Malumdur ki insanla hayvanı birbirinden ayıran en önemli özellik akıl farkıdır. Hayvanların gündelik yaşamlarını sürdürebilmek ve nesillerini devam ettirebilmek için gerekli olan dışında fazla akılları yoktur. Bu nedenle milyonlarca seneden beri hep aynı yaşam şartlarını korur, içgüdüsel olarak bildiklerinin dışına çıkamazlar. Hâlbuki insanoğlu aklı ve diğer becerileri sayesinde durmadan gelişir. Bugün teknolojinin geldiği seviyeye bir bakar mısınız? Ulaşım, iletişim, bilişim ve teknolojide ne kadar geliştik! Konfor seviyemizi, refah düzeyimizi ne kadar yükselttik! Hatta öyle ki dünyayı neredeyse yalancı bir cennete çevirdik!
İşte açıkçası insanoğlunun potansiyel olarak zeki ve akıllı varlıklar olması, bilimle, fenle uğraşarak müktesep veya mesmû akıl düzeylerini geliştirmesi sayesinde bu akıl almaz gelişmeleri yaşadık ve yaşıyoruz.
Lâkin bu gelişmeler hep maddi cephede mi kalmalıydı, hep dünyamızı imar etmek için mi uğraşmalıydık? İşte bu önemli bir soru. Yani hazır bulduğumuz bu dünyaya böyle ebedi mülkümüz gibi sarılırken bazı çok önemli soruları kendimize niçin sormadık?
En iptidai usullerle yapılmış bir evi dahi görünce bunun akıllı bir yapıcısı olduğunu tereddütsüz kabul ettik ama en ince matematiksel hesaplar ve dengeler üzerinde kurulu, şu muhteşem evrenin ve yine içindeki muhteşem varlıkların bir yaratıcısı olduğunu kabulde niyeyse hep zorlandık.
Mesela en azından bu akıl dışılığın sebebi üzerine yeterince düşünmedik. Dünya işlerinde en girift meseleleri ustaca çözen insanoğlu, küçük bir çocuğun bile anlayabileceği bir hakikati çözmede, niçin bu kadar bocalar, bunu sorgulamadık. Mesela Batı’daki dev bilim insanları bugün uzaya yerleşip koloniler kuracak kadar zekiler ama bunca zekâlarına rağmen niye çocukça bir gerçeği bulamazlar, anlayamadık.
Demek ki bir insan yüce yaratıcının varlığını akletse, gönderilen peygamberlerin hak olduğunu bulabilecek, ama akledemedi. Bunun sebebi ise insanın sadece akıl denen bir kuvvenin etkisi altında olmamasıyla alâkalıdır. Zira insanı yönlendirmede “akıl”dan başka vehim, hayal, gazap ve şehvet gibi daha nice yanıltıcı duyguların da tesiri vardır. İşte insanoğlunun kahir ekseriyeti bu yanıltıcı güçlerin tesiriyle gerçekleri görememiş, bazen de gördüğü halde onu görmezden gelmiştir.
Evet aslında insan bu duygular nedeniyle aklını tam kullanamaz, zira her zaman akıl ile duygular birbirini desteklemezler. Öyle olsaydı hiçbir akıllı insan, akla giran olan işlerden olan putlara, ineğe, heykele tapınmaz; birçok hissiz ve akılsız varlıkları tanrı yerine koymazdı. Ayrıca kötü olduğu aklen açık olan kumar, uyuşturucu, hırsızlık, cinayet gibi kötülüklere bulaşmaz ve sonunda keşkeler ve pişmanlıklar yaşayacağı işleri yapmazdı. Zira keşkeler akla rağmen yapılan yanlışların sonucunda dile dökülen nedamet sözlerinden başka bir şey değildir. Ahiret âleminde de en çok söylenen kelime “keşke” olacaktır.
İnsan akıllı ama aynı zamanda duygusal bir varlıktır. Duygular devreye girince akıl çoğunlukla devre dışı kalır. Nitekim öfke hali, kıskançlık hali bu hakikati en güzel şekilde anlayabileceğimiz, hayatımızdan örneklerdir. Bu nedenle duygulara yenilmeden aklı kullanmak bilgi ister, irade ister, mücadele ve sabır ister…
İslam âlimleri bu nedenle aklı ayırma ihtiyacı hissetmişler ve öncelikle aklı; akl-ı maaş ve akl-ı maad olarak ikiye ayırmışlardır. Burada maaş kelimesi, dünya hayatının maişetini kazanmak için kullanılan aklı, maad kelimesi ise ahiret hayatını kazanmak için kullanılan aklı ifade eder. Buna göre, bütün maksadı dünya nimetlerinden faydalanmak olan bir kimsenin aklına “akl-ı maaş” denir. Bütün maksadı ahiret mutluluğunu kazanmak olan bir kimsenin aklına da “akl-ı maad” denir.
Ayrıca aklın mesmû ve matbû olmak üzere iki yönü daha vardır. Bir kişinin bilgi ve görgü düzeyini artırması ile mesmû veya onun bir başka ismi olan müktesep aklı da artar. Yaratılış itibariyle var olan fıtrî akıl ise matbû olan akıldır ki bu artmaz. Bu nedenle de bir kişi, fıtrî aklın azlığından sorumlu değil, ancak müktesep aklın azlığından sorumlu olur. Yani, niye ilim sahibi olmak için çabalamadın, niye dünyana ve ahiretine yarayacak lüzumlu bilgileri öğrenmedin diye hesap sorulacaktır.
