Dünya toplumları ölüme nasıl yaklaşmaktadır? İnsan-ölüm ilişkisi açısından konuyu değerlendirir misiniz? Ölüme dair kaygılara, insan tekilinin tepkilerine dair neler söylenebilir?
Ölüm tüm insanlık için ortak bir son, acı veren bir durumdur. Ölüm, insan var olduğu sürece var olan ve bir gölge misali insanı takip eden de bir olgudur. Geçmiş toplumlarda hayatın içerisinde daha çok varlığını hissettiren ölüm, sekülerleşmenin ve teknolojik gelişmelerin etkisiyle artık insanların ondan kaçmak istediği veya onu inkâr ederek ondan kurtulmak istediği bir olaydır. Yaşanılan savaşlar, pandemik salgınlar bu durumu daha da derinleştirmiş, sonucunda bireylerin ölüm kaygısının/korkusunun da artırmasına neden olmuştur. Ölüme yönelik kaygılar, korkular bireyin sadece kendi ölümlülüğü ile ilgili değildir. Bir yakınının ölümü kişinin psikolojisini olumsuz olarak etkilemekte ve dolayısıyla hayatı boyunca ölüm, yaşanmak istenmeyen bir tecrübe hâline dönüşmektedir. Bu durum toplumsal olarak da istenmeyen bir olgu haline dönüşmüştür ki artık mezarlıklar şehrin en uzak noktalarına yapılır hale gelmiş; ölümler hastanın sıcak yatağında değil, hastanelerin soğuk odalarında gerçekleşmeye başlamıştır. Ölen kimse kurtulması gereken “kirli bir ceset” olarak nitelendirilmeye başlanmıştır. Dolayısıyla oluşan korku-kaygılar, insanları “ölmemeye”, daha uzun yaşama isteğine, ölümsüz olma tepkileri vermeye itmiştir. Bugün insanları dondurup yıllar, hatta yüzyıllar sonra uyandırma ya da kan değişimi yapılarak daha uzun yaşayabilme düşüncesinin uzun zamandır gündemde olmasının nedenlerini buraya bağlamak mümkündür.
Ölümün dinî öğretime konu edilmesine dair düşüncelerinizi alabilir miyiz?
Din, doğası gereği değişmez bir kavram olmasına karşın toplumsal ve tarihsel süreç içerisinde insanların dine bakışı değişmiş, dolayısıyla din ile ölüm arasındaki ilişki değişkenlik göstererek süregelmiştir. Genel olarak dinlere bakıldığında her dinin, müntesiplerini ölüm, yokluk ve hiçlik karşısında yaşanan kaygıya karşı koruduğu söylenebilir. Bu noktada ölüm ve din arasındaki ilişkide dinlerin ortaya koydukları ahiret inancı önemli bir yere sahiptir. Dinin ahiret hayatıyla ilgili açıklamaları ölümün kabullenilmesinde ve hayata uyum sağlanmasında insan için bir teselli ve tatmin kaynağı olmaktadır.
Ölüm konusu çocukların da gündemindedir. Çocuklar, ölüm konusunu daha küçük yaştan itibaren merak etmekte, sormakta ve sorgulamaktadır. Bu sorulara cevap aranan yerler başta anne-babanın olduğu ev ortamı, arkadaş çevresi, internet dünyası ve okullar olabilmektedir. Çocuklar, yetişkinler gibi din ve ölüm arasında bir ilişki kurmakta ve ölüme dair cevapları dinde ve onun öğretiminin yapıldığı derslerde aramaktadır. Bu yönüyle din derslerinde ölümün anlatılması bir ihtiyaçtır. Dolayısıyla ölüme cevap veren bir kurum olarak din ve onun öğretiminde, çocukların söz konusu sorularına pedagojik bir zeminde cevap vermeye çalışılması, çocuğun ölüme dair doğru bilgilendirilmesi açısından önemlidir. Dahası din öğretimine konu edilecek ölüm, çocukların hurafe bilgiler ile yaşadığı kaygının azalmasına katkı sağlayacaktır. Bu durum da çocukların dengeli bir kişilik oluşturma süreçlerini destekleyecek, sorumluluk alma ve sorumluluklarını yerine getirme becerisini de geliştirecektir. Bazılarının eleştirdiği gibi din öğretimi içerisinde ölüm, salt korku ve kaygı oluşturan bir konu olarak sunulmaktadır. Ölüm, ahiret hayatı aşamaları kapsamında daha yumuşak bir söylemle öğretilmektedir. Bu da çocukların bilişsel, duyuşsal gelişimine katkı sağlayacağına inanıyorum.
