İslam Kelamında Nübüvvet Müessesesi /Prof.Dr. Salih Sabri Yavuz

Nübüvvet müessesesinin, insanın dinlerle olan bağında iman unsuru olan bir yeri ve kaçınılmaz bir bağlayıcılığı var. Özünde Allah’ın (cc) elçileri nasıl insanlardır? 

Şüphesiz nübüvvet ve bunun kapsamına giren hususlar temelde vahye dayalı dinlerin temelini oluşturur. Allah’ın insanla ilişkisinde en belirleyici bir esastır. Nübüvvet ise nebilerle ve resullerle kâimdir. Allah’ın elçileri olan nebiler ve resuller, seçilmiş ve ilahi vazifeyi tebliğ etmek ve uygulamakla görevli zatlardır. Temel görevleri itibariyle iki temel esası insanlara bildirmek üzere gönderilmişlerdir: Birincisi, Allah hakları (hukukullah), ikincisi ise kulların hakları (hukuku’l-ibâd)’dır.  Allah’ın kutlu elçileri olan resuller insanlara, Allah’ı Allah, şeytanı da şeytan olarak tanıtmak üzere görevlendirilmiş olağanüstü şahsiyetlerdir. 

 

Resullerin şahsında tecelli eden seçilmişlik, insanlara yönelik hangi amaçlara matuftur? İnsanı bu amaçlara ulaştıran bir nübüvvet müessesesini, imkân ve gereklilik açısından değerlendirir misiniz? 

Her şeyden önce Yüce Allah yarattığı ve kendisine ilahi emaneti tevdi ettiği insanı akıl nimetiyle donatmış, ona sorumluluk yüklemiştir. Bu sorumluluğun yerine getirilmesi, onun temel görevidir. İnsan aklı ise hakikati bilebilme imkanına sahip olsa da her zaman emredici bir role sahip değildir. Öyle olsaydı akıl sahibi kişilerden yanlış işlerin ortaya çıkması ve onların yanlış yapmaları söz konusu olmazdı. Yüce Allah peygamberler göndermek suretiyle insan aklını desteklemiş ve onu birçok külfetten kurtarmıştır. İnsanın, ahirette herhangi bir mazeret öne sürmesine imkan bırakmayacak şekilde onu vahiyle desteklemiştir.

İnsanoğlunun temel gayesi Allah’a kulluk etmektir. Hayatının devamı, beşeri ihtiyaçlarının karşılanması ve hak yola kavuşması için ilâhî yardımların yapılması insanlar açısından zorunludur. Bu kulluk, kendi iradesini Allah’ın hududuna (emirleri ve yasaklarına) uygun bir şekilde kullanarak faaliyet göstermesine bağlıdır. Allah insana hayatında elde ettiği bilgileri kullanabilmesi için irade vermiştir. İşte Allah’ın peygamberler göndermesi, kutsal kitapları vahyetmesi, bu kabiliyetlerini iyi yönlere kanalize etme düşüncesiyle ilgilidir. İnsan, kendisine lütfedilen akıl ve fıtratına yerleştirilen iyilik ve kötülük yapabilme kabiliyetlerini, kendi iradesiyle ortaya çıkarır. Fakat ilâhî iradenin rehberliği olmaksızın iyiliklerin ve hayrın ortaya çıkması imkânsızdır.

İnsanlığın yaradılış gayesi göz önünde bulundurularak yapılacak bir değerlendirme, farklı sonuçlar ortaya çıkarır. Allah’ın insanları “ancak kendisine ibadet etmeleri için yarattığı” (Zâriyât, 51/56) nı belirtmesi, hayatın temel hedefinin Allah’a kulluk olduğu gerçeğini ortaya çıkarıyor. Kur’an, yaradılış hedefi olarak “kulluk” fikrini ortaya koyduğuna göre, peygamberlerin bu kulluğu gerçekleştirmek ve insanlığı ibadete yönlendirmek suretiyle kâmil insan yetiştirmek için gönderildiği de ifade ediliyor. Kur’an-ı Kerim, peygamberlerin gönderiliş sebepleriyle ilgili olarak çeşitli ifadeler kullanmaktadır. Bazen onları “müjdeleyici ve korkutucu olarak” (Ahzâb, 33/45–46), bazen “insanları karanlıktan aydınlığa çıkarmak” (Zâriyât, 51/56), bir diğer ayette de “insanlar arasında adaleti gerçekleştirmek” (Hadid, 57/25) için gönderildikleri ifade ediyor. Buradan, Kur’ân’ın peygamberlik ve ilâhî vahiy için tek hedef seçmemiş olduğu ortaya çıkmaktadır. 

