Vakar nedir ?
Vakar, lügat anlamı olarak; ciddi ve ağırbaşlı olma, temkinli davranma, mevki ve kişiliğin gereğini hakkı ile koruma, hafif meşrep olmama anlamında bir terimdir. Daha çözümleyici bir tarif ile vakar; “İmandaki yakînlerini iyice artırsınlar diye müminlerin kalplerine sekîneti indiren O’dur...” (Fetih, 48/4) ayetinde “sekînet” olarak ifade edilen bir iç huzuru ve iç barışının veya bir itminan halinin, müminin duygu ve düşüncelerine ve sonra da azalarına her koşulda temkin, güven, ciddiyet, ağırbaşlılık, rahatlık, telaşsızlık, tevekkül gibi görüntülerde yansımasıdır.
Hz. Peygamber (sav) şöyle buyurmuştur: “Allahu Teâlâ’yı anmak için toplanan kimseleri melekler kuşatır, onları rahmet kaplar ve onlar üzerine sükûnet ve vakar iner...” (Müslim, Zikir, 25)
Bu hadisten anlaşılıyor ki müminlerin kalbine inen sekînet hali; kalplerde imanın kuvvetlenmesiyle beraber duygularda ve eylemlerde, Allah’tan başka kimseye kulluk etmeyen, riyakârlık ve zillete meyletmeyen, ciddi, vakarlı bir yaşama dönüşmektedir. Bunlar aslında kendiliğinden oluşan ahlaki erdemlerdir.
Vakarın Efendimiz’in Hayatındaki Tezahürleri
Vakar, izzet, ciddiyet, peygamberlerin en önemli vasıflarındandır. Bu anlamda Efendimiz’in (sav) hayatında vakar da dahil, güzel ahlakın bütün şubelerini en kâmil anlamda görmek mümkündür. Aslında Efendimiz’in ahlakı Kur’ân gibi başlı başına bir mucizedir. Hayatını tetkik ettiğimizde ve incelediğimizde görüyoruz ki son derece sevecen, şefkatli ve merhametli yapısına rağmen Peygamberimiz’i ilk görende ürperti ve korku oluşurdu. Bunun sebebi Efendimiz’in vakarıydı. O’nun vakarı, önce bir ürperti ve korku verirdi. Daha sonra ne kadar mütevazı ne kadar şefkatli ne kadar merhametli ve sevgi dolu bir insan olduğu fark edilirdi. Böylece Efendimiz’i (sav) yakından tanıyanlar hem büyük bir sevgi hem de büyük bir ihtiram ve saygı duygusu yaşardı.
Siyer kitapları gösteriyor ki Efendimiz (sav) yaşamının her safhasında sükûnet ve vakarla hareket ederdi. Mesela, asla yüksek sesle konuşmaz ve kötülüğe kötülükle mukabelede bulunmaz; özellikle şahsına karşı yapılan kötülükleri affeder ve bağışlardı. (Dârimî, Mukaddime, 2) Çok mühim bir ibadet olan namaza ve cemaate giderken dahi “Kamet getirildiği zaman namaza koşarak değil, ağırbaşlı bir şekilde yürüyerek geliniz. Yetişebildiğiniz kadarını imamla birlikte kılınız; yetişemediğiniz rekâtları da kendiniz tamamlayınız.” (Buhari) diyerek sükûnet ve vakarın muhafaza edilmesini emrederdi.
Yine İbni Abbas’tan (ra) rivayet edildiğine göre, arife günü Arafat’tan Müzdelife’ye dönerken Rasul-i Ekrem (sav) arka tarafta bazı kimselerin bağırıp çağırdığını, develerine vurduğunu duyunca; kamçısıyla işaret ederek onları sükûnete davet etti ve “Ey insanlar! Sükûnetle hareket edin! Acele etmekle sevap kazanılamaz…” buyurdu. (Buhari, Hac, 94)
Evet, bu ve benzeri hadislerden hareketle bir mümin için vakarın ne kadar önemli olduğunu açık bir şekilde anlıyoruz. Zira en mühim ibadetlerin yapılması esnasında bile olsa ciddiyet ve vakardan taviz verilmesine müsaade edilmiyor.
Enes (ra) şöyle anlatıyor:
“Rasulullah (sav) ile beraber yürüyordum. Üzerinde Necran kumaşından yapılmış, kenarları sert ve kalın bir hırka vardı. Bir bedevi Rasul-i Ekrem’e yetişerek hırkasını sertçe çekti. Hırka, Efendimiz’in boynunda iz bıraktı. Daha sonra bedevi; ‘Ey Muhammed! Senin yanında bulunan Allah’ın mallarından bana da verilmesini emret.’ dedi. Allah Rasulü bedeviye dönüp tebessüm etti. Sonra da ona bir şeyler verilmesini emretti.” (Buhari, Humus, 19)
Bu hadis de bize önemli mesajlar veriyor. Anlıyoruz ki Rasulullah (sav); insanları çok kızdıran öfkelendiren anlarda dahi sükûnet ve vakarını bozmuyor, insanların nezaketsizlik ve kabalıklarına tahammül göstererek mülâyemetle, yumuşaklıkla muamele ediyor.