İslam’da ölüm konusu Kur’an ve Sünnet kaynaklarına göre nasıl anlatılmaktadır?
İslam inancına göre hayat, “ruhun bedene girmesi”, ölüm ise “ruhun bedenden ayrılması” şeklinde tanımlanmaktadır. Kur’an’a göre ölüm, insanın karşısına her an çıkabilir ve insanların “ne zaman” ölecekleri daha önceden Allah tarafından belirlenmiştir. Kur’an-ı Kerim’de yer alan pek çok ayette dünyadayken yapılan her şeyin ahirette bir karşılığı olacağı açıklanmıştır. Dolayısıyla dünya üzerinde geçirilen yaşam geçicidir, asıl yaşam ölümden sonraki dünyadadır. Sadece dünya yaşamına inanan insanlar mutsuz olmaktadır. Oysaki ölümün ardındaki hayat sonsuzdur ve orada mutsuzluk yoktur. Dolayısıyla insanların ulaşmayı amaçladıkları hayat da ahiret olmalıdır. Kur’an-ı Kerim’de yaşatmanın karşıtı olarak imâte (canlının hayatına son verme) ve teveffî (ruhu kabzetme) kavramları geçmektedir. Yirmi bir ayette imâte, iki ayette kazâ-i mevt (birinin ölümüne hükmedip bunu gerçekleştirmek) ve on iki ayette teveffî kökü Allah’a nisbet edilmiştir. Bunların dışında ölümü gerçekleştirme eylemi (teveffî) altı ayette çoğul sîgasıyla meleklere, iki ayette “melekler” anlamında Allah’ın elçilerine (rusül) izâfe edilmiş, bir ayette de Azrâil “melekü’l-mevt” şeklinde ifade edilmiştir. Yine Kur’an-ı Kerim’de ölümle ilişkili olarak, “Allah’ın her canlı için takdir edilen hayat süresi ve bu sürenin sonu olan ölüm vakti” anlamına gelen ecel kavramıyla birlikte ve “ruhun cesetten ayrılması, beddua, bir kimsenin başka birini öldürmesi” gibi anlamlarda kullanılan katl kavramı sıklıkla zikredilmektedir. Bu kavramların dışında Kur’an-ı Kerim’de ölümü ifade eden farklı kavramlar da kullanılmaktadır.
Ölüm, yaşam kuvvetinin yok olması ve canın bedenden çıkıp hayatın sona ermesidir. Nitekim Allah, “Her nefis ölümü tadacaktır.”, “(Ey Muhammed) Sen, kuşkusuz, öleceksin; onlar da kuşkusuz, öleceklerdir…” şeklinde buyurmuştur. Burada ‘sen ve onlar öleceksiniz’ ifadesinin ‘herkes için ölümün mutlak var olduğuna dikkat çekmek’ anlamında olduğu söylenmiştir. Keza, burada ‘öleceksin (meyyitün)’ kelimesinin canın bedenden çıkmasına işaret olmadığı, bilakis her durumda insanın başına gelen her türlü çözülme, dağılma ve noksanlıklara işaret olduğu ifade edilmiştir. Çünkü insan dünyada olduğu sürece parça parça ölmektedir. Benzer şekilde, “Biz peygamberleri, yeme içme ihtiyacı olmayan birer bedenden ibaret kılmadık. Hem onlar ölümsüz de değildiler.” ayeti ile peygamberlerin dâhi ölümlü olduğu hatırlatılmaktadır.
Kur’an-ı Kerim’e göre ölüm ve hayat birbirinin tamamlayıcısıdır. Allah, hem hayatı hem de ölümü yaratmıştır ve her ikisinin yegâne kaynağı da kendisidir. Nitekim Duhân suresinde, “O’ndan başka ilah yoktur, hayat verir ve öldürür. Sizin Rabbinizdir, önceden gelip geçmiş ecdadınızın da Rabbidir.” ve Mülk suresinde “O ki, hanginizin daha güzel işler yapacağını denemek için ölümü ve hayatı yarattı. Kudreti daima üstün gelen ve günahları çok bağışlayan yalnız O’dur.” buyrulmaktadır. Kur’an-ı Kerim’in diğer başka ayetlerinde ise ölüm evrensel olarak tanımlanmakta ve her insanın öleceği şöyle ifade edilmektedir: “Onlar için bir ecel belirledik ki, onda hiç kuşku yoktur.”, “…Biz senden önce hiçbir beşere dünyada ebedilik vermedik. Şimdi sen ölürsen, onlar ebedi mi kalacaklardır?”, “Yeryüzünde mevcut her canlı varlık ölümlüdür.”, “(Ey Rasûlüm, onlara) de ki; o sürekli kaçtığınız ölüm, elbet (bir gün) gelip size kavuşacaktır.”