Temel hedeflerden biri, insanların Allah’a ibadet etmelerini sağlamak, ubûdiyyeti insanlara tebliğ etmektir. Adaleti gerçekleştirmek ise ikincil bir hedeftir. İnsan toplumsal bir varlık olduğuna göre, onun hayatı toplumsal bir yöntemle kontrol altına alınmalıdır. İnsanın saadete ulaşması, ancak onun manevi yönünün de tatmin edilmesiyle gerçekleşir. Adaleti tesis edecek kanunlar, insanın rahat bir biçimde Allah’a kulluğunu sağlamak için birer vasıtadır.

Sonuç olarak Kur’ân-ı Kerim Allah’ın, peygamberleri; insanlar arasında anlaşmazlıkları ortadan kaldırmak, onları müjdelemek ve korkutmak suretiyle hakikat yoluna sevk etmek, Yüce Yaratıcı’ya ibadet etmelerini sağlamak ve aralarında adaleti tesis edecek kanunları onlara bildirmek için gönderdiğini ortaya koymaktadır.

 

Nübüvvetin anlatılmasında hissî mucizeler yanısıra “bilgi mucizeleri yöntemi”nden bahsedilmektedir. Bu yöntem temelde neye dayanır? Güncel boyutundan da bahseder misiniz?

Genel olarak İslam düşüncesinde mucizeler; hissî (kevni), haberî ve aklî olmak üzere üç bölümde değerlendirilir. Aklî mucize bugün bilgi mucizesi olarak da ifade edilmektedir. Genel manada Hz. Peygamber’in nübüvvetinin hissî mucizelerden daha çok aklî (Bilgi) mucizeye dayandığı düşüncesi, bilgi mucizeleri yönteminin esasını teşkil etmektedir. 

İslam, temel olarak mucizelere dayalı bir din değildir ve Hz. Peygamber’in peygamberliği, onu teyit eden mucizelere dayanan bir anlayıştan hareket etmez. Kur’ân sistematiği göz önüne alındığında, ikincil bir öneme sahip mucizeler, özellikle Hz. Peygamber söz konusu olduğunda daha da geri plana itilmiş ve müşriklerin Hz. Peygamber’den mucize talepleri devamlı reddedilmiştir. İnkâr edenler kendisinden mucize talep ettikçe, Kur’ân daha çok Allah’ın kâinata yerleştirmiş olduğu düzene, onun işleyişine ve onun okunan ayetlerine dikkat çekmiş ve onlara bunların incelenmesini önermiştir. Çünkü onların talep ettikleri mucizelerin özellikleri zahiri hislere hitap eder ve geçici unsurları içerir. Bu itibarla da inanmayacak olanları susturabilecek nitelikte olsalar da onların kalplerini tatmine yönelik değildirler. İslam’ın anlayışına uygun olan mucizeler, geçici ve maddi mucizeler değil, tüm zamanlar boyunca devam edecek olan aklî ve manevî mucizelerdir. Bu bakımdan İslam’ın nübüvvet doktrini diğerlerinden ayrılır ve farklı bir durum arz eder. 

Evrensel olma iddiasında olan bir dinin temel karakteristiği de böyle olmak durumundadır. İslam tüm insanlığa gönderilmiş bir dindir. Hristiyanlıkta bir nübüvvet anlayışının bulunmaması ve hakikatte mucizenin bizzat Hz. İsa’nın kendisi olması sebebiyle çok daha farklı düzlemde değerlendirilmesi gerekmektedir. Allah’ın insanlara göndermiş olduğu en son mesaj olan İslam ve en son peygamber Hz. Muhammed’in mucizelere dayalı bir öğreti ve daveti temsil etmemesi de bu bakımdan önemlidir. İlelebet insanlığın ufkunda en son din olarak kalmaya devam edecek olan bu din her nesle seslenecektir. Bu itibarla sadece belli bir çağa hitap eden mucizeler ve özellikle hissî mucizeler İslam’da ikinci plandadır. Bu durumu açıkça Hz. Peygamber’in davet anlayışında gözlemlemek mümkündür. Kureyşlilerin ısrarla ondan hissî mucize talebinde bulunmaları ve bu talebe cevap verilmemesi bunun en açık delilidir. (İsra, 17/59) Bizzat Hz. Peygamber’in kendisi buna şu ifadeleriyle işaret etmektedir: “Bana verilenin bir benzeri, başka hiçbir peygambere verilmemiştir. Bana verilen ise vahiy (Kur’an)dir.” (Buhari, Fedailu’l-Kur’an, 1; Müslim, İman, 239; Ahmed b. Hanbel, Müsned, II, 341) Bu ifade, hissî mucizeler karşısındaki tutumunun bizzat Hz. Peygamber tarafından vurgulanmasının ifadesidir. 

