“Zâtımı değil yarattıklarımı düşünün.” buyuruyor Allah (cc) hadis-i kudside… İnsanın Allah’ı bilme, Allah’ı tanıma, Allah’ı bulma kelimelerine yüklediği anlam, hiç şüphesiz Allah’a kulluğunu, Allah’tan korkmasını, Allah’ı sevmesini etkiliyor. “Bil, bul, ol”da aynı düşüncenin izleri var. Çünkü “bilmek, bulmak, olmak” tecrübe ve değerler üzerinden kurgulanmış bir söz. İnsanın kendi içinde bazı değerleri varetme çabasının meyveleri toplanırsa bir metot olarak sonuca ulaşmanın mümkün olduğunu telkin ediyor bu sözler. İnsanın kendi içinde Allah’ı hissetmesi, yani bütün noksan sıfatlardan münezzeh olan, zâtî ve subutî sıfatlarıyla mevcûd olan Allah (cc) ile arasında kaçınılmaz, kopartılamaz bağların olduğunu fark etmesi ve O’na ibadet eden bir kul olmaya çalışması yani Yaratıcı ile kendi arasındaki ilişkiyi varetme çabası, ibadetlerden aldığımız hazdan tutun da duygu, düşünce ve davranış olarak nerede durduğumuzu da gösteriyor. Dışımızdaki dünya, kâinat, tüm mevcudat müthiş bir düzen, intizam ve ahenk içinde insana Allah’ı anlatırken, maddesel anlamda iç dünyamızda yani bedenimizde de aynı düzen ve ahengin varlığını bilmemize rağmen, kalbimizde O’nun varlığını hissediş, duyumsama, idrak bakımından bir şeylerin eksik olduğunu fark etmek, insanoğlu için acıların en büyüğü olsa gerek… Tabir yerindeyse dünyada iffet, haysiyet, şeref adına sahiplendiğimiz değerlerin bizi insan kılmaya yaradığını gözardı edemezken, bu değerleri içimize bir nakış gibi işleyen Allah’ın (cc) zâtıyla olan ilişkilerimizde son derece hassas ve duyarlı, büyük bir itina içinde olmaya çalışmamızdan daha doğal ne olabilir… Manevi erdemleri kendi bünyesinde ahlaken sıfatlaştırmayı başarmış insanlar, Allah’ı (cc) anlatma çabalarında Allah’ın varlığını ve birliğini felsefî, ilmî, kelamî açıdan anlatırken, “Allah’ı tanımayı” yani insandaki tecellileri nedeniyle kendi hissediş ve duyuşlarından kaynaklanan tecrübeyi başka insanların da fark etmelerini hedeflerler. Yoksa varlık ve yokluk noktasında bir ispatın peşinde koşmazlar…
Kadim bilginin imana bakışının “Kalp ile tasdik, dil ile ikrar” olduğunu gayet iyi bilirler. Mevlana (k.s.), insanın, hakikati delillerle bulma çabasını “Kabe karşısında kıble arayan zavallıya”, İmam-ı Gazali ise “hacca niyet ettiği halde atının tımarıyla uğraşıp bir türlü yola çıkamayan yolda kalmışa” benzetir. Evet, bu arada söylenen tüm sözler, algıları yetersiz insanların kulağına kar suyu akıtmak, gönüllerine bir ışık yakmak içindir. Çünkü “iman” denilen keyfiyetin ne büyük bir nimet olduğunu erdem sahibi manevi büyükler gayet iyi bilirler. İmanın ân ile ve ebediyetle, ilahi merhametin kullarla, insan olmanın Allah’ı tanımakla olan muhkem bağını bildikleri için, bu kaçınılmaz olarak böyledir. Mütevazı bilmelerin ötesinde bir hissediş, duyuş ve irtibat vardır onlarda. Hayatın her alanının gerek bilgi gerekse oluş olarak bu anlamda birbiriyle kaçınılmaz bağları, ilişkileri, kendi içinde ve hakikat planında asla zıtlık kabul etmeyen bir anlamı vardır. Bu bütünlüğü fark etmek, hissetmek, her zerreye vurulan mührü hikmetleriyle görmek ve onsuz olunamayacağını bilmek; kelimelere dökülmese dahi içimizde cıvıl cıvıl