Kur’ân tefsirinde sahabe ve tâbiin nasıl bir yol izlemiştir? O dönemin orijinal havasını biraz anlatır mısınız? Zaman içinde hadisten uzaklaşan bir tefsir anlayışı, İslam dünyasını sizce ne denli etkilemiştir?
Sahabe, Kur’ân-ı Kerîm’in ilk muhataplarıdır. Kur’ân, öncelikle onlara indi. Onların sorularına cevap, sorunlarına çözüm için indi. Onlar Hz. Peygamber’in (sav) çağdaşları olarak, Kur’ân’a önce iman ettiler. Haklarında nasıl bir ayet, nasıl bir hüküm geleceğini bilmeden ona inandılar. Kur’ân’ı, önceliklerinin başına koydular. Onu anlama ve yaşama noktasında çok büyük gayret sarfettiler. Peygamberimiz’in hayatta olması onlar için en büyük avantajdı. Her şeyden önce Kur’ân onların dilinde inmişti. Kur’ân’ı, Murad-ı İlahi’ye uygun olarak doğru bir şekilde anlamayı Peygamberimiz’den öğrendiler, doğru bir biçimde yaşamayı bizzat O’ndan görüp aldılar. Herhangi bir ayeti yanlış yahut eksik anlama söz konusu olduğunda Hz. Peygamber (sav) onları düzeltiyor ve tamamlıyordu. Bu yüzden sahabenin Kur’ân anlayışı bizler için son derece önemlidir. Peygamberimiz’in sahabe neslini insanların en hayırlısı diye nitelendirmesi bundandır.
Sahabe neslini gören Tâbiûn kuşağı için de benzeri şeyleri söylemek mümkündür. Onların hayatında da Kur’ân birinci öncelik ve ilk kaynaktı. Onlar da Kur’ân’ı anlama ve yaşama gayreti içerisinde idiler.
Sahabe ve tâbiûn neslinin Kur’ân tefsiri, Kur’ân’ın hacmi kadar bir genişlikte idi. Zira onlar Kur’ân ayetlerindeki İlahî mesajların, ayrıntı bilgi yığınları içerisinde kaybolmasına asla izin vermemişlerdi.
Kur’ân’ın ilk muhatabı olan Peygamberimiz, Kur’ân’ı insanlara ulaştırmış (tebliğ), onu doğru bir şekilde açıklamış (tebyîn) ve onun hükümlerinin nasıl anlaşılıp yaşanacağını bizzat hayatıyla (temsil) göstermiştir. O, Yüce Allah’ın kontrolü altında bütün bu görevlerini yerine getirmiştir. O, bu konularda asla kendi heva ve arzusuyla bir şey söylememiş ve yapmamıştır (Necm, 53/3). Hiç kimse, Kur’ân’ı anlama ve yaşama konusunda Peygamberimiz’den daha ileri seviyede olduğunu iddia edemez. Dolayısıyla Peygamberimiz’in Kur’ân tefsiri olan Sünnet/hadis, Kur’ân’ın doğru anlaşılması ve yaşanmasında başvurulması gereken en temel kaynaktır. Peygamberimiz’in bu açıklamaları, bizim Kur’ân anlayışımızı kolaylaştıracak ve yanlış yorumlardan bizleri koruyacaktır. Burada önemli olan Hz. Peygamber’in sahih sünnetinden istifade etmektir.
