Hz. Peygamber'in (sav) Çocuklar ve Gençlere Yaklaşımı / Prof. Dr. Adem Apak

Hz. Peygamber’in hayatında, adeta bir ya da iki nesil öteye maddi manevi yatırımlar yaptığını görüyoruz. Eğitim sistemi, değerler ve davranışlar düzeni olarak insana direkt ulaşan İslam’ın, bizzat Hz.Peygamber’in (s.a.v.) şahsında çocuklara ve gençlere yönelik tutumu nasıldı? Niçin özellikle çocuklar ve gençler üzerinde durmuştu? Bu tutumun gerisinde yatan temel prensipler nelerdi? Bu davranış modellerinde örnekliği vazgeçilmez ne tür pratikler var? İnsanî ve irfanî boyutta neler görüyoruz? 

Son semavî din olan İslam, bütün insanlık için evrensel mesajların yanısıra aynı zamanda bir eğitim sistemi, toplumlar ve insanlar arası ilişkilerin temeli olan bir değerler ve davranışlar düzeni getirmiştir. Gerek eğitim sistemi, gerekse davranış düzeni konusunda insanlık için en güzel örnek de şüphesiz bu dinin mübelliği Hz. Peygamber’dir. Bundan dolayı Rasûl-i Ekrem’in (sav) bir eğitimci olarak çocuk ve gençlere yaklaşımını, onlarla olan ilişkilerini doğru bir şekilde tespit etmek, O’nun tavır ve davranışlarının gerisinde yatan temel prensipleri kavramak ve çocuklarını bu doğrultuda yetiştirmek Müslüman cemiyetin en öncelikli görevi olmalıdır. 

Şahsiyetlerin gelişimi aşamasını yaşayan gençlerin karakter oluşumu esnasında onlara Müslüman kimlik ve kişilik kazandırmak için öncelikli olarak Allah Rasulü’nü (sav) ve İslam büyüklerini en doğru şekilde tanıtmak gerekir ki onlar hayatlarında bunları kendilerine örnek alabilsinler. Eğer bu husus ihmal edilirse gençlerin hayatlarında örnek alacakları modeller başka şahıslar olacaktır. Allah Rasulü’nün (sav) hayatı incelendiğinde O’nun gençliğe ve gençlere verdiği önem açıkça görülür. Nitekim ondan gelen bir rivayette Cenâb-ı Hakkın arşının gölgesinden başka hiçbir gölgenin bulunmadığı Kıyamet Gününde, arşın gölgesinde gölgelendirilecek ve Allah’ın ikramına mazhar olacak yedi grup insan arasında “Allah’a kulluk içinde yaşayan genç” adaletli devlet başkanından sonra ikinci sırada zikredilmektedir.

Hayatın bütün safhalarında olduğu gibi çocuk ve gençlerin eğitiminde de Hz. Peygamber’in (sav) metodu bize rehberlik edecektir. Zira Rasulullah (sav) hayatı boyunca yeni yetişen nesillerle özel olarak ilgilenmiş, gençlerle muhatap olması esnasında onların fıtratını tanıyarak hareket etmiştir. Öylesine şefkatli, candan ve sevgi dolu bir yürekle davranmıştır ki, hayatı boyunca gençler O’nun etrafında adeta pervane olmuşlar, O’na canı gönülden bağlanmışlardır. Peygamber Efendimiz (sav) de gençlerin yeniliğe, değişime ve güzelliğe yatkınlığını şu şekilde ifade eder: “Size hayırlı gençleri tavsiye ederim. Çünkü onların kalbi daha incedir. Allah beni doğruluk ve müsamaha ile gönderdi. Bana gençler yanaştı, ihtiyarlar ise muhalefet ettiler.” buyurmuştur. 

Bizzat kendi yaşadığı dönemde Hz. Peygamber’in (sav) bu denli önem verdiği gençler neleri başarmış, neler yapmışlardır? Bizzat asr-ı saadetle başlayan süreçte İslam medeniyetinin inşasında ne tür görevler almışlardır? Bu simaların ideal rol model olarak günümüze taşınmasında önemli noktalar neler olabilir? Onları bağlayan şey Hz. Peygamber’e olan koşulsuz sevgileriydi ve önlerinde yapmaları gereken somut hizmetler vardı. Günümüz açısından bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz? 

