Değişim ve dönüşüm… Birbirini tamamlayan iki kelime... Sonsuzluk yurdundan dünyaya, buradan da ahirete…
Kâinatın yaratılışındaki esrar. Yaratılan her şeyin doğasına yerleştirilmiş ve tekâmülüne ışık tutan süreç... Görünen tüm varlığın, görünmeyen hakikat âlemine hazırlığı. Bu hakikatin her varlığa yüklediği sorumluluk ardından uyulması istenen kurallar ve duruş. İşte bu sonsuzluğa geçişi sağlayacak kıvamı elde etme hikmeti… Hikmet tecellisinin, insana dolayısıyla bizlere yüklediği vazifeler... Rabbim’in koyduğu hükümlere bağlılık ve “Hz.İnsan”ın ortaya çıkması.
İnsanoğlunun yaratıldığı yer, cennet… Bunun kıymetinin bilinmesi, verilenin mükemmelliğinin anlaşılması gerek. Şükreden kul olunması için yola çıktığımız yer de cennet… Bu sürecin sonundan lütfa dayalı bir liyakat ve rızalık elde edildiğinde dönülecek yer de cennet... Tabi bu anlatımların söylenip yazılması kolay, ama kastedileni yapmak ya da yerine getirmek, tüm bu hakikatlerin farkında olmayı gerektiren bir durum. Kulun kendini ispatlaması, verilenin kıymetini bilmesi ve her şeyden önemlisi zayi etmemesi, amaçlandığı gibi de dönülmesi gerek asli mekâna...
Mesela dünyanın varlığını ele alalım. Konumu, ekseni etrafında dönüşü, buna bağlı hızı ve güneşe olan uzaklığı, kendisinde önemli değişikliklere yol açmaktadır. Bu değişimden yalnız kendisi etkilenmemekte, onunla beraber insan ve diğer varlıkları da etkilemektedir. Bu etkileşim, yaşamın normal seyrinde devam edebilmesini sağlamaktadır. Mevsimler de dünyanın bu değişimi sonucunda ortaya çıkan harika tabiat olaylarıdır. Direkt olarak canlılığın yeniden, tekrarlayan bir süreçle devamını sağlamaktadır. Canlılık ve ardından gelen ölüm, hazırlanan bu ortamın bir sonucudur. İşte gözlemlenen bu ortam, ilkbaharla canlanmaya, yazla olgunlaşmaya, sonbaharla mahsule dönüşürken, ardından gelen kışın sessiz ve soğuk yüzüyle ölümü getirmektedir.
Bir ağacın bu süreci nasıl devam ettirdiğine bir bakalım:
İlkbahar, nemli ve sıcak bir ortam hazırlamış… Toprak alabildiğine dinlenmiş, içinde bulundurduğu tüm mineralleri paylaşmak istercesine artık hazır. Köklerin harekete geçmesi, bu zenginlikten kendine düşeni ağacın bedenine alarak dallardaki filizlenmeyi başlatır. Büyük bir neşeyle kıpırdanma ve neslin devamı için hazırlıklar; her hücrenin bu süreçte var olma isteği. Kısa zamanda yaprakların renklerinden oluşan bir tablo ki, “kardelen”, seyrine doyum olmaz. Her açan yaprak çok narin ama kuşatıcı, kucağına verilecek tohumu sarmalamaya hazır. Tohum ise başka bir mucizenin yaşandığı yer. Kendisini çepeçevre sarmalayan çelikten bir duvar. Çekirdeğin de sakladığı, yolun devamına ışık tutan şifreler… Yaz mevsiminin sıcağıyla ağacın meyvelerinin de olgunlaşma süreci tamamlanıyor. Sonbaharın gelmesiyle sararan yapraklar ve yeniden doğuşu başlatacak tohumun toprağa düşmesi… Kış, büyük bir baskı unsuru, her canlının etkileneceği bir ortam. Kış, gelişiyle birlikte artık canlılığın ve ihtişamın son buluşunu hazırlamakta. Ortamda hüküm süren artık kara kış. Her canlının biraz tedirgin olduğu fakat sağ salim bahara çıkma isteği… Yine de unutulmaması gereken, Allah’ın kudret ve rahmetinin tecellisi…