Peygamberimiz’in sahih sünnetini tespit etme noktasında; İslam âlimleri, üzerlerine düşeni yerine getirmişler ve bu konularda tereddütlere mahal bırakmayacak çok ciddî ve titiz çalışmalar ortaya koymuşlardır. Dolayısıyla hadislere bir kısım zayıf ve uydurma rivayetlerin karıştığını bahane ederek sünneti devre dışı bırakmak tutarlı bir yol değildir. Bu, Hz. Peygamber’i sıradanlaştırmak, O’nu herhangi bir insan seviyesine indirmek ve O’nun örnekliğini âtıl hale getirmektir. Oysa O, kendisine vahyedilen bir insandır. O’na itaat etmek, Allah’a itaat etmektir. Ve O, inananlar için en güzel ve en özel örnektir. Bütün bunları bize duyuran ve buyuran Yüce Allah’tır. Dinin sahibi, dinini koruyacağını vadetmiştir. Zira din korunamaz duruma geldiğinde, yeni Peygamber ve kitapla yenilenir. Oysa “Son Peygamber” gelmiş, “Son Kitap” inmiştir. Yüce Rabbimiz, Hz. Peygamber’i inananlara örnek olarak gösterdiği halde, O’nun örnekliğinin/sünnetinin sahih bir şekilde bizlere ulaşmaması düşünülemez. Ahlakı/yaşayışı bütünüyle Kur’ân olan Hz. Peygamber, bugün de insanlığa bıraktığı iki büyük emaneti Kur’ân ve sünnetiyle yaşamakta ve ümmetinin başında bulunmaktadır.
Kur’ân tefsiri konusunda Peygamber’i devre dışı bırakan anlayış, Hz. Peygamber’in ilahî hükümlerin sınırlarını belirleyen, tanımlayan, örnekleyen misyonundan kurtulup kendi başına, kendi akıl ve hevasına göre ayetleri yorumlamaya meyyal bir anlayıştır. Bu takdirde ayetler, isteyenin istediği gibi yorumlayabileceği/süflî emeller uğruna yorum tahrifi ile tahrif edilebileceği hale gelecektir. Haricileri uyarmak için, büyük Kur’ân uzmanı İbni Abbas’ı onlara gönderen Hz. Ali şu tarihi sözleriyle onu uyarmıştır: “Onlarla yalnızca Kur’ân ayetleriyle tartışmaya girme, onlara Peygamberimiz’in hadislerini oku. Zira onlara sen ayetler okursun, onlar da sana ayetlerle cevap verirler. Böylece ayetleri birbirleriyle tokuşturmuş, karşı karşıya getirmiş olursun!” Gerçekten de özellikle ibadet ve muamelata dair ayetler, özet (mücmel) ve genel ifadelerle bize sunulmuştur. Onları Hz. Peygamber tafsil ve takyit etmiştir. Mesela bir kimse yalnızca Kur’ân ayetlerine dayanarak namazı gereği gibi kılamaz. Zira namazın günde kaç vakit, kaç rekât ve hangi disiplin üzere kılınacağı Peygamberimiz’in sünnetiyle sabittir. Zekâtın miktarı, yılda kaç kere, kimlere ve nasıl verilip verilmeyeceği de hadislerle sabit olmuştur. Diğer ibadetler için de durum benzerdir.
Kur’ân’ın hangi dönemlerde gerçek manada yeniden yorumlanma ihtiyacı doğmuştur?
Kur’ân, bütün zamanlara ve coğrafyalara hitap eden evrensel bir mesajdır. Zaman ve mekânların değişmesi bir kısım yeni soru ve sorunları beraberinde getirir. Kur’ân’ın müfessirlerinden biri de zamandır. Dolayısıyla Kur’ân’ın her dönemde yeniden tefsir edilmesi bir zarurettir. Bu, önceki tüm tefsirleri yok saymak değildir. Aslında Kur’ân üzerine yapılan çalışmaların aydınlığında tefsir çalışması yapmak, kolektif akıl ürünü yeni çalışmaların ortaya çıkmasını sağlar.
Öte yandan her tefsir çalışması, Kur’ân’ı anlama çabasının bir ürünüdür. Ancak hiçbir tefsir Kur’ân değildir, hata ve eksiklikten masun da değildir. Zaten bugün elimizde beş yüz kadar tefsir koleksiyonu varsa bu, her müfessirin kendinden önceki çalışmaları yetersiz yahut hatalı yahut da çağındaki insanların ihtiyacına cevap veremeyecek durumda görmesindendir. Dolayısıyla her toplumda, her coğrafyada ve her çağda Kur’ân’ın yeni tefsirlerinin yapılması gerekir. Bu, İlahî Mesaj’ın herkese ulaşması için elzemdir.