esen bir manevi neşenin yani aslında “iman”ın varlığından başka bir şey değildir. Bu konuda insanı kodlamaya çalışmak dahi o kadar gereksiz ki, ispatlara sığınmak, vesveselerle hemhal olmak, kavramlarla cedelleşmek işin doğasını bozmaktan başka bir şeye yaramıyor. Ateşin yaktığını, bıçağın kestiğini nasıl ki matematik soğukluğunda hissediyorsak ve aksi sadece ve ancak canımızı incitmeye yarıyor ve yetiyorsa, inanan bir insanın Allah’ı hakkıyla bulamamış olma ızdırabı ve içinde bir şeyler sökülüp gittiğinde Allah’ı kaybetme korkusu “iman”ın aslında insanın sinesinde ne kadar köklü, kalıcı ve vazgeçilmez olduğunun da göstergesi… Buna kısacası, Şenel İlhan Beyefendi’nin deyimiyle “İmanına İnanmak” diyebiliriz. İmanına inanmak yani onsuz olunamayacağını bilen bir yüreğin ve aklın, kendi varlığını başka hiçbir şeyle açıklayamayacak bir yerde duran insanın duyuş ve hissedişlerine yüklediği psikololojik, ontolojik ve epistemolojik anlamların tümü… “İman, külli ve psikolojik bir haldir.” sözü bunu anlatmaya yetiyor. Gönül gözünü açtığında, başka hiçbir şeyi görmenin mümkün olmadığını fark etmek, O’ndan başka bir şeyin bu varoluşu gerçekleştiremeyeceğini bilmek, hatta bunun zıddının hiç aklına dahi gelmemesi, zaten böyle bir insanın kendi içinde bütün ispatların sağlamasını yaparak geldiğinin de bir delili değil mi? Tüm bu duyumsamaların hissedişlerin maddi cephesini İbni Rüşd, “hikmet ve gaye” delili başlığı altında; tabiatta fevkalâde hassas ve zarif bir nizamın hâkim olduğu, bunun kendiliğinden veya bilinçsiz madde vasıtasıyla meydana gelemeyeceği, aksine yüce vasıflara sahip tabiatüstü bir varlığın yaratması ve devam ettirmesiyle mümkün olabileceğini belirtir ve “Gören göz karşısında güneş ne kadar belirginse, bu delil de akıl karşısında o kadar belirgindir.” der. Üstelik bu durum, İslam alimlerinin “imanın kalp ile tasdik, dil ile ikrar oluşu” gerçeğini de pekiştiren bir unsurdur. Felsefeciler de bunun insandaki karşılığını “a priori” bilgi türü yani doğuştan gelen bir bilgi olarak değerlendirirler. Yani deney ve benzeri tecrübelerden bağımsız olarak var olan ve bilinebilen…
Aç kalmak nasıl bir korku ve hayatı devam ettirme çabası ve beslenmek nasıl kaçınılmaz bir ihtiyaç ise iman da insan için ekmek gibi su gibi bir ihtiyaç, onsuz olunamayan bir varoluş biçimi… Çünkü insan, hem başlangıçtaki hem de mevcut varlığını Allah’a borçlu ve varlığının devamını başka türlü yürütebilmekten de aciz… Çünkü insan kendinden menkul bir canlı değil ve yaratılmış… Günümüzde, insanın kendine bahşedilen “muhteşem varlığını” bozma çabalarını görünce sadece kalbini değil aklını da kaybetmiş olduğunu düşünmeden edemiyor makul akıl… Evet, ne dersiniz, Allah’ı (cc) bulma ümidi de Allah’ı (cc) kaybetme korkusu da inanan bir insana verilmiş en güzel duygular değil mi? İnsanda bu durumun yaradılıştan, varoluşsal, ontolojik bir kurgu olması nedeniyle, Şenel İlhan Beyefendi sohbetlerinde “insanın inanabilme özelliğini doğru kullanması gerektiğini” söyleyerek, Allah’a inanmanın, Allah’ı tanıma çabasının ne kadar kıymetli ve insan için kaçınılmaz olduğunu her fırsatta bizlerin şahsında siz kıymetli okurlara da anlatmaktadır.