Değerli okurlar, bu mevsimlerin değişimi doğada nasıl etkileyici bir tablo ortaya koyuyorsa, manevi dünyanın da kendi içerisinde mevsimleri ve ortaya çıkardığı sonuçlar vardır. Bu manevi iklimlerin başlangıcı Hz.Adem’in yaratılması ve dünya hayatının başlamasıdır. Artık dönüşü olmayan bir yola girilmiş, nihayetinde insanoğlunun geçireceği tekâmüller sonucunda ebedi yurduna dönmesi istenmiştir. Dolayısıyla bizim var oluşumuzun başlangıcı cennet, inşallah dönüşümüz de oraya olacaktır. Tabi bunun için üzerimize düşen, biraz gayret ve duruştur. Mutasavvıfların söylediği gibi; “Bizim yolumuzun başlangıcı, elde edilecek manevi sonucun görülmesiyle başlar.” Evet değerli dostlar, Hz. Adem’le başlayan insanoğlunun bu süreci, takip eden dönemlerde peygamberlerle desteklenmiştir. Her peygamberin gelişi, insanoğlunun manen kışı yaşadığı dönemin ertesinde olmuştur. Yeryüzünün yaratılmış en kıymetli değeri Allah’ın Resulü de çok çetin bir mevsimin ardından gelmiştir. Öyle ki, her canlı O’nun varlığından, daha dünyaya teşrif etmeden önce istifade etmeye başlamıştır. Darda kalan, yarınlardan ümit bekleyen insanların sığınağı, yaşam enerjisi olmuştur. Hatta birçok peygamber kendisine ümmet olma arzusunu açıktan ifade etmiştir.
İşte bugün bizler, Hz. Peygamber’in açmış olduğu kutlu yolun bir temsilcisi ve o Peygamber’in de ümmetiyiz. Hz. Peygamber’in dönemiyle başlayan bahar mevsimi, hiç kuşkusuz insanlığın yeniden inşası için, dünyanın karanlıktan çıkması adına büyük etkiler oluşturmuştur. Yeryüzünde yaratılan bütün varlıklar O’nun varlığının bereketine mazhar olmuş, kısa zamanda çok köklü değişimler gerçekleşmiştir. İnsanlık tüm güzel değerlerini yitirmiş, Rabbi’ni unutmuş, haddi aşan birçok davranışları sergilemekte bir sakınca görmez olmuştu. Rasulullah’ın (sav) varlığı; güneşin karı eritip baharı getirdiği gibi, bu karanlığı ve buzul çağını sonlandırmış, insanlığa baharı getirmiştir. Lakin bugün bizler bu kazanımlara sahip çıkamamışçasına, emanete gerektiği kadar sahip olamadığımızın bir tablosuyla “Güneş’i, ceketinin cebinde kaybeden marka Müslümanları” haline gelmişiz…
Rasulullah’ın (sav) yol arkadaşlarının gayretleriyle başlayan bu sıcak iklimi kıtalara yayma çabaları sonuç vermiştir. O zaman yaşanan manevi iklimler, bugün tüm kıtalarda yeniden tatlı bir meltem havasını beklemektedir. Ondan sonra gelen kuşaklar bu manevi iklimi olgunlaştırmış, ardından mahsullerini de ortaya koymuşlardır. Gerek zahiri ilimlerde, gerekse manevi ilimlerde insanlığa birçok faydalı sonuçlar ortaya çıkarmışlardır. Hatta bu nimetlerden yalnız iman edenler değil, tüm insanlık nasibini almıştır. Batı’da, ortaçağın karanlıklarında kilisenin baskısına ve zulmüne maruz kalan topluluklar, daha sonra Batı medeniyetinin olgunlaşmasında hatta bugünkü yapıya kavuşmasında direkt etkili olmuştur. Burada verilecek en güzel örnek Endülüs örneğidir. Endülüs’ün Avrupa kıtasındaki varlığı, kıtada yaşayan insanların her açıdan gelişimine faydalı olmuştur. Hatta Avrupa’da