Dert Tasavvuru ve Maneviyat / Doç.Dr. Vahit Göktaş

Gerek internette basit bir tarama yaptığımızda, gerek medyada ve gerekse de çevremizde çok sayıda intihar haberine rastlayabiliyoruz.

Peki, intihara sürükleyen iç bunalımı ve sıkıntıdan insanları kim kurtaracak? Din, maneviyat, içsel dayanıklılık halinin güçlendirilmesi vb duyguları insanlar nerede bulacaklar? Tasavvuf bu konuda çözüm üretebilir mi? Dünyalık dertler ve girdaplardan insan kime sığınacak? Bize ne oldu da varlık içinde mutsuzuz? Ecdadımızın refah seviyesi bizden daha mı yukarıdaydı ki onlar daha mutluydu? Afrika’da tebessüm edebilen insanların maddi imkânları bizden daha mı iyi? Problem nerede? Gönül huzurunu tekrardan nasıl kazanacağız? Bu yazıda Celveti Tarikatı’nın önde gelen iki ismi Aziz Mahmud Hüdayi ve Tacettin Sultan Hazretleri’nin şiirlerinden örneklerle maneviyatın ve Rabbimiz’e sığınmanın manevi huzurumuz için ne kadar gerekli olduğunu ortaya koymaya çalışacağız.

Mâneviyat ve Rabbimiz’e Sığınmak

Tasavvuf; insana kendini ve Rabbi’ni tanıtmayı hedefleyen bir ilim dalıdır. Bu ilim dalı kendine, insanın olgunlaşmasını hedef koyar. İnsan Rabbi’ni ve kendini tanıma hususunda acizdir. Dünya, şeytan ve şehvet üçgeninde Rabbi’nin lütuf ve ihsanına muhtaçtır. Çünkü acziyet içinde olan insana en büyük yardımcı ve vekil Allahu Teâlâ’dır. Ankara’nın maneviyat sultanlarından biri olan Celveti Tarikatı şeyhi Tacettin Sultan Hazretleri’nin (1590-1680) şu şiiri bu durumu ne güzel ifade eder: 

Geldik kapuna yâ Şekûr, irham lenâ yâ Rabbenâ

Sensin Kerîm Sensin Gafûr, irham lenâ yâ Rabbenâ

İşim benim seh vu hatâ, cenâbına düşen atâ

İrciî’den gelen nidâ, irham lenâ yâ Rabbenâ

Çün ismindir Senin Rahmân, kamuya sen ittin ihsân

Medet eyle senden derman, irham lenâ ya Rabbenâ

Başım kodum bu meydânâ, muntazırım ben ihsâna

Garîkım gerçi isyâna, irham lenâ ya Rabbenâ

Günâhım oldu gâyetsiz, senin lütfun nihayetsiz

Nice bulam hidayetsiz, irham lenâ ya Rabbenâ

Taceddinoğlu dir kaldım, günâhım anladım bildim

Yüzüm kara sana geldim, irham lenâ ya Rabbena

Maddi refah seviyesinin yükselmesi, insanın mutluluğu için tek başına yeterli olmamaktadır. İnsanın, bunun yanında manevi ihtiyaçlarının da karşılanması gerekmektedir. Hiçbir sıkıntıyla karşılaşmadan büyüyen çocuklar, ileriki hayatlarında karşılaştıkları çok basit sıkıntılara tahammül gösterememektedirler. İradesi zayıf insanlar hayatta daha az başarılı olabilmektedirler. İradesi zayıf insanlar, çok hafif sıkıntılarda dahi depresyona girebilmekte iken, iradesi kuvvetli olanlar daha büyük sıkıntı ve kederlerle karşı karşıya olmalarına rağmen daha itidalli davranabilmektedirler.

Tasavvuf’un bu noktada “irade eğitimi” ile ilgili insana katkısı olabilir. Çünkü tasavvufun genel prensibinde “rıza” ve “teslimiyet”, toplumsal ve ruhsal problemlere karşı dirençli olmayı sağlamakta ve kişinin dayanıklılık gücünün artmasına katkıda bulunmaktadır. Tasavvufta acı ve aşk arasında, rıza ve belâ arasında irtibat kurulmuş ve acı, keder ve belâ’nın insanın Allah’a olan aşkı ve sevgisiyle doğru orantılı olduğu ifade edilmiştir. Sûfilere göre “şifa acı şeylerdedir.” Sufiler başa gelen sıkıntı ve belalara şükür ile karşılık vermek gerektiğini söylemişlerdir. İmam-ı Gazâlî şöyle demektedir: “Belâya şükretmek lazımdır. Çünkü küfür ve günahlardan başka bela yoktur ki, içinde senin bilmediğin bir iyilik olmasın.” Belki bundan dolayı büyük sıkıntıları peygamberler çekmişlerdir.