İslam dininde ölüme dair açıklamanın yer aldığı bir diğer kaynak ise sünnet ve hadislerdir. Ölüm, hadis literatüründe de benzer kavramlarla ifade edilmekle beraber ölüm ile ilgili birçok hadis ve sünnet aktarılmıştır. Dünyaya gelen her canlıya olduğu gibi insanoğlunun da kendisine verilen ömrü bulunmaktadır. Bu ömür bazen doğumla bitecek kadar kısa, bazen de bir asır sürebilmektedir. İnsana tanınan bu ömür süresinin sona ermesi ecelin/ölümün gelmesidir. Ecel, her şahıs için bir tektir ve Allah’ın kaza ve kaderiyle olup asla değişmemektedir. Her hayat sahibinin eceli, ezelde takdir olunan ve belirlenen vaktinden ne önce gelebilir ne de sonraya kalabilmektedir. Hadislere göre ölüm, içinde yer aldıkları yaşamdan farklı bir yaşama geçiş, insanlar için en iyi öğüt ve ruhun bedenden bir kuş misali azad olması şeklinde ifade edilmiştir.
Sahabe ve tabiûndan nakledilen rivayetlere bakıldığında Hz. Muhammed’in (s.a.v.), ölümün birçok farklı yönüne değindiği görülmektedir. O, hem Allah kelamında yer alan ölümü insanlara açıklamış hem de kendi hayatında ölümle ilgili uygulamalarda ne yapılması gerektiğiyle ilgili insanlığa bir örnek olmuştur. Bu yönüyle Hz. Peygamber (s.a.v.) diğer birçok konuda olduğu gibi ölüm konusunda da öğretim/bilgilendirme yapmıştır. Kendisine sorulan “Hangi mümin daha akıllıdır?” sorusuna “Ölümü sıkça hatırlayıp ölümden sonrası için en iyi hazırlık yapan kimsedir.” cevabı, bugünkü anlamıyla ölüm farkındalığı oluşturma eğitimidir. Yine Hz. Peygamber’in “Lezzetleri kaçıran -ölümü- çok hatırlayın!” ve “Kabirleri ziyaret etmek isteyen ziyaret etsin. Çünkü kabir ziyareti bize ahireti hatırlatır.” hadisleri ve içerdiği tavsiyeler de ölüme dair bir farkındalık oluşturma eylemidir.
Hz. Peygamber’in (s.a.v.) ölümü anlatırken etrafındakilerin kaygı veya korkuları varsa gidermeyi ve azaltmayı amaçladığını ifade etmek mümkündür. Bu noktada Hz. Peygamber’in (s.a.v.) uygulamaları ve hadislerinin kaygı giderici bir nitelikte olabileceğini ifade etmek mümkündür. Enes b. Mâlik (r.a.), Resûlullah (s.a.v.)’in şöyle buyurduğunu anlatıyor: “Ani ölüm, mümin için bir rahatlık...”, “Ademoğlu iki şeyden nefret eder: Ölüm, oysa ölüm mümin için fitneden, kargaşadan daha iyidir ve (ikincisi) de malın azlığından nefret eder. Hâlbuki az malın hesabı daha kolaydır.” Hz. Peygamber’in ölüme karşı tepkilerinden biri de ölümü kabullenmektir. Çünkü ölümü kabul etmek kaygıyı azaltmada temel unsurdur. Bu noktada ölümü kabullenme ile ilgili Hz. Peygamber’in hadisleri oldukça önemlidir. Bu hadislerden bazıları şunlardır: “Dünyada tıpkı bir garip hatta bir yolcu gibi davran!”, “Her insanı doksan dokuz ölüm tehlikesi kuşatmış durumdadır. İnsan, bu tehlikeleri atlatmış olsa bile ihtiyarlık tehlikesiyle karşı karşıya kalır ve neticede ölür gider.”, “Alan da veren de Allah Teâlâ’dır. O’nun katında her şeyin belli bir vakti vardır. Sabretsin ve ecrini Allah Teâlâ’dan beklesin.”