Zamanla İslam dünyasında seküler paradigma, Batı modernitesi, bireysellik ve akılcılık, tefsirlere bakış açısını etkilemiş midir?
Kur’ân hayatın tam içine gelmiş hayat kitabı, hayat düsturudur. O, asla yaşanılmaz yahut yaşanılamaz hükümler içermez. Dünya hayatını düzenlerken Kur’ân, her şeyi dinî ölçülere göre ele alır. Kur’ân’a göre din dışı hiçbir şey yoktur. Doğumundan ölümüne insanın tüm hayatı dinin gözetim ve denetiminde olmalıdır. Bunun için Kur’ân; yeme içme, alışveriş, evlenme, üreme, insanlarla ilişkiler, diğer tüm varlıklarla ilişkilerle ilgili ayetlerle doludur. Bu nedenle Kur’ân, hayatın hiçbir alanını dinin dışında görmez.
Kur’ân, insanın dünya ve ahiret hayatına bakışını belirler. Ona göre dünya, bize Allah’ın rızasını ve ahiret yurdunu kazandırması gereken imtihan yurdudur ve sonludur. Bunun için Kur’ân, muhataplarının dünya hayatını yegâne hayat görmesine/dünyevileşmesine asla izin vermez.
Kur’ân, akıllılara hitap eder, onları sürekli derinlikli düşünmeye ve akıllarını kullanmaya davet eder. Kur’ân, aklı yönetir ve yönlendirir. Elbette tek başına akıl yeterli değildir. Kontrolsüz akıl, sahibini bataklıklara sürükleyebilir, Kur’ân buna izin vermez.
Bu gerçekler gözardı edilerek yapılan kimi yorumlarda, asıl kaynaktan ve onun asıl maksadından kopmalar ve sapmalar zaman zaman olmuştur. Ancak Tefsîr Külliyatının kısm-ı azam için bu söylenemez. Tefsirde sapmalar, baştan sona Kur’ân tefsirlerinden daha çok, bir kısım ayetlerin parçacı/atomik yorumlarında söz konusu olmuştur.
Hz. Peygamber’in model olması, modernist İslamcılarda adeta ikinci plana atılmakta. Bunu sonuçları itibarıyla nasıl değerlendiriyorsunuz? Burada temel sorun nedir? Nasıl olmalıdır?
Yüce Allah isteseydi, peygambere gerek duymadan mesajını bir şekilde insanlara ulaştırabilirdi ama böyle yapmadı. Zira insanlarla iletişim için, onların cinsinden bir varlığa ihtiyaç vardı. Yani Yüce Allah peygambersiz bir din göndermedi ve peygambersiz bir dine razı olmadı. Dolayısıyla peygamber devre dışı bırakılarak oluşacak bir din anlayışı, noksanlıktan, hatadan, başına buyrukluktan, istismardan kurtulamayacaktır. Peygamberi devre dışına bırakan anlayış, vahye doğrudan muhatap olan peygamberin ve ondan gelen açıklamaların yerine kendi yorumlarını koymuş olmaktadır. Bu yüzden böyle anlayış sahipleri de kendi içlerinde tutarlı olamamakta, birbirine taban tabana zıt görüşleri seslendirebilmektedirler.
Tefsir ilminin çağdaş sorunları denince ne anlamalıyız? Tüm sıkıntıları aşacak sahih bir tefsir anlayışı günümüzde neleri gerekli kılmaktadır?