Hz. Peygamber (sav) tebliğ görevini üstlenmesinden itibaren kadın-erkek, genç-ihtiyar, zengin-fakir, hür-köle ayrımı yapmadan toplumun tüm katmanlarını İslam’a davet etti. Bunun sonucu olarak Mekke’nin hemen her kesiminden insanlar Müslüman oldu. Ancak İslam’a girenlerin en bariz ortak özelliği, genelde otuzlu yaşlardaki gençlerden meydana gelmiş olmalarıdır. Gerçekten de Hz. Peygamber (sav) İslam’ı tebliğ ederken toplumun yeniliğe açık, idealist ve enerjik kesimini oluşturan gençlerden büyük ölçüde destek almıştır. O, tebliğe başladığı ilk andan itibaren kadın-erkek, genç-ihtiyar, zengin-fakir, hür-köle ayırımı yapmaksızın tüm insanları İslam’a davet etmiştir. Nitekim ilk Müslümanlar incelendiğinde toplumun her kesiminden fertlerin yer aldığı görülmektedir. Ancak, bunlar arasında gençlerin çoğunlukta olduğu da aşikârdır. İslam hareketinin de başlangıçta, toplumun bu kesimden destek aldığını, en fazla katılımın özellikle gençlerden geldiğini tespit edebiliyoruz. Yaygın kanaatin aksine, köleler, fakirler, kimsesiz ve zayıf kimselerin İslam hareketine duyduğu sempati ve ilgiden daha fazlasını, refah içerisinde yaşayan Mekke’nin nüfuzlu ailelerine mensup gençlerin gösterdiği görülür. Nitekim Mekke’nin nüfuzlu ve refah içinde yaşayan ailelerine mensup gençler, İslam’a; yaşlılar, köleler, fakirler, kimsesiz ve zayıf kimselerin duydukları sempati ve ilgiden daha yoğun alâka göstermişlerdir. İslam’ı yayma konusunda Hz. Peygamber’e (sav) asıl destek ve yardımcı olanlar da gençlerdir. İlk Müslümanlardan birkaç kişi elli yaş civarında, birkaç kişi otuz beş yaşın üzerinde, geri kalan çoğunluk ise otuz yaşın altında bulunuyordu. Mesela genç yaşta İslam’ı kabul edenlerden Hz. Ali 10, Abdullah b. Ömer 13, Zeyd b. Hârise 15, Abdullah b. Mes’ûd ve Zübeyr b. el-Avvâm 16, Talha b. Ubeydullah, Abdurrahman b. Avf, Erkam b. Ebu’l-Erkam ve Sa’d b. Ebu Vakkas 17, Mus’ab b. Umeyr 18-20, Cafer b. Ebu Tâlib 22, Osman b. Huveyris, Osman b. Affân, Ebu Ubeyde ve Hz. Ömer 25-31 yaşlarında idiler. Genç erkekler gibi, genç kız ve hanımlar da İslam’ı ilk seçenler arasında yerlerini almışlardır. Hz. Ömer’in (ra) kız kardeşi Fatıma binti el-Hattâb (rah), Hz. Ebu Bekir’in kızları Esma (rah) ve Âişe (rah) bunların başında gelir. Bu gençlerin çoğu, refah ve itibar sahibi olan ailelerini terk ederek, büyük çile ve fedakârlıklara katlanarak Hz. Peygamber’in (sav) safında yer almayı tercih etmişlerdir. Burada verilecek iki örnek bu hususu açıklar mahiyettedir: Mus’âb b. Umeyr (ra) zengin bir ailenin çocuğu idi. Mekke’de en güzel, lüks ve gösterişli giyinen, kokular sürünen bir gençti. Mekke’de Kureyş gençleri arasında onun kadar müreffeh bir hayat süren bir başka genç yoktu. İslam’ı hiç itirazsız kabul etti. Müslüman olduğunu öğrenen ailesi onu yakalayıp hapsetti. Annesi son derece itibarlı bir kadındı ve oğlunun Hz. Muhammed’in (sav) yanında olmasına asla rıza göstermiyordu. Mus’âb (ra) bir yolunu bularak evden kaçtı ve Habeşistan’a hicret ederek annesinin elinden kurtuldu. Uhud savaşında şehit olduğu zaman, naşının üzerine örtülecek kısa bir gömleğinden başka bir şeyi bulunamadı. Onunla başı örtülünce ayakları açılmış, ayakları örtülünce de başı açık kalmıştır. (Buhârî, Cenâiz 25, 26)