Neticede bu ve benzeri bütün örneklerden, Peygamberimiz’in (sav) her durum ve koşulda, ciddiyetine zarar veren hareketlerden uzak durduğunu; “Onlar boş ve yararsız şeylerden yüz çevirirler.” (Müminûn, 23/3) ayetinde işaret edildiği gibi boş konuşmadığını, malayani kabilinden işlerle uğraşmadığını, konuşmalarının bir hikmet ve faydaya yönelik olduğunu, yoksa sükûtu tercih ettiğini görüyoruz. Hatta böylece saatlerce konuşmadan durduğuna birçok sahabi şahitlik etmiştir.
Ebu Mâlik, babasından, Peygamberimiz’in (sav) konuşması ve susması ile ilgili gördüklerini şöyle anlatıyor:
“Biz çocukken Rasulullah’ın (sav) meclisinde otururduk. Ben O’ndan daha az konuşan hiçbir kimse görmedim. Bazı sahabeler konuşup da sözü uzattıkları zaman tebessüm ederdi.”
Efendimiz’in (sav) vakar ve ciddiyetinin, hayatının her alanını kuşattığına delalet eden yaşamından kareler şöyle:
Hz. Âişe’nin “Ben, Rasulullah’ı küçük dili görülecek kadar (ağzını açarak) güldüğünü görmedim. O, ancak tebessüm ederdi.” (Buhari) Hz. Âişe’nin buyurduğu gibi gülmesi, vakarına zarar vermeyecek şekil ve üslupta idi. Bu gülümseme ile dişleri inci gibi parlar, mübarek çehresi bir başka güzel olurdu. Peygamberimiz’in (sav) oturuşu da gayet vakarlı idi. Çoğunlukla bağdaş kurarak veya dizüstü otururdu. Ayaklarını özellikle kıbleye uzatmazdı. Ayak ayaküstüne atmaz, krallar gibi kibirle oturmaz, oturuşunda edep, ciddiyet ve mütevazılığı elden bırakmazdı. Cübbesiyle ayaklarını ve dizlerini örterek edep ve hayâsından taviz vermezdi. Başkalarını rahatsız edecek, tiksindirecek tavır ve davranışlarda hiçbir zaman bulunmazdı. Peygamberimiz’in (sav) yürümesi de vakurdu. Gereksiz yere sağa sola bakışlarını salmaz, karşıya veya yere bakarak hızlı adımlarla vakarını bozmadan yürürdü. Kısaca hayatının bütün anlarına; her an Rabbi ile, meleklerle beraber olduğunun şuurunda olma, bunun farkında olma duygusunun verdiği bir edep hali yansırdı.
Vakar, görünüşte kibre benzediği için vakarına dikkat eden kimsenin kibre kapılmaktan da kendini koruması gerekir. Ayet-i kerime bu hususta uyarıyor: “Rahmân’ın kulları, yeryüzünde vakar ve tevazu ile yürüyen kimselerdir. Cahiller onlara laf attıkları zaman, ‘Selam!’ der (geçer)ler.” (Furkan, 25/63)
Bir mümin tevazuyu terk etmeden, gerek bela ve sıkıntı gerek neşe ve sevinç anında gerek yalnızken veya toplum içinde, velhasıl hayatının tüm merhalelerinde vakarını, ciddiyetini, haysiyetini, ağırbaşlılığını korumaya dikkat etmelidir. Müminlerin, özellikle İslam âlimlerinin vakardan taviz vermemeleri, bu konuda rol model olmaları çok önemlidir.
Vakar ve ciddiyetle ilgili bu kadar malumattan sonra; izzet-i nefs duygusuna, ciddiyet ve vakarına hayatının her alanında şahit olduğumuz Şenel İlhan Beyefendi’nin, bu konu ile alakalı önemli sohbetlerinden derlediğim bir yazıyı siz değerli okuyucularımla paylaşmak istiyorum, istifade edebilmek temennisiyle…
Gerçek Vakar ve Ciddiyet İlkelerin İnsana Verdiği Ciddiyettir
İzzet-i nefs duygusuyla akraba olan ciddiyet ve vakar, bir Müslüman için çok lazım olan bir duruştur. Hele bir ehl-i tebliğ için olmazsa olmaz bir ahlaktır. Ciddiyet ve vakar, kendine veya yaptığı işe saygısı olan bir insanın mecburen geleceği noktadır. Ciddiyetsiz ve lakayt insanlardan hiçbir şey olmayacağı gibi ehl-i tebliğ de olmaz. Evimizde eşimizle ve çocuklarımızla, dışarıda akraba ve dostlarımızla veya tanımadığımız ve yeni tanıştığımız kimselerle ilişkilerimizde her zaman bir mahremiyet ve özel alan sınırları mutlaka olmalı ve bu alan korunmalıdır. Neşeli olmak, sıcak ve samimi davranmak, güler yüzlü olmak ve insanları her türlü rahat ettirmek. Fakat bütün bunlarla beraber vakar ve ciddiyetin muhafazası... İşte bu ikisinin birlikte olması ince meseledir.