İnsan kendindeki bütün duygulara bir anlam izafe ederse o duyguları verenle arasında bir bağ kurulması kaçınılmaz olur. Yine insan, yaşadığı olayların her birine bir anlam izafe ederse hayatı bahşedenle arasında bir bağ kurulması da kaçınılmaz olur. Allah (cc) hâkimdir ve hüküm sahibidir. İşte Allah (cc) hükmün mutlak sahibi olduğu için biz tüm bu yaşadıklarımıza “kader” diyoruz. Kader, yani insanın Allah (cc) ile varoluşsal illiyeti, bağı… Allah’ın (cc), sebeplerin perde arkasındaki “mutlak fail” oluşu… Tüm bunlardan sonra insan, kâinata damgasını vuran büyük tasarımın kendisinde de olduğunu fark ettiği an, artık teslim olmak, sevmek, düşünmek ve tefekkür etmek insan için kaçınılmaz bir eylem biçimi haline gelir ki geriye sadece ve sadece “zikrederek” o büyük Mabud’a “kulluğunu göstermek” ve “Allahu ekber” diyerek Sübhan olan Allah’a şükrünü büyük bir saygıyla ifade etmek kalıyor. Hayret etme özelliğini kaybetmemişse insan, ülfet hastalığına tutulmamışsa yani hasta değilse bundan daha doğal/fıtri bir durum olamaz. Alternatifi büyüklenmek ve kibir; insana verilen büyük payeye hased, tüm mevcudat karşısında düşülen büyük bir riya, sevgisizliğin varlığa yansıması, yani sonuçta Allah’ın (cc) azametini fark edememe ahmaklığı ki artık burada vasıf itibariyle insana insan demek güçleşiyor…
Anlatmaya çalıştığımız şeyler sonuçta bir hakikati bildirmeye yönelik… Güzel sözler güzel cümleler, kavramlar, bilgi, ilim, düşünce, her şey güzel… Peki, günümüz insanı ya da günümüzde insan; anlatılanlarla ne tür bir teması, yakınlığı var acaba? Sokaktaki insan, genç kızlar, delikanlılar, evliler, yeni evliler, iş adamları, bürokratlar, siyasiler, kitap yazanlar, okuyanlar; herkes… Kimin ne derdi var acaba? Kimin neye, ne kadar ihtiyacı var? Günümüz tebliğcileri neyin ne kadar farkında? Mesela toplum psikolojisi, psikoloji, tıp ya da bilimle, astronomi, kozmoloji ile diyalogları var mı? En önemlisi insanı ne kadar tanıyorlar, kendilerini tanıma biçimleri, derinlikleri ne kadar? Sorular arka arkaya geldiğinde acaba anlatılanlar toplumda manen bir “yetmezlik sendromunu mu” tetikliyor, yoksa insanı kendini tanımaya, Allah (cc) ile olan ilişkilerinde oturaklı ya da ümit dolu yeni başlangıçlar yapmaya mı yöneltiyor? Bugün bu soruların somut cevabını verebilmek gerçekten hiç kolay değil… Hepsi de büyük bir özenle içleri doldurulmaya muhtaç, emek isteyen, pratik yaparak ve gözlemlerle şekillendirilebilecek konular… Tüm bunlardan sonra örneklik boyutu yüksek, ahlaken gelişmiş, anlattıklarını yeterince sindirmiş ve her insanda ayrı bir dünya olduğunu bilen ve ona göre insan ilişkilerini her boyutta geliştirmiş, oldukça merhametli ama zor olsa da gerekeni yapmak ya da yaptırmakta mahir donanımlı tebliğcilere ihtiyaç var. Bugün buna “eğitimci” demek dahi çok kifayetsiz bir yaklaşım olur ama işin olmazsa olmazlarından biri olması da kaçınılmaz… Kişinin kendine dair benlik algısı, bu algının manen bizleri doğru kulvarlarda sürüklemeye yetip yetmeyeceği ya da engelleyip engellemediği, nerelerde nasıl bir değişime ihtiyacımız olduğunun doğru tespiti, böyle bir değişim için imtihanın hangi türü bize nasıl yarıyor, durduğumuz yer ilahi yardımı celbeden ve manen talepkar olunan bir yer mi, nerede hangi bilgiye ihtiyacımız var, bu iş tek başına başarılabilir mi gibi konular Allah (cc) yolunda terakki ve Allah’ı (cc) tanıma cehd ve gayreti olan insanlar için kaçınılmaz ana başlıklar gibi görünüyor. Tabi tüm bunlar işin ne kadar zor olduğunu anlatmak ve işi zorlaştırmak için değil, insanın ne kadar kıymetli ve üzerinde emek harcanmaya değer bir varlık olduğunu ortaya koymak için… İnsan, Allah’ın (cc) insana verdiği değeri kendisine verirse bu gerçekten de mükemmel bir duygu olur. Üstelik bunun davranışa, kişiliğe, kimliğe dönüşmesi İslam dünyasının özlediği, beklediği insanların yetişmesi anlamına gelir ki İslam’ın fıtrat dini oluşu, evrenselliği, her bir insanda birebir karşılık bulması gibi hakikat ve güzellikler ancak böyle tecelli edebilir. Ondan ötesi herkesin bulunduğu yer ve görevde Allah’ın (cc) rızasını gözeten ve işini doğru dürüst yapan, insanların birbirini sevdiği ve mutlu olduğu bir dünya hayatı ve ahiret yolculuğudur ki ne mutlu o insanlara…