Yas, ölüme verilen doğal bir tepkidir. Hz. Muhammed (s.a.v.)’in kendi hayatında yas tuttuğu görülmektedir. Ebu Hureyre bu durumu şöyle anlatmaktadır: “Resûlullah aleyhissalatu vesselam’ın zamanında âlinden birisi vefat etmişti. Kadınlar, arkasından ağlamak üzere toplandılar. Hz. Ömer (r.a.) onları bundan men etmek ve geri çevirmek üzere kalktı. Hz. Muhammed (s.a.v.), Hz. Ömer’e müdahale edip: “Ey Ömer! Bırak onları, çünkü göz ağlayıcıdır, kalp ızdıraba maruzdur, (ızdırabın yaşandığı) zaman yakındır!” buyurdular.” Hz. Aişe şöyle aktarmaktadır: “Resûlullah aleyhissalatu vesselam, ölmüş bulunan Osman İbnu Maz’ûn’u, gözlerinden yaşlar dökerek öptü.” Buradan yüce Allah’ın lafzı olan Kur’an-ı Kerim ayetleri ve Hz. Peygamber’in söz konusu söylem ve fiilleri, ölüme dair Müslümanca bir bakış açısının ne olması gerektiğini ortaya koymaktadır.
İslam felsefesi ve İslam tasavvufunda ölüm ve ölüm korkusu kısaca nasıl değerlendirilmektedir?
İslam düşüncesinde ölüm düşüncesi Kur’an-ı Kerim ve sünnet çerçevesinde şekillenmiştir. Bu doğrultuda düşünüldüğünde İslam felsefesinde ölümü daha derin ve kapsamlı bir şekilde ele alan düşünür ve filozoflar, ölümün takdir-i ilâhî bir olay olduğu ve ondan da korkulmaması gerektiği noktasında hemfikirdir. Bunlardan biri olan ve ilk İslâm filozofu olan Kindi ile beraber mutluluğa engel olan psikolojik rahatsızlıkların temeli olarak görülen ölüm konusu (korkusunu) ele alınmaya başlanmış, tedavi edilmesi gereken bir problem olarak değerlendirilmiştir. Kindi’ye göre ölüm korkusu yersiz bir korkudur. Ölüm, insanı gerçek yurduna götürecek bir araçtır. Gerçek yurtta üzüntü, hasret ve yokluk yoktur. Ölüm, aslında tabii gerçekliğimizin tamamlanmasından ibarettir. Ölüm yoksa insanın varlığından söz etmek mümkün değildir; ölümlü olmayan zaten insan değildir. Ebubekir Zekeriyya er-Râzî ise et-Tıbbu’r-Rûhânî adlı eserinde, ölüm korkusunu açığa çıkarmanın uzun bir tartışma gerektireceğini ve bu konunun daha da zor bir duruma dönüşebileceğini ifade etmektedir.
İbn Miskeveyh, zengin insanlarda var olan ölüm korkusunu sahip oldukları olanakları bırakmak zorunda kalmaya bağlamaktadır. Gayretle biriktirilerek bir araya toplanan malların dünyada bırakılması bir grup insan için kaygı sebebidir. İbn Miskeveyh, insanı bu kaygıdan kurtarmak adına düşünceye yönlendirmektedir. Bu kapsamda insan, şu şekilde bir fikir geliştirmelidir: Her şeyin bir tanımla açıklandığını söyler ve söz konusu tanımın da tür ve ayrımlardan oluştuğunu, kişinin “canlı” ve ayrımlarının da “düşünen” ve “ölümlü” olduğunu bilen kimse onun da tür ve ayrımlarına bölüneceği anlayışına varmaktadır. İbn Miskeveyh’e göre ölmeyi dilemek temelde yaratılmamayı dilemektir. İbn Sina’ya göre insanlar var oluşlarının bilincine varmalarıyla beraber “ölüm” hakikatinin acısıyla da iç içedirler. İbn Sina, aynı dönemde yaşadığı bu insanların yalnızca kaygılarını kontrol altına almakla kalmamış; onlara ümit vermiştir. Ölümün ardından yeni bir yaşamın başlayacağına dikkat çekerek kaygının yersiz olduğunu dile getirmiştir. İbn Sina’da asıl olan ruhtur. Ona göre ruh ölümsüzdür, beden ise topraktan yaratıldıktan sonra ölümle birlikte çürüyecektir. Beden ölümlüdür, geçicidir, ölümle birlikte yok olmaya mahkûmdur. Dolayısıyla ölüm sonrası hayatın ruhla devam edeceğini belirtmiştir.
