Referans İzzet-i Nefs / Ayşegül Hakverdi

Bizler bu hayatta inandığımız şeylerin arkasında sonuna kadar dururken, ilk sıraya aldığımız değerlerimizin hafife alınması ya da sadece varlık mücadelesine girmek zorunda kaldığımız durumlarda, zillete veya kibre düşmeden bunlarla nasıl baş edilir noktası izzet-i nefsi sorgulamamıza neden oluyor ve en zor dengelerden biri olduğunu ancak olmazsa olmaz olduğunu gösteriyor.

Peki, izzet-i nefs nedir? Bunu en iyi şekilde tarif eden kıymetli büyüğümüz Şenel İlhan Beyefendi’nin anlatımı şöyledir: “İzzet-i nefs; nefsin şerefliliği, üstünlüğü demektir. Zıddı zillettir. İzzet-i nefs; kişinin kendinde olan maddi ve manevi zenginliğinin farkında olmasıyla kendiliğinden oluşan “müspet benlik” duygusudur.” Cıvık ve her kötü kaba dolmaya hazır nefsi öyle bir hale getiriyor ve o sınırda tutuyorsunuz ki nefs omurgalı yani izzetli bir hal alıyor. Bunun için de her an teyakkuzda olup zillet ve kibre düşmeden yol alıyorsunuz. Bunun sınırlarını belirlemek ve sabit kalmak; zor, emek isteyen, nefsin menfî yüzünün çokça ortaya çıktığı, şeytanın tuzaklarının çok fazla olduğu, ancak insanda olmazsa olmaz olan zahmetli bir yoldur. Bir o kadar da kişinin rahat etmesini, insan gibi yaşamasını ve en önemlisi de her şeye doğru bir ölçü vermesini sağlar ki, daha ne olsun. 

Zillet ve kibre düşmeden oluşturacağımız dengenin iki önemli ayağı vardır; ümit ve korku hali. Genelde de var olan ve bize has tüm güzel değerlerin farkında olmak, zillete düşmemizi engelleyip ümit halinde olmamızı sağlar. Aynı zamanda, bu özelliklerle şımarmamak için korku halinde olmaksa kibre düşmemizi engeller. Birinden birinin ağır basması terazide nasıl dengesiz bir görüntü oluşturuyorsa kişide de dengesizlik meydana getirir. Bu iki hal de tavır ve davranışlara mutlaka yansır. 

Dışarıdan baktığımızda birçok kişiyi izzet-i nefs sahibi vakarlı insanlar gibi görebiliriz. Ancak ağır, hatta basit bir imtihanda dahi bu kişinin hemen menfî benliğinin ortaya çıkıp nasıl adileşebildiğini, nasıl canavarlaşabildiğini görüyoruz. Duruşunun sebebi, içine girdiği rol kişilik. Bunun kalıcılığını ve doğru ölçüsünü anlayabilmek ve de yapabilmek için İslam ahlakını seviyor olmamız lazım. Bu ahlakı doğru algılamış ve sevmiş olan kişi, başlarda taklit bile olsa sonradan oturmuş bir vakar elde eder ve izzet-i nefs sahibi olur. Yani İslam ahlakından anlamayan içi kof, hareketleri reklam kokanların içine girdikleri rol kişilikleri, insandan anlayanın gözüne çıban gibi batar.

Kur’ân’da buyrulur ki: “Kim izzet isterse bilsin ki bütün izzet Allah’ındır. Güzel sözler ancak O’na yükselir ve onu da salih amel yükseltir…” (Fâtır, 35/10) Bu ayet bize; tavır ve davranışlarımızın doğru ölçüde, yalansız, riyasız ve kalıcı olması için izzet, yani tam olarak hangi çizgide durmamız gerektiğini ve bu durumun da ancak Allah’tan istediğimizde gerçekleşebileceğini söylüyor. Düşündüğümüzde ahlak diye bir kavram var ve bunun temelini atan her zaman din olmuştur. Mesela ensest ilişkilerin yasak olması ya da yalan söylemenin, hırsızlığın vs. yasak olması gibi hem bireysel hem toplumsal huzuru sağlayacak bir ahlaki kavramı bize gösteren, kötüyü ve iyiyi algılamamızı sağlayan, yaradılışımızdaki fıtrat ve hak dinler olmuştur. Ahlakın Allah’tan olduğunu biliyorsak kendi hayal dünyamızın değil Allah’ın sisteminin geçerli olacağını anlamamız gerekir. Bu sistem bizim en rahat edeceğimiz sistemdir. O yüzden Allah bize, izzet bendedir benden iste diyorsa, biz izzet-i nefs sandığımız kibirle yaşayamayız. Ayrıca tüm güzel özelliklerimizi bilip yaptığımız hatalarla zillete de düşemeyiz. Bunun dengesi ancak ahiret odaklı olmakla olabilecek bir şeydir. Diyelim ki bir insana sinirlendiniz, çok büyük haksızlığa uğruyorsunuz. Şimdi hem bu insana karşı kendinizi savunacaksınız hem de haddinizi aşmayacaksınız. Çünkü nefs öyle bir şey ki haklılığını çok ağır bir şekilde kullanmak ister. Burada aşırıya kaçmak, yapılan şeyi kabul edip zillete düşmekle ortaya çıkan kibrin karşısındakini sınırsızca ve her zaman ezme isteğidir. Affetmek istemez nefs. Bizim haddimizi aşmamızı engelleyecek olan şey; ahiret bilinci yani bir hesap kitabın, bir kıyametin olduğu o günü unutmamaktır. Çünkü o gün; hiç kimse kimseden hak talep etmeden evvel bu varlığın, sadece yaratılmış olmanın hesabını nasıl vereceğim diye düşüneceği bir gün. Bu güne iman ediyorsak bu kadar ileri gitmemizin bir anlamı yok. 