okuma yazma bilen rahipler dışında kimse yok iken, Endülüs’te halkın ekseriyetinin okuma yazma bilir olması bile onlara ciddi etki yapmıştır. Sonuç olarak, Müslümanların Doğu’dan başlattıkları inkişaf ve aydınlanmanın bugünkü Batı’nın temellerinde de başlı başına etkili olduğunu tekrar vurgulamak gerekir. Müslümanlar, insanlığın ortak kültürel ve bilimsel kazanımlarını kendi değerleriyle yani İslam’la birleştirerek çok ilerilere taşımışlardır. Bu gelişimi de en güzel şekilde ortaya koyan Osmanlı Medeniyeti olmuştur. Üç kıtaya hâkimiyet kurduğunda, bu birikimleri İstanbul merkezli, sahip olduğu her toprak parçasına ulaştırmıştır. Doğu’nun kadim kıtası Asya da bu değişimden fazlasıyla etkilenmiştir. Sonuç itibariyle, tarihe ve bilime yön veren birçok İslam âlimini bağrından çıkarmayı başarmıştır. Müslümanların tabii olan bu hızlı yükselişi, art niyetli kişilerin hırsları ve daha birçok nedenden akamete uğramıştır. Bu sürecin bir müddet sonra duraklaması, gelişimi sürükleyici unsur olmaktan, gelişimi takip eden taklitçi unsur durumuna düşmelerine yol açmıştır. Bu gidişata dur demek isteyen birçok lider ortaya çıkmış, lakin gerekli toparlanmayı yapamamıştır.
Artık mevsim son bahara gelmiş, mazinin ihtişamlı mirasının meyveleri toprağa düşmüştür. Bilinmelidir ki bu düşüş yok olmaya ya da çürümeye terk olunuş değildir. Aslımız olan kara toprağın bağrına sığınıp yeniden filizlenmenin oluşacağı günü beklemektir. Yüz elli yıldır İslam topraklarında kış hâkim durumdadır. Kış mevsiminde koşullara en dayanıklı olanlar genelde yırtıcı hayvanlardır... Onlar nasıl bu zor koşulları kendilerince fırsata dönüştürüp etraflarındaki her şeye saldırıyorlarsa; işte manevi iklimlerden nasibini almamış bir avuç güruh da Müslümanlara bu kış mevsiminde saldırmakta ve Müslümanların kış mevsiminde oldukları gerçeğini kendilerince fırsata dönüştürmektedirler. Üstelik Müslümanların ellerinde var olan tüm değerleri de sömürmekten geri kalmamaktadırlar. Bilmiyorlar ki bu hak davanın ve mevsimlerin sahibi Allah’tır. Hüküm sahibi ve İslam’ın aydınlık yolunu kıyamete kadar var kılacak da Allah’tır.
Ey, siz zulüm sahipleri! Elinizden geleni ardınıza koymayın… Bizlerin toprakla buluşmuş tohumlarına asla ulaşamayacak, onların yeniden vücut bulup yeşermesine de engel olamayacaksınız… Çünkü hakikat planında yegâne güç, kuvvet ve kudret sahibi, ancak ve ancak, Bâkî olan Allah’tır.
Her şeyin bir ömrü vardır. Mevsimlerin de kendine has bir süreci vardır. Geçen hiçbir mevsim kalıcı olamadığı gibi, gelen hiçbir mevsim de kalıcı değil… Hali hazırda zahiren güneş doğudan doğmaya devam ediyor. Bir de manen doğuşu bir görelim. Bütün insanlık batan güneşten sonra gözlerini doğuya dikmede buluyor kendini, yani İslam’a… Bilinmelidir ki her şey aslına rücu ettiği gibi doğacak güneş de yine İslam’ın olacaktır. Asla tasa ve korku yok... Endişelenme ey kardeşim! Bu çektiklerin boşa değil... Her şekil ve durumda bahar gelecek, onun güneşiyle yeniden ayağa kalkacaksın. Çünkü önümüz ilkbahar… Artık bilinmeli ki geçen her gün bizi biraz daha umuda yaklaştırıyor.