İslam düşüncesinde tasavvufun yeri oldukça önemlidir. Tasavvufta ise ölüm olgusu oldukça fazla işlenmektedir. Mutasavvıflar, ölümü bir başka dünyaya geçiş olarak değerlendirmiştir. Bu sebeple ölüm, korkulan bir olgu değil; aksine özlenen dosta kavuşma, aslî vatana ulaşma, nefsin, şeytanın ve boş muhabbetten kurtulmanın bir aracı olarak algılanmaktadır. Ölüm anını düğün gecesi “şeb-i arûz” olarak tanımlayan Mevlana ise ölüm olgusunu sonsuzluk vatanına ulaşmak olarak kabul etmektedir. Bu dünyada yaşadığımız her an, aslında sonsuzluktan uzak geçirilen bir zaman dilimidir. Ölüm, insanın sonsuzluğa erişmesini sağlayan bir açılımdır. Mevlana, ölümün ardındaki yaşamı mutlulukla karşılamaktadır. Yaşadığımız bu dünya, uyuyan birinin gördüğü rüyalardan ibarettir. Ölüm, bütün bu rüyalardan uyanışın bir penceresidir. Ecel geldiğinde, insan gerçek sonsuzluk yurdunu görür; ölümden korkmasının gereksiz olduğunun farkına varır ve gülmeye başlar. Yunus Emre birçok şiirinde ölümü, sonu olan bir dünyadan sonu olmayan bir dünyaya geçiş olarak görmekte, biyolojik bir yaşamın geçici olduğunu vurgulamaktadır. Gerçek bir hayata ulaşmak için geçilmesi gerekli maddi dünyada can, bedende bir konuktur. Vadenin sona ermesiyle birlikte noktalanacak olan fiziksel yaşamda dünyanın güzelliklerine, çekiciliğine aldanmayıp ahiret için çaba sarf edilmelidir. “Fani dünyadan geçerüz bâki mülkine göçerüz.” diyen Yunus Emre, bu dünyanın geçiciliğini, önemli olanın ölümsüzlük yurdu için hazırlanmak olduğunu dile getirmektedir.
“Ölüm Bilimi” ve “Ölüm Eğitimi” gerçekten de çok ilginç araştırma alanları… Biraz bahseder misiniz?
Ölüm Bilimi (Tanatoloji) ve Ölüm Eğitimi her ne kadar Türk-İslam literatüründe formel bilinen olgu (ölüm gelmeden ölümü hatırlamak üzerine yapılan tefekkür, fiiller) olsa bile son yüzyılda başta Batı olmak üzere Amerika’da yaklaşık modern bilim dallarının arasında yerini almaya başlamıştır. Sanayi devrimiyle birlikte sosyal, ekonomik ve politik yaşamda meydana gelen değişimlere paralel olarak insanların ölüm olgusuna bakış açılarında değişim meydana gelmiştir. Bu değişim zaman içerisinde ölüm biliminin ortaya çıkmasına ve gelişmesine zemin hazırlamıştır.
Ölüm bilimi; insan yaşamının sona ermesini sosyal ve psikolojik açılardan inceleyen, biyoloji ve tıp gibi birçok bilim dalını ilgilendiren disiplinler arası (interdisipliner) bir araştırma alanıdır. Araştırmacıların bazılarına göre de ölüm bilimi sosyoloji, psikoloji, sosyal hizmetler, tıp, hemşirelik, sağlık eğitimi, felsefe, antropoloji ve din bilimleriyle yakından ilişkili bir bilim dalıdır. Ölüm bilimi, ölüm ve ölüm sonrasında sonuç olarak ortaya çıkan kayıpları bilimsel olarak ele almaktadır. Yine bu bilim dalı ölüm ve ölüm sonrası döneme eşlik eden bedensel değişiklikleri, ölümle ilgili daha geniş psikolojik ve sosyal yönleri gibi ölümün mekanizmalarını ve adli yönlerini incelemektedir.
Ölüm eğitimi, ölüm bilimi gibi genç sayılabilecek bir disiplindir. Ölüm eğitimine yönelik bilimsel ilgi 1950’li yılların sonuna doğru özellikle Herman Feifel’in The Meaning of Death (Ölümün Anlamı) adlı çalışmasıyla başlamıştır. Yine Elizabeth Kübler-Ross’un Death and Dying ve Explaining Death to Children (Ölüm ve Ölme, Çocuklara Ölümü Anlatmak) başlıklı uygulamalı çalışmalarının ölüm eğitimi alanına katkısı oldukça fazla öneme sahiptir. Ölüm eğitimi aslında bir yaşama eğitimidir. Çünkü ölüm bütün insanların başına gelecek olgulardan birisidir. Ölüm eğitimi, ölümün insanın duygusal yönlerine olan etkisine odaklanan eğitimdir. Ölüm kaygısı veya korkusu, ölüm sonucunda ortaya çıkacak keder ile başa çıkma hakkında öğretim yapmak bu eğitimin kapsamındadır. Ölüm eğitiminin 4 temel işlevsel amacı bulunmaktadır.
