Tören cümlelerine alışılmış bir dünyada hayatı bir seremoni, bir oyun zannedenler yanılıyor. Hayat aslında, sonunda söylediklerimizi başta söyleme sanatı… Ölüm hakkında yazılan kitapların azlığı dahi insanın ölüme olan mesafeli duruşunu anlatmaya fazlasıyla yeter… Sadece ölüm psikolojisi değil, ölüm eğitiminden bahseden kitaplar dahi var. “Öyle ölünmez, böyle ölünür.” dercesine… İrfan kültürümüzdeki “rabıta-i mevt” de toplumsal hafızamızda ölümün izlerinin nasıl sürüldüğünü gösteren manevi pratikler hükmünde…
Makalemiz ise özü itibarıyla aslında tam bir ölüm tefekkürü... Ölümü düşünmek; yani hayatı, hayatın manasını... Çünkü ölüm aynı zamanda, yaşadığımız hayatın en büyük gerçeği. Araştırmalara göre yaşama verilen anlam, ölümün algılanış biçimini doğrudan etkilemektedir. Psikolojik açıdan insan, ölüm nedeniyle varoluşsal bir kaygıyla yüzleşmektedir. Bu yüzleşme, insanda varlığın ve varoluşun izlerini süren anlamlı bir çabanın tefekkürü olarak tezahür ederse ölümü bekleyen insan, yaşarken de ölüme rağmen “huzur içinde” olabiliyor.
Ölmekle doğmak arasındaki zaman dilimi, insan hayatına aktarılan maddi ve manevi “tecrübeyi” temsil ediyor. Fakat bir gerçek var ki o da “insan iki kere ölmüyor”, sadece bir kere evet, sadece “bir kere” ölüyor. Çok önemli bir gerçek daha var ki o da “İnsanlar birlikte ölmüyorlar.” “İnsan her zaman tek başına ölüyor.” Bu çok ciddi bir tecrübe yani yaşanan hal... Tek başına yaşanan bir “hal”. Aslında, maddi ve manevi en büyük tecrübe bu. Bir nesilden diğerine atlarken birlikte yaşama imkânının kalmadığı, artık dünyayı aynı gözle göremediğimiz ve birinin ölü diğerinin sağ olduğu halde herkesin kendi gerçeğiyle yüzleştiği, hiç kimsenin müstağni kalamayacağı zaman dilimi… Rahatlıkla gözlemlenebilen, çok açık… Yani her şey tabii bir akış içinde ve hiç kimsede aksamadan, hiç kimseyi aksatmadan devam edip gidiyor. Doğuyoruz, büyüyoruz ve ölüyoruz. Çok basit, ama keskin bir gerçek ve sonsuz defa doğru. Evet, hayatın muttosu bu... Hayatın ve gerçeğin haykırdığı en büyük manifesto… İçinde zerre kadar “görecelilik” olmayan hakikat, matematik soğukluğunda, buz gibi… Geçici zevklere doymayan, geçici zevklerle doyurulamayan insanın, “ebediyet” arayışını, özünden kavramakla “imana dönüşen” hakikat… Zaten var olan ama insan bunu fark edince “ruhi bir zevke” dönen “idrak.” İnsanın bu dünyada “ebedi kalamayacağı bilgisi.” Zevkleriyle birlikte zeval bulan bir beden, asıl görevi ruhu taşımak olan yani aslında ahlakı, merhameti, tevazuyu, adaleti, gözyaşını taşıyan… Tek başına ağlayan bir beden gördünüz mü hiç; mümkün mü bu? Kalpsiz, hissiz, duygusuz; asla… Cesetler ağlamazlar, cesede ağlanır ancak; ama aslında beraber yaşanan duygu dolu zamanlara, bölüşülen ekmeğe, kısacası varlığın var olduğu “varlık” neş’esine… Yani cesedin kendisine değil… Yunus’un “Ölen hayvan imiş, aşıklar ölmez.” demesindeki sır…
Ölen insan ne düşünür?
Öncelikle yaşadığın hayatı düşünürsün, yapıp ettiklerini, pişmanlıkların, “keşkelerin” olur; bir taraftan gerçek manada ümidi arzularsın, sığınmak istersin Yaradan’a… Çok düşünceli bir adamsan eğer, o esnada yanında helalleşmen gereken biri varsa hiç şüphesiz “Hakkını helal et!” dersin… Hem de riyasız… “Ah ne günlerdi; neler yaptım neler, şimdi geldik çattık, ölüm döşeğindeyiz.” dersin… Yapamadığın “kulluğu” düşünürsün… Yapmak istediğin güzel şeyleri… Mesela niçin namazlarını huşu içinde kılamadığını… Neden cömert olamadığını… Niçin dünyaya çok değer verdiğini… Kimlerin hakkını “hiç acımadan” yediğini… Elinde amel adına ne var dersin ama bakarsın ki kendin bile “Yok ki...” dersin… Bunlar bizim açımızdan ilk akla gelebilecek duygular düşünceler.