Aslında elimizde değişmeyen ilahî kitap Kur’ân var, buna karşın sürekli değişen insanlık var. Dolayısıyla sürekli değişim yaşayan insanlığa rehberlik edecek olan bu değişmez İlahî Kelam’ın anlaşılmasında bir kısım sorunlar yaşanacaktır. Bu sorun Kur’ân’ın değil, muhatapların sorunudur. Ancak Kur’ân, tüm çağlarda, her soruya cevap, her soruna çözüm sunmak için gelmiştir. Mesele insanların sorularına cevap, sorunlarına çözüm ararken doğru metodu kullanmasını bilmektir. Bunun için Kur’ân’ın indiği dönemin özelliklerini bilmek (nüzul ortamı), Kur’ân’a bütüncül bir yaklaşımla bakmak, Hz. Peygamber başta olmak üzere ilk muhatapların onu nasıl anlayıp yaşadıklarını iyi yorumlamak, Kur’ân’ın kendi dilini bütün özellikleriyle bilmek, bu metodun olmazsa olmaz ilk şartlarıdır. Tabidir ki hakikat sevdalısı iyi niyet sahibi olmak ve mümince bakış da en öncelikli maddelerdir.
Bu olmazsa olmazlara rağmen bugün insanımızın Kur’ân’ı anlama noktasında yaşadığı en temel sorunların en başında gelen şeyler; Kur’ân’ı anlamanın gerekliliğine inanmama, art niyetli-önyargılı fikirlerle ona yaklaşma, parçacı yaklaşım, Kur’ân’ın dilini bilmeme gibi hususlardır. Bugün çoğu insan, düşünce ve hayatını Kur’ân’a göre şekillendirme yerine, Kur’ân’ı kendi düşünce ve yaşantısına uydurma çabasıyla Kur’ân’a yaklaşmaktadır. On beş asırdır, Kur’ân’ı anlama üzerine yoğunlaşan çok zengin tefsir literatürüne müstağni kalmak da bir başka aymazdır. Tefsir koleksiyonu içerisinde ömrünü Kur’ân’a adamış ve bu alanda çok ciddi eserlere imza atmış ilim adamlarını ve onların ölümsüz eserlerini görmezden gelmek; onların yaşadığı ve tespit edip bize aktardığı gerçeklere sırt çevirmek demektir.
Bu nedenle önce insanımızın Kur’ân tasavvurunu tashih etmek gerekir. Bugün çoğu Müslüman Kur’ân’ı, yalnızca namaz ibadetinde, hasta yahut cenazelerin ardında okunan ve hatırlanan bir kitap olarak görür. Bir kısım Müslüman da Kur’ân’ı anlamadan bile olsa yalnızca okunan ve bu şekilde sevap kazanmaya vesile olan kitap olarak görmektedir. Diğer bir kısma göre bütün hükümleriyle yaşanması gereken bir kitap olarak görülmemektedir. Son dönemlerde yapılan araştırmalara göre pek çok Müslüman’ın anlayışında “Kur’ân hükmü yapılsa da olur yapılmasa da olur...” şeklinde bir anlayışın hâkim olduğu görülmektedir. Bazı Müslümanlar da Kur’ân hükümlerini tasnif ederek, bir kısmını kabul edip yaşamakta; diğer kısmını ise hiç gündemine almamaktadır. Sözgelimi Kur’ân’ın namaz, oruç, zekât emrini yerine getirirken; Kur’ân’ın faiz hükmü, miras paylaşımına dair ayetleri gibi ahlakî, sosyal ve siyasî pek çok hükmü terk edilmekte ve bunun acısı da duyulmamaktadır. Kur’ân tasavvuru konusunda bu yanlış ve sakat anlayışların düzeltilmesi gerekmektedir. Öncelikle Kur’ân’ın bütün hayatı kuşatan ve dizayn eden kapsamlı hayat kitabı oluşu kabul edilmeli, Kur’ân’ın bize gelişinin asıl amacının onu okumak, anlamak ve yaşamak olduğu unutulmamalıdır. Yüce Allah’ın Hicr suresinde buyurduğu “Onlar Kur’ân’ı parçalara ayırdılar.” (Hicr, 15/91) ayeti çerçevesinde Kur’ân’ın bütün hükümlerini aynı hassasiyetle önemsemeli ve hayata geçirmek için çaba ve gayret sarf etmelidir.
