken adamın biri geldi ve “Falan adam bana zulmetti, siz ondan benim hakkımı alınız.” dedi. Hazreti Ömer (ra) adama hafiften bir kırbaç vurdu ve: “Ben bu işle uğraşırken gelmezsin, başka işlerle meşgul iken de gelip karşılık almamı istersin.” dedi. Adam çekip gitti ama Hazreti Ömer bu davranışı kendine yakıştıramadı. Bir adam gönderdi ve adamı çağırttı. Kırbacı ona vererek; “Benden hakkını al.” dedi. O kişi “Ben Allah için seni affettim.” dedi. Hazreti Ömer eve geldi. İki rekât namaz kıldı, sonra kendi kendine hitap ederek şöyle demeye başladı: “Ey Ömer! Sen alçaktın Allah seni yükseltti, sen yolunu şaşırmıştın Allah sana doğru yolu gösterdi, sen değersiz biriydin Allah sana değer ve şeref verdi. Sonra seni halkın başına emir yaptı. Şimdi biri gelerek kendisine yapılan zulmün karşılığını almak için senden yardım istiyor, sen de ona vuruyorsun. Yarın kıyamet günü Rabbin’e ne cevap vereceksin.” Uzun bir müddet kendini böylece hesaba çekip kınadı.

İşte bu örnekler subjektif sorumluluğunun bilincinde olan büyüklerin halleridir ki bizlere örnek olmalıdır.

Yaşanan Olağanüstülükler, Mucizeler vs. Sorumluluğu Artırır

Yaşanan olağanüstülükler, manevî haller, görülen Rahmanî rüyalar, kalbe gelen Rahmanî varidatlar, feyzler, görülen veya şahit olunan keramet ve mucizeler, bu şeyleri yaşayanda veya bunlara şahit olanda tecrübî bir iman oluşturur. Bu ikramlar her kula nasip olmaz. Olanların ise ister istemez subjektif anlamda sorumlulukları artar. Çünkü gayba iman ile imtihan olduğumuz bu âlemde, size birtakım sırlar faş olup gaybın perdeleri sizin için aralanmışsa bu ikram ve ayrıcalığın karşılığı olarak subjektif sorumluluğun artması kaçınılmazdır. Nitekim mucizelere şahit olup da hâlâ inkârda ısrar eden kavimlerin Allah tarafından toplu bir şekilde gazaba uğradıkları, helak edildikleri ile ilgili örnekler ve kıssalar Kur’ân’da bir hayli fazladır. Bu gazaba sebep olan, subjektif sorumluluklarının gereğini yerine getirmemeleridir. Hz. İsa’nın havarilerini uyaran Maide suresinde bu uyarıyı görmekteyiz:

Hani bir de “Bana ve Peygamberim’e iman edin.” diye havarilere ilham etmiştim. Onlar da “İman ettik. Bizim Müslüman olduğumuza sen de şahit ol.” demişlerdi. Hani havariler de “Ey Meryem oğlu İsa! Rabbin bize gökten bir sofra indirebilir mi?” demişlerdi. İsa da “Eğer müminler iseniz Allah’a karşı gelmekten sakının.” demişti. Onlar, “İstiyoruz ki ondan yiyelim, kalplerimiz yatışsın. Senin bize doğru söylediğini bilelim ve ona, (gözü ile) görmüş şahitlerden olalım.” demişlerdi. Meryem oğlu İsa, “Ey Allahım! Ey Rabbimiz! Bize gökten bir sofra indir ki önce gelenlerimize (zamanımızdaki dindaşlarımıza) ve sonradan geleceklerimize bir bayram ve senden (gelen) bir mucize olsun. Bizi rızıklandır. Sen rızıklandıranların en hayırlısısın.” dedi. Allah da “Ben onu size indireceğim. Ama ondan sonra sizden her kim inkâr ederse artık ben ona kâinatta hiçbir kimseye etmeyeceğim azabı ederim.” demişti. (Maide, 5/111-115)

Objektif Sorumluluklar İslam’ın Zarfı veya Elbisesidir, Özü Subjektif Tarafıdır

Objektif sorumlukları yerine getirmekle iktifa etmek, ölü bir sevgilinin güzelliğine âşık olup ruhundaki güzelliklerle ilgilenmemek gibi bir şeydir. Bir insan buna razı olmakla aslında kendine en büyük kötülüğü yapmış olur. Ama yine de Allah’ın vereceği cezadan da kurtulamaz. Çünkü onu yaratan Rabbi ona neler verdiğini en iyi bilendir ve herkes kendine bahşedilen her türlü nimetten sorulmadan serbest bırakılmayacaktır. 

“Sonra o gün, nimetlerden mutlaka hesaba çekileceksiniz?” (Tekâsür, 102/8)

İbni Mesud’dan (ra) Peygamberimiz (sav) buyurdu: “İnsanoğlu kıyamet gününde Rabbi’nin yanında şu beş şeyden sorulmadıkça olduğu yerden ayrılamaz: “Ömrünü nerde geçirdiğinden, gençliğini nerede ve nasıl harcadığından, malını nereden kazanıp nereye sarf ettiğinden, bildiği ile amel edip etmediğinden, bedenini nerede yıprattığından.” (Tirmizî)

İçinde Bulunduğumuz Şartlara Göre Subjektif Sorumluluğumuzu Değerlendirmek

Çok şükür Rabbimiz bizleri Müslüman bir çevrede, Hazreti Muhammed (sav) gibi en yüce peygamberin ümmeti olmak gibi çok büyük nimetler içinde yaratmıştır. 7 milyar dünya nüfusu içinde İslam nüfusu 1,2 milyardır. Bu 1,2 milyarın içinde fırka-i nâciye’den olmak, Ehl-i Sünnet olmak, bunlar hep çok şükredilmesi gereken nimetlerdir. Ülkemiz İslam’ın en güzel yaşandığı İslam ülkelerindendir, bunların hakkını vermek icap eder. Bu ortamlara ulaşmak herkes için kolay değildir. İşte bunların hepsi hem mükâfata hem cezaya mucip nimetlerdir. Bu nimetlerin, ikram ve ihsanların farkında olmalı, bunların sorumluluklarını yerine getirmeye azami gayret içinde olmalıyız. Aksi halde Allah korusun telafisi olmayan büyük zarar ve kayıplar içine düşebiliriz. 

Rabbim; mümin kardeşlerimizi, sorumluluğunun bilincinde olan ve bunun hakkını gereği şekilde ifa eden kullarından eylesin.