Kureyşli bir başka genç olan Ebu Huzeyfe (ra), Kureyş liderlerinden ve Bedir savaşında kâfir olarak ölen Utbe b. Rebia’ın oğlu idi. Ebu Huzeyfe (ra) zengin, asil bolluk içinde yaşayan birisiydi. Babasından sonra Kureyş liderliği kendisini bekliyordu. O, bütün bu servet, itibar ve rahatlığı terk ederek İslam’ı seçti. 

Yukarıda zikredilenlerin dışında genç yaşta İslam’ı kabul eden pek çok şahıs mevcuttur. Onlar arasından İslam’ın Mekke ve Medine dönemlerinde ve Hz. Peygamber’in (sav) vefatından sonraki zamanlarda çok önemli görevler üstlenen şahıslar yetişmiştir. İçlerinden devlet başkanları, valiler, hâkimler, öğretmenler ve ülkeler fetheden komutanlar çıkmıştır. Özetle İslam hareketini asıl yönlendiren ve onun Arap toplumunun yeni kimliği haline gelmesinde canla başla destekleyerek Hz. Peygamber’e (sav) yardımcı olan, işte bu idealist gençlerdi. Siyer kaynakları incelendiğinde Hz. Peygamber’in (sav), İslam toplumunun şekillenmesinde ve İslamî değerlerin yaşanmasında ve yayılmasında gençlere büyük görevler verdiği açıkça görülür. Onların cesaret ve enerjilerinden gereği gibi yararlanmak için her şeyden önce gençlerin kendine güvenli, sağlam bir kişilik geliştirmelerine imkân sağlanmasını istemiştir. Zira O, sorumluluk gerektiren en yüksek görevlere hazırlanmalarını gençliğin tabiî hakkı ve amme menfaatlerinin bir gereği olarak görüyordu. Bundan dolayı gençlere özel ilgi gösteriyor ve onları görevler üstlenmeleri hususunda sürekli teşvik ediyordu. Gerçekten de bu süreçte görev ve sorumluluğun bilincinde olan kumandanlar, âlimler ve hâkimler yetişmişse bu ancak Rasulullah’ın (sav) teşviki sayesinde olmuştur. 

Gençlerin Mekke döneminde, İslam’ın Arap Yarımadası’nın dışında tanınmasında da önemli katkıları olmuştur. 25 yaşlarında iken Habeşistan’a hicret eden Hz. Ali’nin (ra) ağabeyi Cafer b. Ebu Tâlib’in (ra) İslam’ı savunmak üzere Habeşistan hükümdarının, Hıristiyan din adamlarının ve saray erkânının huzurunda yaptığı konuşma, edebî yönden ve muhteva açısından tarih kitaplarımızı süslemektedir. 

Mekkeli gençlerden Dârü’l-Erkam’da iken Müslüman olan Mus’ab b. Umeyr (ra), I. Akabe Biatı’ndan sonra Hz. Peygamber (sav) tarafından Medine’ye öğretmen olarak gönderildi. O sırada 25 yaşlarında bir genç olan Mus’ab’ın (ra) faaliyetleri sonucunda pek çok Medineli Müslüman oldu. Hepsinden önemlisi o, Üseyd b. Hudayr (ra) ve Sa’d b. Muâz (ra) gibi iki nüfuzlu kabile reisinin İslam’a girişini sağladı. 