Ahir zaman ümmeti ve insanlığın son yükselişi... Hak ve hakikatin dünyada yeniden hayat bulması… İnşallah bizler bu sürece dâhil olmanın eşiğindeyiz. Lakin yakın olmak her zaman farkındalık oluşturmaz kişide. Değerin varlığına inanmak kadar, onu zamanında görmek de gerekir. Allah’ın Rasulü (sav) daha genç bir delikanlıyken çıktığı Şam seferinde, kimse O’nu beklenen peygamber olarak tanımıyordu. Abdullah’ın yetimi ya da Abdulmuttalib’in torunu olarak biliyorlardı. Peki, Bahira öyle miydi? Yaşadığı dönemin farkında, baharın filizinin ortaya çıkacağı anın heyecanıyla yanıp tutuşuyordu. Her gün terasına çıkıp uzaklara dalıyor, Rabbi’ne dua ediyor, Sevgili’den gelecek bir haberin işaretini arıyordu. O güne kadar gelen kervanlara benzemeyen, içinde bir sır gizli kervan manastıra yanaşmıştı. Rahip Bahira hemen telaşla adamlarını göndermiş, hiç âdeti olmadığı halde, kervana bir davet vererek onları yemeğe çağırmıştı. Kervandakiler hemen davete icabet etmişler, fakat Bahira’nın aradığı kişi yok içlerinde... Biraz endişe ve telaşla; “Bu kadar mısınız?” diye sormuştu. Kimsenin umurunda değil ki... Geride kalan içinmiş meğer bunca tüm hazırlık... Kim biliyor Muhammed’i… O’na yakın olmak, O’nunla seyahat etmek... Çünkü sadece anladıkları, develerine sahip olsun diye beklettikleri bir çocuktu...
Nihayet bir ses geliyor, “Biri daha var...” Hemen O davet ediliyor. Bahira’da müthiş bir sevinç… Tebessümler ve kalbin yerinden çıkarcasına çarpması; işte beklenen kişi... Oradakiler anlamıyorlar bu ilgiyi hala… Hemen özel bir odaya davet, birkaç eminlik oluşturan sual… Artık Bahira kendinden emindir. Lakin büyük bir hüzün çöker kendisine. “Belki benim ömrüm yeterli olmaz senin kutlu davana yetişmeye… Bilesin ki ben sana inandım ve iman ettim.” İşte görmek bu... Sen yeter ki kalbine koy o sevdayı... Samimi bir şekilde muhafaza et. Elinden geleni tüm benliğinle ortaya koy. Rabbim neden muradına seni kavuşturmasın... Söz konusu olan Hz. Muhammed (sav)... Hz. Adem’in tövbesinde, Hz. İbrahim’in neslinde, Hz. İsa’nın duasında ve Ashab-ı Kehf’in muradında hep O var.
Bizler Rasulullah’ın (sav) ümmetiyiz… O’nu çok zikretmeli, O’na ve Ehl-i Beyti’ne çokça salâvat getirmeliyiz. Ahir zaman da, önümüzdeki bahar mevsimi, onun bir bereketi ve Ehl-i Beyti’nin bizlere bir ikramıdır. Bugün bu ikramın kıymetini bilmeli, yolcuyu bekleyen Bahira olmalı… 2500 km.’den nasıl o sevgilinin izini bulduysa öyle olmalı... O günkü şartlarda görünüşte çok mümkün değildi bu. Bizler de aynı muhabbeti ve arzuyu ortaya koyarsak; İslam’ın baharını 2500 km. ötede de olsa görür ve ardından da Allah’ın rahmetine mazhar oluruz.
Rabbim ikram edilenlerden olmayı, ecdadından miras kalan tohumları zayi etmeden yeşertmeyi, bu çetin kış ortamında kendimizi kaybetmemeyi, bağrımızdaki bu imanın ateşini söndürmemeyi, bu sevdaya tutulmuş herkese nasip eylesin inşallah. Ne mutlu o gariplere!
Allah’a emanet olunuz…