Ahirete iman etmeyen ve kusursuz olduğunu düşünen nefse uyduğumuzda haddimizi bilmeyerek kibirleniyoruz. Zaten haddi aşıp çok fazla kibirlenmemiz, zillete düştüğümüzü yani bize itham edilen durumu kabul etme psikolojisi içine girmemizden de kaynaklanıyor. İşte bu yüzden izzet-i nefs sahibi bir insanla nefsinin arkasına sığınmış kibir yapan insan arasında dağlar kadar fark vardır. Çünkü biri doğru düzgün bir duruş sahibi olmayı Allah’tan istiyor, öteki nefsinin menfî tarafının arkasına sığınıyor. Burada özellikle kibre vurgu yapmamın sebebi, izzet-i nefsle kibrin birbirine karıştırılıyor olması.

Örneğin; ekranda izlediğimiz birtakım insanların kusursuz gibi görünen özgüvenli duruşları çok hoşumuza gider. Özellikle bir dizi karakteriyse zamanla hayatımızın odak noktası olmaya başlar. Çünkü o karakter; konuşmasıyla, oturuşuyla, kalkışıyla, ağlamasıyla, gülmesiyle her şeyiyle vardır. Askıdaki bedenimize can vermek için, içimizdeki boşluğu doldurabilmek için, kendimizce var olabilmek için kötü bir karakter de olsa kendi değerlerimizin farkında bile olmadan o karaktere meylederiz. Duyarız bazen, dizi ya da filmlerin insanları etkilemediği söylenir. Maalesef ki ekran, bu kadar boşluk içinde yüzen dünyanın can damarları olmuş vaziyette. Mesela doktorların yaşamının anlatıldığı bir dizideki karakterden etkilenerek saçını başını değiştirip agresif bir hale bürünüp etrafına bağırıp çağıran hemşire hatırlarım. Sevecen bir kızın bir anda içinden çıkan bu karakter nerede gizleniyor ve nerede kendini hazırlıyordu acaba? İşte bu insanların içine düştükleri boşluğun ve önlerinde, kendi değerlerini ortaya çıkartacak bir modelin olmayışının bedeli; ekrandan kişilik arayan insanlar yığını.

Bazen bu yanlış yansıma, vakarlı adı altındaki kibir ve içi boş duruşlar olduğu gibi zillet de olabiliyor. Mesela sessiz sakin bir insana “ne kadar da iyi insan” yüklemesi yapıp onun zilletini, korkaklığını görmeden onu rol alabiliyoruz. Özellikle de kibre düşmemek adına ya da riyakârca iyi görünmek için, Müslüman kesimin kendinde olması gereken değerlerini yok etmeye çalışmasıyla, bunları kibir ve gösteriş sanmasıyla nasıl zillete düştüğünü görüyoruz. Bunun adı bilgisizlik ve bilinçsizliktir. 