Mekke’de olduğu gibi Medine döneminde de gençlerin etkinlikleri dikkat çekmektedir. Bunlar arasında Zeyd b. Sâbit (ra), Hz. Peygamber (sav) tarafından komşu hükümdar, emîr ve Arap kabilelerine gönderilen mektupların pek çoğunu yazmıştır. Aynı zamanda vahiy kâtipleri arasında yer alan Zeyd (ra), Hz. Peygamber (sav) vefat ettiğinde 21 yaş civarındaydı. İlk halife Hz. Ebu Bekir (ra) döneminde Kur’ân-ı Kerîm’i toplamakla Zeyd (ra) görevlendirilmiştir. Kur’ân-ı Kerîm’i cem eden bu sahabînin, böylesine ciddi ve önemli bir faaliyeti gerçekleştirdiği sıralarda 22 yaş dolaylarında olması, İslam’ın ilk döneminde gençlerin ne derece büyük rol oynadığını ortaya koyması bakımından ilgi çekicidir. 

Hz. Peygamber (sav) vahiy kâtiplerini genellikle gençler arasından seçmiş, gençlerin fetva vermesine müsaade etmiş, ayrıca onlardan öğretmenler tayin etmiştir. Üstelik onları çoğu yaşlı sahabîlerden oluşan ordulara komutan tayin etmiştir. Yine pek çok gazvede sancağı bizzat gençlere vermiştir. Örnek vermek gerekirse Tebük Seferi’nde sancağı Zeyd b. Sâbit’e (ra), Bedir’de Hz. Ali’ye (ra) vermiştir. 18 yaşında olan Üsâme b. Zeyd’i (ra) Suriye’ye gönderdiği orduya komutan tayin etmiştir. Rasulullah (sav) Benî Kudâa üzerine göndermek için hazırladığı birliğin sancağını da Üsâme b. Zeyd’e (ra) vermiştir. Bu birlik, aralarında Hz. Ebu Bekir (ra), Hz. Ömer (ra) ve Ebu Ubeyde (ra) gibi Muhacirlerin de yer aldığı birlerce askerden oluşuyordu. Sahabîlerden bazıları Üsâme’nin (ra) kumandan tayin edilmesini hoş karşılamayınca Hz. Peygamber (sav) onları uyararak Üsâme’yi (ra) övmüş ve desteklemiştir. Rivayete göre Üsâme’nin (ra) yaşı henüz 18 veya 20 idi.

Genç, yoksul ve bekar talebelerden oluştuğu söylenen “Ashab-ı Suffe” tarzı kurumsal yapıların, gençlerin yetişmesinde rolü ne olmuştur? Hz. Peygamber Ashab-ı Suffe’yi nasıl eğitmiştir? Buradaki ilmî, ahlakî, irfanî boyut için neler söylemek istersiniz? Allah Resulü’nü en iyi örnek alan nesil, sahabe nesli olduğuna göre Ashab-ı Suffe için neler söylersiniz? Tüm bu faaliyetler esnasında kadınlara, genç kızlara yönelik bir ayrım söz konusu oldu mu?

Hicret, Hz. Peygamber’in (sav) risâlet görevini daha iyi şartlarda yerine getirmesi, İslam dininin daha güçlü bir şekilde yayılması amacıyla gerçekleştirilmişti. Bunun ilk adımı olarak Medine’de bir mescid inşasına karar verildi. Müslümanların ibadet merkezi olan Mescid’in hemen arka kısmına, sayıları 30’a ulaşan yoksul ve evsizlerin kalma yeri inşa edilmişti ki buraya Suffe adı verilmiştir. Sözlükte “gölgelik” anlamına gelen suffe, Mescid-i Nebevî’nin giriş kısmında, Medine’de evleri ve kalabilecek yakınları olmayan bir kısım sahabînin barınması için yapılan mekânın adı olmuştur. Gerçekten de Hicretin başlamasıyla Medine’de büyük bir nüfus yığılması meydana gelmişti. Allah Rasulü (sav) Ensar ile Muhacirler arasında kardeşlik (muâhât) kurmak suretiyle Mekkeli her bir muhaciri Medineli bir ailenin yanına yerleştirdi. Evli olan muhacirler genellikle sığınabilecek bir yer bulabiliyor ancak bekar, özellikle de kimsesiz ve fakir olan muhacirlerin yerleştirilmesi pek mümkün olmuyordu. Değişik yerlerde barınan kimsesiz muhacirlerin çeşitli ihtiyaçlarını karşılamak da zor oluyordu. Bu durum onların Suffe gibi merkezî bir yerde toplanması zaruretini doğurmuştur. Burada kalan ve çoğunluğu Muhacirlerden oluşan topluluğa “Ashâbu’s-Suffe / Ashâb-ı Suffe” veya “Ehlü’s-Suffe /Ehl-i Suffe” denilmiştir. Suffe’de kalanların ihtiyaçları başta Hz. Peygamber (sav) olmak üzere diğer Müslümanlar tarafından karşılanmıştır. Buradan Suffe’nin sosyal bir ihtiyaçtan doğmuş olduğu görülse de burasının aynı zamanda Mescid’in yanı başındaki bir eğitim merkezi misyonu üstlendiği hususu da unutulmamalıdır. Zira Suffe, sadece ihtiyaç sahibi Müslümanların barınması amacıyla yapılmış olsaydı bunun için Mescid-i Nebî’nin yanında inşa edilmesi şart değildi; Medine’de uygun olan başka bir yere de bu mekân yapılabilirdi. Bu sebeple Suffe’nin eğitim mekânı olma misyonunun daha öncelikli olduğu anlaşılır.   