Ancak kaynaklarda ifade edilen hissî mucizeleri, bilimsellik adına reddetmek veya bu mucizeleri yok saymak veyahut da onları rasyonelleştirme ve bilimle uzlaştırma çabaları, kanaatimce doğru değildir. Bizzat mucize, böyle bir izah tarzını dışlar. Zira mucize, zaten mevcut yasalara aykırı olarak gerçekleşen olağanüstü bir durumdur. Eğer Hz. Peygamber’in hissî mucizelerine bu açıdan yaklaşılıyorsa yani “İslam’da aklı aşan bir şey yoktur.” iddiasıyla yaklaşılıyorsa bu da isabetli değildir. Zira Kur’an’da diğer peygamberler için ifade edilen bu tür mucizeler, şüphesiz Müslümanların inanç alanına giren mucizelerdir. Onları kabul etmek, onlara inanmak, inanç açısından zorunluluktur. Hz. Peygamber’in hissî mucizeleri de vardır ve kaynaklarımızda ifade edilmektedir. Bir peygamberin, peygamber olduğunu bilmesi ve onun Allah katından görevlendirildiğine kani olması mucizeyle sabit bir durumdur.  

 

Resul, nebi ve mürsel kavramlarını açıklar mısınız?

Sözlük anlamları itibariyle nebi, haber veren; resul ise elçi anlamına gelmektedir. İslami kaynaklarda ise nebi kavramı genel olarak, “Allah’ın kulları arasından seçerek bir kavme veya bütün insanlığa, tebliğ göreviyle gönderdiği kimseler” şeklinde tanımlanmaktadır. Burada dikkat çeken husus, nebi’nin Allah’tan aldığı ilâhî emirleri “tebliğ” etmekle yükümlü olmasıdır. Ancak, nebi’nin bu görevle yükümlü olması risalete mazhar olan peygamberlere de ait bir özelliktir.   Sadece  nübüvvete sahip olanların, bununla yükümlü olmadıkları kaynaklarda ifade edilmektedir. 

Nebi’nin ayırıcı vasıflarını belirtirken şu tahlil de yapılmaktadır: Resuller, Allah’ın emirlerine karşı çıkanlara gönderilirler. Nebiler ise sadece Allah’a iman eden ve O’nun emirlerine uyan kimselere gönderilirler. 

Bu ayırım esas alındığında nebi; “Allah’ın, daha önceki şeriatlere bağlı kalmak üzere, ilâhî emir ve yasaklarını müminlere tebliğ etmesi için vahiy yoluyla görevlendirdiği kimseler” olarak tarif edilebilir. Bu açıklamaların ışığı altında nebi’yi şu şekilde tanımlamak mümkündür: “Allah’ın kulları arasından seçerek yeni bir şeriat vermeden, ilâhî bilgileri vahyetmek suretiyle, bir kavme veya bütün insanlığa gönderdiği kimselere nebi denilir.” Kur’an’da nebi ve resul kavramları arasında net bir ayırım söz konusu değildir. Peygamberler için bu sıfatların ikisi de kullanılmaktadır. Nebi, daha geneldir. Bütün resullerin nebi olması söz konusudur. 

Sözlükte elçi, mesaj gibi anlamlar ifade eden resul kelimesi terim olarak; “Allah’ın vahyettiği ilâhî emir ve bilgileri tebliğ etmekle yükümlü olan ve kendisine bir kitap ve şeriat verilen peygamber” demektir. Bu tanımdan anlaşılacağı gibi resul, özellikle kendisine yeni bir şeriat vahyedilmiş olması itibariyle nebi’den ayrılmaktadır. O, nübüvvetini tespit eden vahyin ötesinde risaletle yükümlü olduğunu bildiren özel bir vahiy almak suretiyle nebi’den ayrılır. Zira Cebrail, ona kitap indirmek suretiyle özel bir görev yüklemiştir. Buna göre risalet, bir öncekini takip etmeyen, yeni bir şeriatın tesisini ihtiva eden özel bir görevdir. Mürsel ise nebi ve resulleri birlikte ifade eden tüm peygamberler anlamını taşır.

 

Resullerin, nebilerin, inanan bir insandaki değer ve karşılığı nasıl olmalıdır? Sevgiler hep imtihan edilmeye muhtaçtır. Bugün Müslümanlar bu sınavı nasıl vermektedirler?