Kur’an bu konuları da insanların spekülatif düşüncelerine bırakmamıştır. Nitekim müminler için;
“Ki melekler, güzellikle canlarını aldıklarında: “Selam size” derler. “Yaptıklarınıza karşılık olmak üzere cennete girin.” (Nahl, 16/32) ayeti, ölüm anını tasvir eden ufuk ayettir.
İnkârcılar için ise “...Sen bu zalimleri, ölümün şiddetli sarsıntıları sırasında meleklerin ellerini uzatarak onlara: “Canlarınızı (bu kıskıvrak yakalanıştan) çıkarın, bugün Allah’a karşı haksız olanı söylediğiniz ve O’nun ayetlerinden büyüklenerek (yüz çevirmeniz) dolayısıyla alçaltıcı bir azapla karşılık göreceksiniz.” (dediklerinde) bir görsen.” (En’am, 6/93) ve “Melekler, kâfirlerin yüzlerine ve artlarına vura vura ve “haydi tadın yangın azabını” diyerek canlarını alırken bir görseydin.” (Enfal, 8/50)
Sonuç olarak imansız ölmek en büyük musibet ve tehlikedir. Çünkü insan orada en büyük gerçekle yüzleşmektedir artık. Kur’ân-ı Kerîm’de onların bu vaziyeti şöyle anlatılmaktadır:
“Nihayet onlardan birine ölüm gelince, “Rabbim! Beni dünyaya geri gönderiniz ki, terk ettiğim dünyada salih bir amel yapayım.” der. Hayır! Bu, sadece onun söylediği (boş) bir sözden ibarettir. Onların arkasında, tekrar dirilecekleri güne kadar (devam edecek, dönmelerine engel) bir perde (berzah) vardır.” (Mü’minûn, 23/99-100)
İnsanlar gerçekten de ölüme “hazırlıksız yakalanan” canlılar gibidir. Büyük Selçuklu imparatoru Tuğrul Bey’in sözleri aslında tam da bu durumu izah eden sözlerdir. Tuğrul Bey, ölüm döşeğinde kendisini düşüren hastalığını şöyle dile getirir: Benim durumum, o koyunun durumuna benzer mi? Yünleri kırkılmak için bağlanınca ‘Başımı kesecekler.’ diye korkar, sonra serbest bırakılınca sevinir. Başını kesmek için ayakları bağlanınca da ‘Yünümü kırkacak, sonra serbest bırakacaklar.’ diye düşünerek sevinir; amma neticede başını verir.”
Evet, insan yaşarken çok şey yapar ama bir de dönüp dolaşıp “İşte kulluk bu!” dediği durumlar vardır. Hep nefsine uymaz insan… Bazen de ruhi açlığın iç itmesiyle gayri ihtiyari doğru bildiğini yaptığı şeyler vardır. Nefsinden daralıp kendi kendine “Ben de iyi insan olmak istiyorum.” haykırışıyla, zaten ruh bandlarına işlenmiş hakikat bilgisinin, nefsin tasallutundan kurtularak “Oh be!” çığlığıyla “Ben de varım!” dediği durumlar… Hakikate, kulluğa öykünen tarafımız… İşte ölüm anında da bu varoluşun en hakiki duruşunun sergilendiği durumlar ortaya çıkar. Ümit ve kulluk iç içedir… Artık ne kötülük yapacak halimiz vardır ne de iyilik; son demlerdir o demler… Borcunu ödemek zorunda ama cebinde parası olmayan adamın ürpertisi ve kaygısı hakimdir daha çok… Ama alacaklının anlayışına sığınmaktan başka bir çare de kalmamıştır. Her şeyin bittiği yerde merhametin başladığı bilgisi, eğer bir ömür boyu “Rahman ve Rahim olan Allah” terennümleriyle geçmişse, kendisi de insanlara öyle davranmışsa, gayr-i ihtiyari “merhametlilerin merhametlisi Allah’a” sığınır insan… Hz. Peygamber’in, durumundan haberdar olup ölümü anında ziyaret ettiği bir gençle yaptığı konuşmalar bu konuda çok manidardır:
Hz. Peygamber (sav) o gence ne düşündüğünü ve ne hissettiğini sorar. Genç; “Ya Resulallah! Amelim az, günahım çoktur. Ama öyle ümit ediyorum ki Allah (cc) beni affedecek.” der. Peygamber Efendimiz gence “Gerçekten böyle mi düşünüyorsun?” diye sorar. Gencin “Evet ya Resulallah” cevabı üzerine; “Öyleyse korktuğundan emin, umduğuna nail olacaksın.” buyurur Allah Resulü…
Hayatın içinde yapıp ettiğimiz her şey aslında birer fiili dua ve duruş değil midir? Yani hayatın kendisi duadır… Dua ise ümitle yapılır… Ümidi olmayan dua dahi edemez. Bu anlamda hayat içindeki çırpınışlarımız da aslında birer meşiettir, lütuftur, kendi açımızdan duadır.