Gerek Mekke Muhacirlerinden, gerekse daha sonra İslam’ı kabul edip Medine’ye hicret edenlerden yoksul, bekâr ve yakını bulunmayan sahabîler burada kalmaya başladılar. Ayrıca Ensardan ve Abdullah b. Ömer gibi evleri olan Muhacirlerden bazılarının ilim öğrenme adına Suffe ehline katıldıkları ve onlarla birlikte kaldıkları, dolayısıyla onların da Ashâb-ı Suffe’den sayıldıkları bilinmektedir. Yeni katılanlar veya evlenip ayrılanlar olduğu için Ashâb-ı Suffe’nin sayısı Medine’ye gelen yeni Müslümanlar sebebiyle sürekli değişiyordu. Kaynaklarda Suffe’nin mekân olarak genişliği tam olarak bildirilmemiş olsa da burada aynı anda yetmiş kişinin kaldığına dair rivayetler vardır. Gidip gelmelerle birlikte çeşitli zamanlarda kalanların toplam sayısının 400’e ulaştığı ifade edilir. Zira Medine’ye ulaşıp orada bir tanıdığı bulunmayanlar ve Medine’ye gelen heyetler de genellikle Suffe’de ağırlanırdı. Dolayısıyla heyetler çoğaldıkça burada kalanların sayısının da arttığı anlaşılmaktadır. Nitekim bir defasında Temîm kabilesinden seksen kişi Suffe’de ağırlanmıştır. 

Suffe’de kalanlar tasnif edildiğinde buranın mensuplarının başında kimsesiz Muhacirler geliyordu. Onların ilk akla gelenleri ise Abdullah b. Mes’ûd, Bilâl-i Habeşî, Ammâr b. Yâsir, Selmân-ı Fârisî, Suheyb-i Rûmî’dir. Ayrıca Mekke dışından hicret ederek Suffe’ye dahil olan muhacirler de vardı ki bunların en meşhurları Yemen’in Devs kabilesinden Medine’ye hicret eden büyük hadis ravisi Ebu Hureyre’dir. Suffe’nin ikinci grup müdavimleri Medine’deki bekâr Müslümanlardır. Onlar Medine’de evleri olsa da Hz. Peygamber’den (sav) daha fazla istifade edebilmek için evinde kalmayıp Suffe’de yatıp kalkarlardı. Sayıları az olan bu gruba, Abdullah b. Ömer’i örnek vermek mümkündür. Arap kabilelerinden Müslüman olup göç edenler de Suffe’de iskân edilirlerdi. Hz. Peygamber (sav), müşrik kabileler arasında Müslüman olan kimselerin Medine’ye gelip yerleşmesini tavsiye ediyordu. Medine’de tanıdığı olmayan bu muhacirler zaruri olarak Suffe’ye yerleşiyorlar, bu arada İslam’ı daha güzel bir şekilde öğrenme imkânına sahip oluyorlardı. Yeni Müslüman olanların Medine’ye hicret etmelerini tavsiye etmekle Hz. Peygamber, (sav) onların müşrik akrabaları tarafından ezilmemelerini, İslam’ı öğrenip daha sonra kabilelerine giderek tebliğ etmelerini de sağlamış oluyordu.