Evet, en yakın olan eşimizle ve çocuklarımızla bile, en derin sevgi ve samimiyetimize rağmen karşılıklı bir saygı sınırımız olmalı. Ve bu sınırı kimseye ihlal ettirmemeliyiz. Bu ince çizgiyi anlamak ve korumak akıl ve basiret istiyor. Peygamberler gibi veya manen büyük insanlar gibi İslam’ı yaşamak istiyorsak bu ince çizgiyi görebilmeli ve bunu hayatımızda uygulayabilmeliyiz.
Kılık ve kıyafetimizle, oturmamız ve kalkmamızla, konuşmamız ve kültürümüzle, nezaket ve inceliğimizle, temizliğimizle ve her şeyimizle dışarıdan nasıl göründüğümüz, nasıl bir imaj bıraktığımız bir Müslüman için çok önemlidir. Bunu önemsememek ihlâs olamaz veya ihlâslı olmaya çalışmak için bunlardan taviz vermek de uygun olamaz. Çünkü bir Müslüman her şeyden önce İslam’ı temsil ettiğini ve dışarıdan “Bu kişi bir Müslüman.” denildiğini asla unutmamalı. Hele bir din âlimi, hoca, şeyh vs. gibi unvanları varsa ve öyle biliniyorsa bu imaja daha fazla önem vermelidir. Önce İslam’ın izzet ve şerefini, sonra da kendi şahsiyet ve haysiyetini koruması gerektiğini asla unutmamalıdır. Bu konuda ben son derece hassas düşünürüm; her müminin de böyle olması gerekir.
Sohbetlerimizde çok önemli bir duygunun üzerinde kimsenin durmadığı kadar duruyoruz. Bu duygu izzet-i nefs duygusudur. İzzet-i nefs; İslam’ı yaşarken, nefsle mücadele ederken, her halükârda korumamız gereken bir duygudur. İzzet-i nefs duygusu; kendimizde olan güzel değerlerin farkında olmakla, onları bilmek ve görmekle ele geçen bir duygu. Bu duygunun sahtesi olmuyor. Bunun sahtesi insanda ancak kibir ve gurur olarak yansır. Nitekim çevremizde adından âlim diye bahsettiren, isminin önünde birçok unvan olan ciddi ve vakur görünüşlü kimseler var. İslam’ı yaşamak için değil de anlatmak için öğrenen dünya âlimleri, böyle sahte bir vakar ve ciddiyetle samimiyetsizliklerini gizliyorlar. Bu doğru değil, bununla avam müminleri kandırabilirsin fakat basiret ehlini kandıramazsın. Tabi ki Rabbimiz’i de kandıramazsın. Vakar ve ciddiyet, İslam’ı anlamanın ve yaşamanın ağırlığından ve güzel ahlaktan olmalı; yine ciddiyet, cahilliği ve samimiyetsizliği gizleme için olmamalı. Bu sebeple ciddiyetin sebebini ikiye ayırıyorum. Birincisi; “Sığların sığınağı olan ciddiyet” ikincisi; “ilkelerin meydana getirdiği ciddiyet”. Sığların sığınağı olan ciddiyet; kişiliksiz, şahsiyetsiz insanların, ciddi görüntü altında çevresine ego ve kibir dayatmasıdır. Çocukları bayramlarda cumhurbaşkanlığı koltuğuna oturturlar ve “Sen şimdi cumhurbaşkanı oldun.” derler. Çocuk, cumhurbaşkanlığı koltuğunda hemen Cumhurbaşkanı olmuş gibi bir vakar ve ciddiyete bürünür. İşte bu içi doldurulmamış, dayanaksız, mesnetsiz bir ciddiyettir. “Sığ insanların sığınağı olan, yani kamuflaj vazifesi gören ciddiyete” bu misal güzel bir örnektir.
Gerçek ciddiyet ve vakar, ilkelerin insanlara verdiği ciddiyettir ki önemli olan budur. Mesela bir fabrika veya işyeri sahibinin veya emrinde çalışanları olan bir müdür veya amirin takınması gereken ciddiyeti buna örnek verebiliriz. Çünkü işlerin iyi yürümesi için böyle bir ciddiyet aklın da gereği bir zorunluluktur.