1.Ölüm Kaygısını Azaltma: Ölüm eğitimi, ölüm kaygısıyla başa çıkmada önemli bir yoldur. Çocuklar ve ergenlerde ölüm korkusunu azaltmada gelişimsel ölüm danışma uygulamaları önerilmektedir.
2.Yaşamın Değerini Anlama: Ölüm eğitiminin çocukların ruhsal gelişiminde ve sağlıklı bir yaşama sahip olmalarında önemli bir etkiye sahip olduğunu belirtmektedir.
3.Ölümü Kabullenme: Ölümü kabullenme sürecinin ölüm kaygısıyla baş etme mekanizmalarının gelişmesine yardımcı olduğunu belirtmektedir.
4.Kayıplara Hazırlık: Ölüm eğitimiyle öğrencilerin gelecekte karşılaşacakları kayıp durumlarıyla etkili bir biçimde başa çıkabilmeleri için etkili başa çıkma tekniklerini bugünden öğrenmelerini sağlamaları amaçlanmaktadır.
Ölüme meydan okuma veya ölümü isteme gibi tutumları nasıl değerlendirebiliriz?
İnsanın kendisinin öleceğini bilmesi ve bu yönde kendi ölümünü düşünmesi, onun kaygı/korkular başta olmak üzere farklı duygular yaşamasına sebep olabilmektedir. İnsan, yaşadığı tüm bu duygular sonunda ölüme yönelik bir tutum belirlemek durumunda kalmaktadır. Bu seçimlerden birisi de ölümü kabullenme/kabullenmeme olabileceği gibi tamamen farklı bir tavır olarak ölüme meydan okuma davranışı da geliştirebilmektedir. İnsanın sonsuza dek yaşama arzusu vardır. Bu isteğin bir sonucu olarak insanlarda ‘ölümsüzlük arzusu’ psikolojik bir gerçek olarak varlığını hissettirmektedir. İnsan bir yandan ölümle uzlaşmaya çalışırken bir yandan da ölümsüz olmayı istemektedir. Ölümsüzlük duygusu ağır basan bireyler her konuda en hızlı ve en uç noktalara ulaşmayı hedef edinmektedir. Bu amaçla, tehlikeli yarışlar ve ölümle burun buruna gelinen sportif aktiviteler, tehlikeli sporlar veya diğer gösteriler çağdaş birçok insanın büyük zevk duyduğu ve ölüme meydan okuduğu etkinlikler halini almıştır. Bu kişiler, ölümle kumar oynamış ve kazanmış olma duygusu içerisinde yaşamaktadır. Bazıları daha sonra karşılaştıkları benzer durumlarda yenilmezlik duygusuna sahip olmaktadır.
Ölüme karşı insanoğlunun geliştirmiş olduğu bir diğer tutumlardan birisi de ölümü istemektir. Ölümü bir kurtuluş olarak görenlerin büyük çoğunun sergilediği tutum ise ölümü isteme/arzulamadır. Bu istek ister bilinçli ister bilinçsiz olsun, çağdaş kültürde sanıldığından daha yaygındır. Freud’un “ölüm içgüdüleri” diye kavramsallaştırdığı ve bir anlamda (yaşamaya olduğu kadar) ölmeye olan istek/ölümü istemek, yani ona göre hayatın aslı olan cansız maddeye dönmeye duyulan istek ve eğilimdir. İslam inancı ve diğer semavi dinlerin “yaşamın kutsal” olduğunu ve korunması gereken değer olduğunu vurgulamasına; modern hukuki bakış açıları da “yaşamın dokunulmazlığı” ile ölümün istenmemesi gerektiğini ifade etmesine rağmen “kişinin seçim hürriyeti” bağlamında düşünülerek kişinin ölümü istemesi düşüncesini destekleyen inanışlar da bulunmaktadır. Ölümü isteme davranışlarının başında intihar ve ötanazi gelmektedir. İntihar, insanın kendi kendisini cezalandırmak ve kendisini kasıtlı olarak dünyadan ayırmak için giriştiği bir eylemdir. Diğer bir ifadeyle intihar, insanın bilinçli olarak yaşamına son vermek amacı ile yaptığı ve başarı ile sonuçlandırdığı patolojik bir davranıştır. Bireylerin intihara teşebbüsünü azaltan ya da intihar yolunu kapatan olgulardan biri de kişinin inancı/dindarlığıdır. Ötanazi, ölümcül bir hastalığa yakalanmış ve acı çekmekte olan bir hastanın talebi üzerine doktorun bir işlem gerçekleştirmesi ya da bir işlemi gerçekleştirmemesiyle hastanın ölümünün vuku bulmasıdır.