Suffe ehlinin İslamî ilimlerin gelişmesine doğrudan etkisi olmuştur. Nitekim başta Ebu Hüreyre olmak üzere en çok hadis rivayet eden sahabîler Ehl-i Suffe’dendir. Onun ardından Ebu Zer el-Gıfârî (281 hadis), Huzeyfe b. Yemân (225 hadis), Ammâr b. Yâsir (62 hadis), Selmân-ı Fârisî (60 hadis), Ukbe b. Âmir (55 hadis), Bilâl-i Habeşî (44 hadis) gelir. İslam hukuku alanında ortaya çıkan ehl-i hadîs ve ehl-i re’y ekollerinin ilk temsilcileri kabul edilen Abdullah b. Ömer ile Abdullah b. Mes‘ûd benzeri birçok sahabî de Suffe’den yetişmiştir. Bunun yanında ilk dönem zühd hareketlerinin Ehl-i Suffe ile başladığı, Suffe’nin tasavvufun nüvesini teşkil ettiği kabul edilmektedir. Bazı tabakât müellifleri eserlerinde Ehl-i Suffe’yi geniş bir şekilde tanıtmış, bunlardan Ebu Nuaym el-İsfahânî, Hilyetü’l-Evliya adlı eserinde Suffe’de kalan 100 kadar sahabî hakkında bilgi vermiştir. Bu hususta ayrıca pek çok araştırma da yapılmıştır. 

Hulasa, Müslümanların Medine’ye hicretinden sonra meydana gelen soysal ve dinî çeşitli ihtiyaçlar sonucu teşekkül eden Suffe ve Ashabı, bir zaruretin sonucudur. Nitekim bu zaruretler ortadan kalkınca bu müessese görevini tamamlamıştır. Fakat mecburi olarak bir araya gelen kimsesiz, muhtaç, güçsüz bu insanların bütün maddî ve manevî ihtiyaçları bizzat Rasulullah (sav) tarafından karşılanmış, bunlar eğitilerek pek çok yönde hizmet verebilecek hazır bir kuvvet haline gelmiştir. Peygamberimiz’in teşviki ile daha çok ilim veya ibadete yönlendirilen Suffeliler, kabiliyetleri doğrultusunda yetişmiş, şevkleri çok, dünyevî meşgaleleri yok olduğu için, bolca elde ettikleri sünnet bilgisini nakletmek suretiyle hadis rivayetine ve İslam hukuk doktrinlerinin teşekkülüne, yaşadıkları hal ve tavırlarıyla da tasavvufî hareketlere büyük etkileri olmuştur. 

İnsanlığın mümtaz simaları olan ve Kur’an’da adı geçen bazı peygamberlerin, çocuklarıyla ilişkileri fiili ve sözlü olarak nasıldı? 

Allah Rasulü’nün (sav) çocuklar ve çocukların dünyalarıyla olan ilişkisinin temelleri şüphesiz Kur’ân’ın bu konuda ortaya koyduğu temel prensiplere dayanmaktadır. Bu esaslar da özellikle ilahi kitapta ondan önceki peygamberlerin kendi çocuklarıyla olan münasebetlerini ele alan ayetlerde açıkça ortaya konulmuştur. 