Ölürken de asla Allah’tan ümit kesilmez. Allah (cc) “Ben kulumun zannı üzereyim.” buyurmuyor mu?
Ölüm; makam mevki, para pul, varlık yokluk ayırt etmiyor. Bu anlamda bazı meşhur bilinenlerin ölüm anındaki sözlerine yer vermek ilginç olacaktır. Hayatı NLP ile kurgulamaya kalkanlar, ölüme dair son kurguları unutmasa hiç şüphesiz çok verimli şeyler ortaya çıkardı. Çünkü insanın dünyadan ayrılış şekli o insanın yaşamı ve yaşam felsefesiyle yakından alakalıdır. Aşağıda verdiğim bazı çarpıcı örnekler şöyle:
“Biraz daha ışık!” (Goethe)
“Ey benim Rabbim, mâlikim! Emrin başım gözüm üzere olsun.” (İmam Gazali)
“Bağışla Tanrım.” (Desiderius Erasmus)
“İşte bu iyi.” (Filozof Kant)
“Cennette duyacağım.” (Sağır Besteci Beethowen)
“Crito, Asclepius’a bir horoz borcum var; ödemeyi unutmazsın değil mi?” (Socrates)
“Mukadderatın önüne geçilemez.” (Adnan Menderes)
“Durun! Durun! Telaşlanmayın, sakin olun kardeşlerim.” (Malcolm X)
“Haşa, ben ölümden korkmuyorum. Çünkü ben Müslümanım. Her Müslüman’a yakışan da ölümü tebessümle karşılamaktır. Hakikaten ölüm, ebediyet alemine açılan ilk perdedir.” (Muhammed İkbal)
Tabi ki dünya hayatının sonunda, ahiret hayatının başında gürleye gürleye söylenecek en önemli söz; “La ilahe illallah Muhammedür Resulullah; Allah’tan başka ilah yoktur, Hz. Muhammed (s.a.v.) O’nun Resulü’dür.” veya ölümün tam bir şehadete döndüğü anda; “Eşhedü ella ilahe illallah ve eşhedu enne Muhammeden abduhu ve Resuluh; şehadet ederim ki Allah’tan başka ilah yoktur ve yine şehadet ederim ki Hz. Muhammed (s.a.v.) Allah’ın kulu ve elçisidir.” olacaktır hiç şüphesiz.
Bu makaleyi yeterince sindirmeyi başarırsak “Ben ilmin şehriyim, Ali de kapısı.” iltifatına mazhar olan Hz. Ali (kv)’nin; “Ahiretle aramızdaki perdeler kalksa imanım zerre kadar artmaz.” sözünün idrakine dair farkındalık adına güçlü bir adım atmış oluruz. Ama bu bizler için tabi ki “ölmenin yerini tutmaz.” Çünkü ölmek hepsinden daha güzel bir varoluştur aslında… Dünyevi lezzetleri giderir, uhrevi lezzetlerin kapısını açar… Bunu da ancak “ölmeden önce ölenler” anlar. İşlerini bitirip çekip gidilecek bir mekân, gölgelenecek bir mekân, düşünülecek ve tefekkür edilecek bir mekân olarak, uhrevi zevkleri düşündürtecek bir kısım ipuçlarıyla dolu bir mekân olması itibarıyla dünya yine de güzeldir ama işte o kadar… Sonsuzlukla sıfır arasındaki fark gibi…
Peygamberimiz vefat ettiği gün, ömrünün son saatlerini Hz. Âişe’nin odasında geçirmişti. Kendi ifadesiyle “Refik-i a’lâ”ya yani “En Yüce Dost’a” kavuştuğu an onun odasında bulunuyordu. Kendileri rahatsız oldukları için cemaate namazı Hz. Ebû Bekir kıldırıyordu. Sahabe namaz için saf tutmuştu. Peygamberimiz bir aralık Hz. Âişe’nin odasının perdesini kaldırıp ashabına baktı. Onları namazda cemaat hâlinde görünce tebessüm buyurdular. Hz. Ebû Bekir, Peygamberimiz’in namaz için çıktığını düşünerek geri çekilmek istedi. Ancak Resûl-i Ekrem Efendimiz, Hz. Ebû Bekir’e namazı tamamlamasını işaret etti. Daha sonra tekrar içeri girdi ve odanın örtüsünü kapattı. Bu, ashabını son görüşüydü. Zîrâ o gün irtihal-i dar-ı bekâ buyurmuşlardı. Onlara düşkünlüğünden dolayı son kez ashabına bakmış ve onları cemaat hâlinde görünce de sürur izhar etmişlerdi. O an yaşananlar, Efendimiz’in; “Bir kul dünya ile ahiret arasında serbest bırakıldı ama o ahireti seçti.” sözlerinin tecellisinden başka bir şey değildi.
İki cihan serveri Rabbi’ne kavuşurken şöyle söylemişti:
“Refik-i âlâya, refik-i âlâya...”