Kibir veya zillet... Her ikisine de düştükten sonra onlarla başlayan birçok ahlaksızlık da peşinden geliyor. Bunların ikisine de düştüğümüzü ancak izzet-i nefsi sağlamlaştırdığımızda fark edebiliriz. Biz yaslandığımız direği sağlamlaştırdığımızda yani kendi değerlerimizi çok iyi tanıyıp kıymet verdiğimizde bu değerleri vereni de severiz. Çünkü fıtraten bize kıymet vereni, değer vereni severiz. Allah, bize bu kadar değer biçip bir sürü maddi manevi özellikler yükleyip sonra bunlarla zillete düşmemizi ya da kendimizden bilip kibre düşmemizi ister mi? Bu güzellikleri bahşetmesinin sebebi; bunları Allah’tan bilip bu vesayetle de zillete düşeceğimiz bir söz ve davranışla karşılaştığımızda, o sözün ya da davranışın bize ait olmadığını bilmemizi istemesidir. Ya da kibre yuvarlayacak ruh halinin içine girdiğimizde, hemen fark edip Allah’tan korkup ve bir dengede kalmamızı istemesidir. O bağlı olduğumuz direk sağlam değilse bizim eğildiğimiz tarafa doğru eğiliyorsa nereye düştüğümüzü bile fark edemeden doğru yolda olduğumuzu sanar, öylece, zavallıca yaşarız. Bu zavallılığa düşmemek için, bu dünyaya ait olmayan ve buraya hapis olmuş ruhumuz, her türlü uç noktada günahı işleyecek olan nefsimize, şu dünyada nasıl insana yaraşır şekilde yaşanacağını öğretir. Ruh, Allah’tan bir parça ve bu dünyaya tahammülsüz. Biz burada ancak nefsimizle yaşayabiliriz; onun istekleri her zaman gördüğüyledir, maddedir. Ama ona da dur deyip kendini kaybetmeden buradan da nasibini almasını sağlayacak ve onu cennete hazırlayacak olan ruhtur. Bu yüzden bu nefs izzetlenmeden, insan iyi yolda mı kötü yolda mı olduğunu bilemez. İlim, irfan ve hikmet ehli büyüğümüz Şenel İlhan Beyefendi’nin izzet-i nefs sohbetindeki bir cümlesi bu durumu en güzel şekilde anlatır: “Nefsle mücadelede temel ölçüt veya referans, izzet-i nefs üzerinden olur.” 

Bu durumun bir de psikolojik olan tarafları var. Mesela sevgisiz büyüyen kişiler izzet-i nefsi çok zor oturturlar. Sevgisiz insan, kendine güvensizliği yüzünden düştüğü zillet ya da savunma mekanizması oluşturup aşırı özgüven duygusu yüzünden izzet-i nefsi oturtamaz. Sevgisizliği yüzünden zillette olan kişi, sonuna kadar haklı olduğu yerde bile tavrını koyamaz, kendini savunamaz. Suçlanmayı kabul eder. Çünkü böyle insanlar “sen yapamazsın”larla büyümüş insanlardır. Kendince, “aman huzursuzluk çıkmasın” gibi iyi niyetlerin arkasına saklanıp az da olsa psikolojisine ve benliğine nefes aldırır. Savunma mekanizması oluşturansa hiçbir şekilde hiçbir hatasını kabul edemez, hata yapmış olsa dahi karşıdakinden kaynaklandığını düşünür. Çünkü bir kere kabul etmesiyle ördüğü tüm duvarları yıkar ve savunmasız kalacağını düşünür. Bu da kibirli olmasına sebeptir ya da öyle gibi görünmesine. Oysaki sevgiyle büyümüş insan bir hatanın onu yıkamayacağını bilir. Kendini, yanlış da yapmış olsa sever. Hatta etrafındaki kendine bakmadan onu suçlayacak tüm gözlere karşın dimdik kendini severek durur. Çünkü bilir ki bir sürü güzel tarafı vardır ve bunların üzerine ne kendisinin basmaya hakkı vardır ne de başkalarının basmaya hakkı vardır. Tabi güzel taraflarımızı görelim derken, yaptığımız hataların da üzerini örtemeyiz. Zillete düşmemek adına bu sefer de yaptığımız hatadan ders çıkarmadan kibre yuvarlanabiliriz.   

En önemlisi de bir kişinin birçok sıkıntı ve strese rağmen, hak etmediği bir sürü şey de yaşasa Allah’ın onu sevdiğini bilmesi, değer verdiğini bilmesi; Allah’ı sevmek, Allah sevgisini gönülde yaşatmak insanın gönlüne bir sekinet indirir ve “her şey güzel olacak” dedirtir. Bu da kişinin kendini kaybetmeden ânı yaşayarak Allah’la (c.c.) vuslatını bekleyip her şeyi gözünde basitleştirip bir oyun haline getirmesine sebep olur. Bizler Allah’ın nazarında kıymet gördüğümüz kadar hiçbir varlıktan kıymet göremeyiz. Bu yüzden de kendini bilmez bir sürü cahil insanın bize akıl vermek, bizi terbiye etmek adına alttan alta kendini ululayıp bizleri zillete düşürmeye çalışma çabaları, nefsimiz ve şeytanın da eşliğiyle ya sinirlenip kibir ya da inanıp zillet çukurlarında gezdirir bizi. Tabi ki bu mücadele çok zordur ve Allah’ın yardımı şarttır. Allah’ın yardımı olmadan kendi güzel değerlerimizin farkına varamayız. Allah’ın yardımı olmadan ne kendi nefsimizle ne de başkalarının nefsiyle ve şeytanla baş edebiliriz. Tüm bunların farkında olup sakin bir gönülle her olayın karşısında Allah’a tutunmak ancak izzet-i nefs duygusuyla yani Allah’ın yardımıyla olur. 

Yardım edilenlerden olmak ümidiyle, muhabbetle kalın…