İslam inancının temeli; uluhiyet, nübüvvet ve ahiret esasları üzerine kâimdir. Bu ilkelerin içine aldıkları hususlar, bütün Müslümanların müşterek inanç ilkelerini oluşturur. Nübüvvetin temeli resullere ve nebilere inanmayı gerektirir. Mümin, bütün peygamberleri ve özelde Hz. Muhammed’i (a.s.) sevmek, ona inanmak ve getirmiş olduğu ilkeleri hayatına tatbik etmek gibi bir yükümlülüğe sahiptir. İslam düşüncesi içinde ortaya çıkmış bütün anlayışlar, nübüvvet konusunda herhangi bir  “resuller” fikir ayrılığı yaşamamıştır. Ancak konuyu temellendirme ve ona yükledikleri anlamlar bakımından, farklı yaklaşımlara sahip olabildiklerini de akıldan uzak tutmamak gerekir. 

Bugün biz Müslümanlarda nebiler ve resullerin, yani peygamberlerin karşılığı nasıl olmalıdır şeklindeki bir sorunun cevabı, kişinin onlar hakkındaki yaklaşımıyla yakından ilgilidir. Fakat en genel anlamıyla ifade etmek gerekirse, Hz. Peygamber’in (a.s.) müminlerdeki karşılığı; O’nu Allah’ın kulu ve elçisi olarak kabul edip böylece inanması ve O’nun getirmiş olduğu ilkeleri önce kendi nefsinde tatbik etmeye çalışması, sonra da bunları bütün insanlığa ulaştıracak şekilde yaygınlaştırmasıdır. “Bir ayet dahi olsa bunu insanlara tebliğ edin.” peygamber emri gereğince, O’nun vefatından sonra sahabeler, İslam’ı nasıl dünyanın çeşitli bölgelerine götürmüşlerse, bugün de herkes bu görevi kendisinde özel bir seçilmişlik görerek değil, genel manada İslami bir görev olarak telakki ederek yerine getirmekle mükelleftir. Bu itibarla ashabın Hz. Muhammed’e (a.s.) karşı tutumları neyse, peygamberin onlardaki karşılığı nasılsa bizlerin de tutumu bu şekilde olmalıdır. 

 

Kendisine kitap gönderilen Allah’ın (c.c.) elçilerini, sadece Allah’ın (c.c.) bildirdiklerini getiren bir “beşer” olarak algılama, anlama, anlatma hatasına düşüldüğünü görmekteyiz. Bu konuyu, aslını anlatıp hatalardan dönme noktasında değerlendirir misiniz?

Genelde tüm peygamberler özelde ise peygamberlerin sonuncusu olan Hz. Muhammed (a.s.) birer beşerdir. Bu durum hiçbir zaman onlara -başka din mensuplarının yaptığı gibi- peygamber olmanın ötesinde bir özellik atfedilmemesini gerektirir. Durum böyle olmakla birlikte bu onların sıradan bir beşer oldukları anlamını da taşımaz. Bu itibarla onlar bütün yönleriyle müminlere, insanlığa örneklik teşkil eden bir özelliğe sahiptirler. Nitekim Kur’an’da Hz. Peygamber’in bu özelliğine dikkat çekilerek “Muhakkak ki sizin için, Allah’ın huzuruna çıkmayı umanlar, ahiret gününe inananlar ve Allah’ı çok zikredenler için Allah’ın Rasulü güzel bir örnektir.” (Ahzâb, 33/21) buyrulmaktadır. Hz. Peygamber sadece vahyi alan ve ileten bir özelliğe sahip değildir. O aynı zamanda uygulama, açıklama ve tespit etme özelliğine sahiptir. Bu itibarla Allah, İslam milletinin inanç yapısını her konuda olduğu gibi, peygamberlere iman konusunda da aşırılık ve eksikliklerden korumuştur. Nitekim Müslümanlar; ne Hristiyanların Hz. İsa’ya ulûhiyet atfetmeleri ve Yahudilerin Hz. Lût’a günah nispet etmeleri gibi bir aşırılığa gitmişler ne de Yahudilerin Hz. İbrahim’in peygamberliğini inkâr ederek onun sadece salih bir kul olduğunu kabul etmeleri gibi bir eksikliğe düşmüşlerdir. Allah, İslam inancını, bütün aşırılıklardan koruyacak bir kaynak olan Kur’an’la ve bize kadar sahih intikal eden sünnetle teyit etmiştir. Hz. Peygamber’i sadece bir aracı konumunda görmek, O’nun dindeki konumunu buraya indirgemek, gerçek manada dini, peygamberden mahrum bırakmak anlamına gelir. O, vahyi tebliğ etmesi, açıklaması, uygulaması ve aynı zamanda müminler için diğer yönleriyle de örnek olması açısından temel bir konuma sahiptir. Bu sebeple Kur’an’ı peygamberden ayıracak ve ikisi arasında mesafe oluşturacak anlayışlara götürecek anlayışlardan uzak durmak gerekir.