İnsanlar olarak ruhumuzun varlığını algılayamadığımıza bakmayın; derya içre olduğumuzdan deryayı bilmiyoruz.
Ruhun gücü ve fonksiyonları çok ama çok büyük. Diri bir insanın gösterdiği canlılık emaresi ondandır. Ölü bir bedenin hiçbir varlık ve canlılık gösterememesi onun yokluğundandır.
Bir bedevi Şam’dan devesine yüklediği buğdayı Basra’ya götürüyormuş. Basra’ya varmadan çölün ortasında deve ölüvermiş. Bedevi devenin sağına geçmiş, soluna geçmiş, ayaklarını çekip uzatmış, kuyruğunu sallayıp bırakmış yok; deve hiç kıpırdamıyor. Bedevi kendi kendine söylenmeye başlamış: “Yük burada, deve de burada; ikisini bir arada buraya getiren şey nerede!..”
Evet! Nasıl ki elektrik her türden cihazatı çalıştırır ve akım kesildiğinde o cihazların tüm hayati fonksiyonları son bulursa ruh da böyle bir cevher işte. Ruh var ve bedenin her bir hücresine nüfuz etmiş durumda. Bedenin ölümü ruhun o mekanı terk etmesinin doğal bir sonucu. Ruh ölmüyor yalnızca orada değil artık! Keman kırılıp parçalansa da icracıya, besteye ve musikiye bir şey olmaz.
Sinir sistemi beynimizden vücudumuzun her bir organına, her bir hücresine kadar tepeden tırnağa bizi sarıp sarmalıyor. Beynimizi kapsayana Merkezi Sinir Sistemi, vücudumuzu kapsayana Çevresel Sinir Sistemi deniyor. Dışardan bir uyarıcı geldiğinde sinir hücreleri bunu elektrik sinyalleri ile merkeze iletiyor. Merkez elektron akışı ile gelen bu sinyalleri bilgiye dönüştürerek yorumluyor. Yorumlanmış bilgi yine aynı kanaldan, yine elektrik sinyalleri ile tekrar olay yerine gönderiliyor. (Tüm bunlar saliseler içinde gerçekleşiyor). Mesela bir cismi tutup havaya kaldırdığınızda merkez şu değerlendirmeyi olay yerine iletiyor: “Diğer duyu organlarından işitsel ve görsel sinyalleri aldım ve senden gelen sinyalleri de ayrıca değerlendirdim. Elinde tuttuğun su dolu cam bir bardak. Fakat bardağı kavrarken uyguladığın kuvvet yeterli değil. Biraz daha sıkı kavramalısın!” Böylece hayatı algılamak sinir sistemi sayesinde gerçekleşiyor. ...
Yazının tamamını dergimizden okuyabilirsiniz.