Türk-İslam kültüründe farklı şekillerde ölüme meydan okuma ve ölümü isteme formları bulunmaktadır. Türk-İslam kültürü ölüme meydan okuyan kahramanların hikâyeleri yönünden oldukça zengin görünse de bu hikâyelerdeki kahramanların gerçek niyetinin Batı kültüründeki ölüme meydan okumaktan çok, bir amaç uğruna hayatlarını feda etmek olduğu söylenebilir. Ayrıca bu kahramanların ölümü belki biraz hafife alacak şekilde davranmalarının en önemli nedenlerinden biri de şehadet mertebesine ulaşmaktır ki şehitlik hem din hem de toplum tarafından desteklenen bir mertebe olmasının yanında, ölüme meydan okumaktan çok “ölümü isteme” tutumu içerisinde düşünülebilir. Diğer taraftan Allah’a kavuşmak arzusuyla ölümü istemek, özellikle tasavvuf geleneğinde sık rastlanan olgulardan biridir.
Tüm bu değerlendirmelerin kesiştiği bir yer var, o da “ölümsüzlük isteği”. Artısıyla eksisiyle güncel boyutta bu konu sizce nasıl değerlendirilmeli?
Ölüme ve ölümün oluşturduğu kaygı ve korkuya dair savunma mekanizmalarının biri de ölümsüzlük isteğidir. Ölüme nasıl uyum sağlayabileceği, onun oluşturduğu bu olumsuzlukla nasıl başa çıkabileceği insanın varoluşsal problemidir. Bu noktada insanoğlu en büyük çaresizliği ölüm karşısında yaşamaktadır. Çaresizlik karşısında insanın isteği ölümsüzlüktür. Ölümden sonra yaşanılacağına dair kişisel hayat inancı; hayatın ölümden sonra da devam etmesi durumu; ölümden sonra ruhun ya da insan kişiliğinin belli bir biçimde var olduğunu, var olmaya devam ettiğini öne süren öğreti ve düşünceler ölümsüzlük anlamına gelmektedir.
İnsanlar farklı gerekçelerle ölmek istemezler ya da ölümsüz olmak ister. Ölümsüzlük, sonsuz yaşam, ölümden muaf olma bitmeyen varoluştur. İnsanoğlunun ölüm karşısında yaşadığı hiçlik duygusu ve ölümsüzlük duygusu, ölüm kaygısıyla baş etmede yeni bakış açıları kazandırmıştır. Yakın tarihe kadar yalnızca bilim kurgu romanlarda veya filmlerde yer alan bilinç nakline günümüzde ciddi bütçeler ayrılmakta, günümüz koşullarında fiziksel olarak ölümsüzlük olanaksız olsa dahi başka bir şekilde ölümsüzlüğe ulaşmaya çalışılmaktadır. Buna karşılık bazı araştırmacılar ölümsüzlük isteğinin ölümü görmezden gelme ve kendini aldatma gibi bir anlama geldiğini ifade etmektedir.
İslam düşüncesinde ölümsüzlük düşüncesi/isteği, ölüm korkusunun yanında var olan bir duygu olarak görülmektedir. Bu istek, ölüm kaygısı ve korkusunu gidermeye hizmet etmekte, insana yaşam sevinci ve kararlılığı vermektedir. Nitekim Hz. Muhammed (s.a.v.) bir hadis-i şerifinde “İnsan öldüğü zaman, bütün amellerinin sevabı da sona erer. Şu üç şey bundan müstesnadır: Sadaka-i câriye, istifade edilen ilim, kendisine dua eden hayırlı evlat.” buyurmuştur. Bu hadisten de hareketle, İslam düşünürleri kendi felsefî düşünce sistemlerinde temellendirdikleri ölümsüzlük arzusunu insanlara aşılamaya çalışmış ve eserlerinde bunu vurgulamaya çalışmıştır. Ayrıca ruhun bedende hapsi ve ölümle birlikte onun özgürlüğüne kavuşması, ölümsüzlük isteği bakımından önemli bir konudur.
Yaptığınız araştırmada elde edilen bulgular yorumlandığında neler dikkatimizi çekiyor? Dinî gerçek ile insan/öğrenci tutumları arasında nasıl bir psikolojik kabul ya da zihinsel yakınlaşma var? Araştırma sonuçlarını bizim için de değerlendirir misiniz?