Son olarak şu hususun da altını çizmek gerekir: Kur’ân’ın orijinal dili Arapçadır. Her metin gibi, Kur’ân’ın da kendi dilinin bütün incelikleriyle bilinmesiyle layığıyla anlaşılacağı unutulmamalıdır. Kur’ân dilini bilmeyenlerin, kendi dillerindeki meâl ve tefsirleri okurken hadlerini bilerek, yanlış anlamalara düşmemek için alanın uzmanı, ilmiyle âmil ilim adamlarının rehberliğine başvurmaları gerekmektedir.
Fussilet suresi 53. ayetinin günümüze bakan yönlerini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Fussilet suresi 53. ayetinde şöyle buyrulur: “Onun hak olduğu meydana çıkıncaya kadar varlığımızın belgelerini onlara hem dış dünyada hem de kendi içlerinde göstereceğiz. Rabbin’in her şeye şahit olması yetmez mi?”
Ayette kast edilen ayetler/belgelerin ne olduğu, bunların ne zaman gösterileceği, dış dünya (âfâk) ve kendi içlerinde (enfüs) ifadelerinin ne anlama geldiği hakkında çeşitli görüşler ileri sürülmüştür. Buna göre gösterilecek ayetler, müminlerin elde edecekleri siyasî ve askerî alandaki kuvvet, fütuhatlar ve güçlü devletlerdir. Bedir, Hendek, Mekke’nin fethi, Hayber’in fethi gibi ileride görülecek zaferlerdir. Bu gibi ayetlerin gösterilme zamanı Kur’ân’ın indiği dönemde de olabilir, ileriki dönemlerde de olabilir.
Âfâk ve enfüs kelimeleri ile; Mekke ve çevresi ile insanların kendi bünyeleri, yahut gökler ve yerdeki ayetler kastedilmiş olabilir. Ayetin, hem insanın kendi bünyesinde hem de evrende ileride gerçekleşecek bilimsel keşiflere işaret ettiği de söylenmiş ve ayet bilimsel tefsirin delili olarak gösterilmiştir.
Bilimsel tefsir, bilimsel veriler ışığında ayetlerin açıklanmasıdır. Bilimsel veriler, aksi ispat edilene kadar doğru kabul edilirler ve değişkendirler. Dolayısıyla değişebilen veriler ışığında, kesin yorumlar yapmak imkânsızdır.
Elbette Kur’ân ayetleri ile Kâinat Kitabındaki ilahî kanunlar birbirleriyle çatışmaz. Zira her iki ayet grubunun sahibi de Yüce Yaratıcı’dır ve her iki ayet grubu da O’nun eşsiz ve erişilmez kudretine işaret eder. Bu gibi ayetleri, bu meyanda değerlendirmek daha doğrudur. Yoksa Kur’ân’ı bir bilim kitabı haline getirmek doğru değildir. Evet Kur’ân; astronomi, anatomi, sosyoloji, psikoloji ve benzeri bilimlerden bahseder. Ancak o bir bilim kitabı değildir ve bilimsel verileri ortaya koymak için de gelmemiştir.
Kesinleşmiş doğru bilimsel verilerin, Kur’ân’ın bazı ayetleriyle aynı doğrultuda gerçekleri seslendirmesi, Kur’ân’ın ilahî olduğunu ve onun asla Kâinat Kitabının ayetleriyle çatışmayacağını gösterir. Onun bu özelliği bilimsel alanlara meyilli olanları olumlu olarak etkileyebilir. Ancak bu konuda dikkatli olmak, yanlış anlamalara kapı aralayacak yaklaşımlara karşı dikkatli olunmalıdır.