Kur’ân-ı Kerîm’de çocukların eğitimi ve topluma kazandırılması konusunda öne çıkan modeller İbrahim (as), Yakup (as) ve Lokman (as) ile onların oğullarıdır. İbrahim peygamber, “Rabbi ona (İbrahim’e) teslim ol buyurduğunda, o da ‘Âlemlerin Rabbi’ne teslim oldum.’ demişti.” (Bakara, 2/131) İbrahim (as) çocuklarına da aynı yolu takip etmelerini emretmiştir. Yakup peygamber de benzer şekilde son nefesinde çocuklarına şu vasiyette bulunmuştur: ”...Oğullarım! Allah sizin için bir din seçti. Siz de ancak Müslüman olarak can veriniz.” (Bakara, 2/132) Yakup (as) yine oğullarına “Benden sonra kime kulluk edeceksiniz? dediğinde onlar: ‘Senin Rabbin’e, babaların İbrahim, İsmail ve İshak’ın Rabbi olan tek Allah’a kulluk edeceğiz, biz O’na teslim olanlarız.’ demişlerdir.” (Bakara, 2/133) Burada zikri geçen ayetlerde de görüldüğü gibi çocuklarına, kendilerini ve yaptıklarını takip etmeleri öğüdünü vermeleri Allah’ın peygamberlerinin bir sünneti olagelmiştir. Bu geleneği, İbrahim (as) çocuklarına kendi dini olan İslam’a bağlı kalmalarını tavsiye ederek başlatmıştır. Oğlu Yakup (as) peygamber de bunu sürdürmüş, çocuklarına Allah’a samimi ve muti kullar olarak kalmalarını söylemiştir. Her iki peygamber de çocuklarından Allah’tan başka hiçbir varlığa ibadet ve itaat etmeyeceklerine ve bu inanca ölümlerine kadar bağlı kalacaklarına dair kesin söz almıştır. 

Kur’ân’ın İbrahim (as) ve Yakup (as) peygamberlerin şahsında ortaya koyduğu prensipler ana-babaların çocukları ile olan ilişkileri hakkında esaslı ve cihanşümul gerçekleri dile getirmektedir. Buna göre ana-babalar çocukları için derin sevgi beslemeli ve kendilerinden sonra mesut ve müreffeh bir hayat sürdürmeleri adına onların refah ve iyiliklerini düşünmeleri gerekir. Bu hususta ana-babanın çocuklarına öğretecekleri ilk prensip Allah’a itaatkâr olmalarıdır. Tabiatıyla bunu önce onlar kendi davranışlarında göstermelidir. Nitekim İbrahim (as) bunu bizzat göstermiş, oğlu İsmail’i (as) Allah’ın emrine kurban etmeye hazır olduğunu açıklamıştır. (Saffât, 37/102) Bir başka seferde ise İbrahim peygamber, oğlunun maddî ve manevî refah ve mutluluğu için Rabbi’ne dua etmiştir. Ölümü anında da oğluna, Allah’ın en yüce nimeti olarak kabul ettiği şeyi (İslam’ı) bıraktığını bildirmiştir. 

Kur’ân’da çocukların eğitim ve öğretimi ile ilgili prensipler hakkında en açıklayıcı bilgileri Lokman suresinde bulmak mümkündür. “Lokman oğluna öğüt vererek, ‘Ey Oğulcuğum! Allah’a ortak koşma, doğrusu ortak koşmak büyük zulümdür.’ demişti. Biz insana ana ve babasına karşı iyi davranmasını tavsiye etmişizdir. Annesi onu güçsüzlükten güçsüzlüğe uğrayarak karnında taşımıştı. Çocuğun sütten kesilmesi iki yıl içinde olur. Bana ve ana-babana şükret diye tavsiyede bulunmuşuzdur, dönüş banadır. Ey insanoğlu! Ana-baba seni, körü körüne bana ortak koşmaya zorlarsa onlara itaat etme. Dünya işlerinde ise onlarla güzel geçin. Bana yönelen kimsenin yoluna uy; sonunda dönüşünüz banadır. O zaman yaptıklarınızı size bildiririm. Lokman, ‘Ey Oğulcuğum! İşlediğin şey bir hardal tanesi ağırlığınca olsa da bir kayanın içinde veya göklerde veya yerin derinliklerinde bulunsa bile Allah onu meydana getirip kor. Doğrusu Allah Lâtiftir, haberdardır. Ey Oğulcuğum! Namazı kıl, uygun olanı buyurup fenalığı önle, başına gelene sabret; doğrusu bunlar azmedilmeye değer işlerdir. İnsanları küçümseyip yüz çevirme, yeryüzünde böbürlenerek yürüme. Allah, kendini beğenip övünen hiç kimseyi sevmez. Yürüyüşünde tabii ol, sesini kıs. Seslerin en çirkini şüphesiz merkebin sesidir.” (Lokman, 31/13-19)

Lokman peygamber tarafından oğluna öğüt olarak söylenen bu sözler, diğer insanlar için bir ilim ve hikmet serveti ihtiva etmektedir.