Ölümün ne olduğu sorusu aslında insanoğlunun zihninin bir kenarında sürekli durmakla beraber ölüm olgusunun bizzat kendisi savaş, doğal afetler, tüm dünyada tecrübe edilen Covid-19 gibi salgın hastalık dönemlerinde ve özellikle yakın bir kimsenin ölümünün yaşandığı dönemlerde daha fazla gündeme gelmektedir. İster olağan durumlarda ister olağanüstü dönemler olsun, ölümün bu gizemini anlamak için başta filozoflar, din ve bilim adamları olmak üzere çoğu insan düşünmüş; kendi bakış açıları, kendi kavrayış yetenekleri ve bilgi kaynaklarından elde ettikleri kadarıyla ölüme dair gözlem ve düşüncelerini ifade etmiştir. Ölüm var olduğu sürece yeni düşünceler ortaya koymaya da devam edecektir. Bununla beraber ölüme dair düşünceler birbiriyle benzerlik gösterebileceği gibi asla tam olarak aynı olmayacaktır. Çünkü ölüm, bireysel bir tecrübedir ve her insan farklı bir ölüm tasavvuruna sahiptir.
Bu tam olarak bilinmeyen, ancak bilebildiğimiz kadarıyla ölümü cenaze törenleri, mezarlık ziyaretiyle çocuklara anlayabilecekleri bir dilde anlatmak gereklidir. Yetişkinler gibi çocuklar da ölümün ne olduğunu merak etmekte ve belli dönemlerde ölüm hakkında yoğun düşünmektedir. Düşünülenin aksine çocuklar çok küçük yaşlardan itibaren ölümün farkındadırlar, belli gelişim süreçleri içerisinde ölümün ne olduğunu merak etmekte, ölüme dair sorular sormakta ve cevaplar aramaktadırlar. Genel olarak çalışma bulgularımız, çocukların ölüme dair soruları dinî, sosyal ve psikolojik zeminde ortaya çıkmaktadır. Ölüm konusunun anlatımının bir ihtiyaç olmasının nedeni, ölümün bireyin bazen erken bazen geç yaşayabileceği bir tecrübe olması; dinî ve sosyal hayatın bir gerçeği ve parçası olarak görülmesidir. Ayrıca bir yakın kaybedildiğinde ilk şokun atlatılmasına ve ileride yaşanılabilecek ölüm/kayıp gibi acı tecrübelerin üstesinden gelme noktasında katkı sağlayacağını ortaya koymuştur. Diğer taraftan ölüm eğitiminin çocuklarda sorumluluk bilincini geliştirmeye ve hayata olumlu bakmaya imkân verdiğini, dolayısıyla ölüm konusunun öğretiminin aslında çocuklara hayatın ve zamanın değerini bilme becerisi kazandırmasıyla hayatı anlamlandırmalarına katkı sağlayacağı ifade edilmektedir. Ölüm konusunda öğretim yapmanın gerekliliğinin bir başka sebebi ise ölüm konusunda doğru bir kavrayış geliştirmek, hayat hakkında da doğru ve etkili bir tutum ve davranış kazandırmak olarak ortaya çıkmıştır. Bunun bir yerinin de din dersleri olabileceği belirtilmiştir.
Ölüm ve din birbiriyle yakın ilişkidedir. Ve bu ilişkiyi gerek yetişkinler gerekse çocuklar soyut gelişimle birlikte kurmaktadır. Dolayısıyla çocuklar bu ilişki çerçevesinde din derslerinde ölüm konusunu sormakta, öğretmenlerden cevap beklemektedir. Bu beklentiden hareketle din dersleri hayat, hayatın anlamı ve değeri, ona anlam veren ölüm ve ölüm sonrası hayata anlam veren sorulara cevap vermelidir. Bu sorulara bireylerin gelişim özellikleri göz önünde bulundurularak doğru ve doyurucu cevaplar verilmesi önem arz etmektedir. Çünkü ölüm olgusuyla doğru zamanda yüzleşmek ve ölüm hakkında bilgi sahibi olmak; yaşamın tadına varmaya, gerçek ve canlı bir varoluş hissi yaratmaya, cesaret ve bütünlük içinde gerekli kararları alabilmeye, yaşamda samimiyetin önemini fark etmeye, yaşama anlam vermeye, bireyi dürüst ve güçlü kılmaya, yaşamın denetim ve sorumluluğunu almaya, bütüncül bir yaşam planı geliştirmeye, başarısızlık boyunduruğunu ortadan kaldırmaya katkı sağlayacaktır. Unutmayalım ki doğru dinî bilgi, ölüm kaygısı ve korkusunu giderici bir fonksiyon icra etmektedir.