Bir de şu var ki vakar ve ciddiyeti muhafaza eden bir insan asla mütevazılığı da elden bırakmamalı. Mesela, ben kimseyi küçük görmem. Her sınıftan insanla; çocuk, yaşlı, fakir, zengin, âlim, cahil herkesle muhatap olur, onlarla onların seviyesinde konuşur, sohbet ederim. Allahu Teâlâ bana “Hamam böcekleriyle konuş.” deseydi onları bile ciddiye alırdım; yani onlara tebliğ mümkün olsa bunu yapardım. Ama işte bu tevazumun yanında vakarımdan, şahsiyetimden, kişiliğimden, izzet-i nefs duygumdan asla taviz vermem. Saygısızlığı da affetmem. Benim izzet-i nefs duygum böyle çok güçlüdür.
Bir Babanın Yerine Göre Ciddi Olması Gerekir
Evde aile reisi olan bir baba da çocuklarına karşı çok sevecen, merhametli, şefkatli, cömert, güler yüzlü olmalı ama yerinde vakar ve ciddiyetini korumalıdır. Çocuklarının iyi yetişmesi için bir babanın bu ayarı iyi tutturması gerekir. İyi bir eğitim için bu tavır kaçınılmaz bir zorunluluktur. Modern aile olacağız diye Avrupa’daki kokuşmuş aile modeli Müslümanlara dayatılıyor. Çocuklar sınırsız bir özgürlük içinde her kepazeliği yapıyor, baba da çocuklarımla arkadaş oluyorum, modern oluyorum diye her türlü rezilliğe, kepazeliğe göz yumuyor. Bizim bütün sinirlerimizi aldılar. Böyle bir anlayışla eğitim olmaz. Böyle yetişen bir nesilden hayır da çıkmaz, zaten çıkmıyor da. Avrupa bu anlayışla neslini çürüttü, bizler de aynı yoldayız. Bence bir an önce bu yanlışlardan dönülmeli. Yine kendimden örnek verecek olursak siz de buna şahitsiniz ki ben bütün yakınlarıma, eşime, çocuklarıma çok düşkünümdür, onları canımdan çok sever, korur gözetirim. Onlarla ilişkilerimde çok merhametli, çok cömert, çok neşeli ve şakacıyımdır. Latife yapıp güldürmeyi, onları mutlu etmeyi ve mutlu görmeyi çok severim. Saygı sınırları içinde bana şaka yapmalarına, takılmalarına müsaade ederim. Ancak bu durum saygı sınırlarını aşıp izzet-i nefs duyguma dokunacak raddeye gelirse işte orada sabrım olmaz. Hemen tavır alırım ki bütün müminlerin bu hali anlaması ve yakalamasını isterim. Allah’ın ahlakıyla, Efendimiz’in ahlakıyla ahlaklanma da bunu gerektirir.
Bir Müslüman Temsil Ettiği Dinin Gereği Vakur ve Ciddi Olmalıdır
Evet, İslam dininin mucize yönlerinden birisi; güzel ahlakın her cephesiyle en kâmil bir manada onda tecelli etmesidir. Bu anlamda bir Müslüman temsil ettiği dinin gereği tevazu, rıfk, yumuşaklık ile birlikte yerine göre vakur ve ciddi olmalı, bu iki cepheyi de beraber götürmeyi yani orta yolda olmayı başarabilmelidir. Hele bu Müslüman tebliğ işini kendine vazife addetmişse vakar ve ciddiyete ayrıca daha fazla ihtimam göstermelidir. Ciddi ve vakur olmaya çevremizden değil önce kendimizden başlamalıyız. Gerçek anlamda vakur olmayı hak eden insanlar yalanı kendine yakıştırmayan insanlardır. Söz verince, her ne pahasına olursa olsun yerine getiren, yoksa söz vermeyen insanlardır. Ciddiyeti hak eden insanlar İslam’ı sadece anlatan değil yaşayan, yaşamak için gayret gösteren insanlardır. Vakarı hak eden insanlar korkak olmayan insanlardır. Korkak olmak ne anlama geliyor? Korku duygusu fıtridir ve bu duygudan utanmanın anlamı yok. Korkaklık nedir? Korku duygusuna mağlup olup yapması gerekeni yapmayan insana denir. Cesur da içinde hissettiği korku duygusuna rağmen yapması gerekeni yapan, ideallerine ulaşma azmi ve aşkı, korku duygusunu bastıran insanlara denir. Bizler bu anlamda içimizde hissettiğimiz korkuya rağmen yerine göre cesur, şecaatli insanlar olmalıyız. İlkelerle yaşamanın gereği olan ciddiyeti kavramalı ve yaşantımıza geçirmeli, psikolojimize bunu sindirmeliyiz.
Allah’a emanet olun.