Bir insan müktesep aklını dünyaya çevirdiği zaman akl-ı maaş, ahirete yönlendirdiği zaman ise akl-ı maada sahip olur. Bu ikisi de onları kullanmakla gelişir. Akl-ı maaşı geliştirmek dünya ile ilgili bilgi, görgü ve tecrübeleri artırmakla olur. Aklı maad da aynı şekilde ahirete ait bilgi, görgü ve tecrübeleri artırmakla ve bu yönde gayret sarf etmekle gelişir. Hatta öyle gelişir ki o kişi manevi dünyasına ait birçok sırlara da vâkıf olur. Yani, Âşık Yunus’un; “Şeriat tarikat yoldur varana/Hakikat marifet andan içeri” diye bir dizesinde çok veciz ifade ettiği, avama kapalı ama hakikat ehline açık olan marifet bilgilerinden dahi haberi olur.
Neticede diyebiliriz ki aklı en güzel şekilde kullanmanın yolu, onu dünya-ahiret dengesini koruyacak şekilde kullanmaktır. Bu da her iki dünya hakkında gerekli bilgiye sahip olmakla olur. Nitekim aşağıdaki ayette yüce Rabbimiz, bize bu dengeyi korumamız gerektiğini en güzel şekilde şöyle anlatır:
“…İnsanlardan, ‘Ey Rabbimiz! Bize (vereceğini) bu dünyada ver.’ diyenler vardır. Bunların ahirette bir nasibi yoktur. Onlardan, ‘Rabbimiz! Bize dünyada da iyilik ver, ahirette de iyilik ver ve bizi ateş azabından koru.’ diyenler de vardır. İşte onlara kazandıklarından bir nasip vardır. Allah, hesabı pek çabuk görendir.” (Bakara, 2/200-202)
Evet, şimdi de her zamanki gibi değerli okuyucularımı, kıymetli büyüğümüz Şenel İlhan Beyefendi’nin akıl konusunu, hikmet, hakikat ve marifet penceresinden değerlendirdiği özlü bir instagram paylaşımı ile baş başa bırakıyorum. Umarım bu paylaşım bizlere, akıl yetimizin yeniden bir değerlendirmesini yapabilmek ve insan olarak bu en önemli kabiliyetimizi daha iyi ve daha verimli kullanabilmek adına yeni ufuklar açacaktır.
“İnsan ihlasla ibadet ve hizmetler yapınca, ona lütfedilen feyz-i ilâhî ile, kalbinde, letaiflerinde ve tüm iç dinamiklerinde, nice değişimler ve dönüşümler gerçekleşir...
Kalbi tasfiye ve nefsi tezkiye olarak aklının değişebilen her boyutu, özellikle maad aklı terakki eder ve kişi daha parlak algı gücü ve müktesep veya mesmû denilen aklı gelişerek kâmil insan olma yolunda ilerler.
Matbû akıl denilen ve herkeste eşit olmamak koşulu ile, yetecek kadar var olan temel aklın geliştirilmesi, mümkün ve gerekli olmadığı için, aklın bu alanını geliştirmekten sorumlu değiliz; fakat müktesep akıl veya akl-ı mesmû denilen akıl, gelişebilen formatta olduğu için, geliştirilmesinden sorumlu ve mesulüz…
Herkesin bildiği zekâ testleri var; fakat akıl testi yoktur ve asla olamaz! Zekâ olmadan aklın hiçbir şubesi veya en basit akıl bile olamaz; fakat akıl olmadan zekâ rahatça olabilir ve vardır... Örnek hayvanlar, aklı maaddan uzak olan bilim insanlarının dinsizleri, hep bu kategorinin içindedirler. Yine irade ve seçme, sadece akılda var, zekâda ve diğer dinamiklerde yoktur... Ancak, zekâ ve onunla ilişkili iç dinamikler, akıl direksiyonu elinde yine mesmû aklın gelişmesi için kullanılması gereken manevi cihazatlardır... Yani aklın başta maad ve diğer hatta maaş bölümü bile gelişebilir ve yükselir... Daha açığı aklın bu gelişebilen alanlarının, ibadet ve taatla ve en çok da sadıklarla beraber olarak, hizmet ve zikirle geliştirmeyi hayatımızın gayesi addedip, azimle çalışarak ve sonunda aklın maad boyutunu, yakinin en yükseğine çıkarak ve yine sonunda, keşfin tüm isimlerine ayrı ayrı kavuşup, nefsini Müslüman etmiş ve kalbini tasfiye etmiş bir Allah dostu veya en azından şeytanın ve nefsin atış menzilinden halas bulmuş salih müminlerden olabilmek, hem lazım ve hem olmazsa olmazımız olmalıdır!
Aslında nefs tezkiyesi denen olay, işte bu maad aklın gelişmesi ve buna bağlı zekânın, ferasetin, sezgiler ve diğer iç algısal dinamiklerin kullanılarak terakki etmesinden başka bir şey değildir... Dolayısıyla, sonunda, bu vesile ile aklıyla neye yönelirse onu en güzel ve en açık bir şekilde algılama makamına ulaşmış olmak, İslam’ın hedeflediği ideal insan olmanın ta kendisi ve tek gayesidir.”
Allah’a emanet olunuz.