Dertler İçinde İnsan

Günümüzde pek çok insan derdinin içinde boğulmakta ve bu kıskaçtan kurtulamamakta; dert ve sıkıntı tarafından kuşatılmaktadır. Derdi ve hataları ise şeytan fırsat bilip geçmişe yönelik pek çok vesvese ile insanın probleminin içinde kahrolmasına, yok olmasına ve hatta hayatını dahi bitirmesine sebep olabilmektedir. Hâlbuki insan “Allah var, dert yok.” düşüncesi içinde olduğu zaman dertler küçülmektedir. Allah en güzel yardımcı en güzel vekildir. Ayet-i kerimede şöyle buyrulmaktadır: “De ki: Allah’ın bizim için yazdığından başkası bize asla erişmez. O bizim Mevlâmız’dır. Onun için mü’minler yalnız Allah’a dayanıp güvensinler.” (Tevbe, 9/51) Mü’minin yalnız Allahu Teâlâ’ya güvenmesi gerekmektedir. Belki bu düşünceden yola çıkarak tasavvufta, dert tasavvuru farklı algılanmaktadır. Dert, bir nimet ve hediye olarak telakki edilmektedir. Bu durumun en meşhur ifadelerinden biri “Derman arardım derdime, derdim bana derman imiş” sözü ile Niyazi-i Mısrî’ye aittir. Yine Ankara’nın maneviyat sultanı Tacettin-i Velî’nin şu şiiri, dert sahibinin gideceği yeri gösteren en güzel misallerden biridir. 

Ey cümleye ma’bud olan derdime derman sendedir

Âşıklara matlûb olan, derdime derman sendedir.

Aşktır begim ana giden, aşktır murada irgören

Olmuş gönüllerdir gören, derdime derman sendedir.

Aşktır tenimde cân olan, mesti elest insan olan 

Âşıklara iman olan  derdime derman sendedir.

Sensin Kerîm Sensin Rahîm, aşıklara aşkın naim

Vaslın cinân hicrin cahîm, derdime derman sendedir.

Taceddinoğlu çâresi çoktan, bezm-i avâresi

Lütfun senin çün çâresi, derdime derman sendedir.

Ne Verdinse Odur Dahi Nemiz Var?

Allah’ın veli kulları başa gelen belâ’yı ganimet bilmişler ve “Hikmetinden suâl olunmaz.” bakış açısı ile olaylara bakmışlardır; sıkıntılara sabırla mukabelede bulunmuşlardır. İnsanın başına gelenlere sabretmesiyle alakalı olarak Mevlânâ Mesnevisi’nde şu güzel hikâyeyi anlatır: Bir kadın vardı. Her yıl bir çocuk doğururdu. Fakat çocuk altı aydan fazla yaşamazdı. Ya üç aylık, ya dört aylık iken ölüp giderdi. Sonunda kadın; “Ey Allahım!” diye feryad etti. “Bu çocuklar...” dedi. “Bana dokuz ay yük oluyor, üç ay da beni sevindiriyor; bana verdiğin nimet ebemkuşağından da tez geçip gidiyor.” Kadın velîlerin de huzûruna gider, bu dertten şikâyette bulunurdu. Böylece tam yirmi çocuk mezara gitti. Kadının canına yakıcı bir ateş düştü. Nihâyet bir gece rüyasında ona; yemyeşil, güzel, kusursuz ebediyyet yurdunu, cenneti gösterdiler. Kadın cenneti görünce mest oldu ve bu tecellî yüzünden kendinden geçti. Bu köşkün üstünde adının yazılmış olduğunu gördü. O inancı doğru olan kadın, orasının kendisine ait olduğunu anladı. Sonra ona dediler ki: “Bu nimet acılara katlananın, büyük ızdıraplara tahammül edenin, Hakk sevgisi uğrunda her şeyi fedâ edenindir.” Kadın; “Ya Rabbi!” dedi. “İstersen yüzyıl, hattâ daha da fazla bir zaman bana bu çeşit musibetleri ver. Yeter ki gördüğüm bu cennet nimetlerinden beni mahrum etme.” Kadın yavaş yavaş, adım adım, cennet bahçesinde ilerleyince bütün çocuklarının orada olduğunu gördü. Bunun üzerine kadın daha da çok sevindi ve “Allahım! Çocuklarım benden kayboldular, fakat senden kaybolmadılar, hepsi buradaymış.” dedi. Bu hikâyede de gördüğümüz gibi asıl olan hayat ahiret hayatıdır. İnsan çektiği sıkıntılara sabrederse Allah’ın izniyle ahirette bunun ecrini kat kat alacaktır. 

Rabbimiz’den gelen her şeye; varlığa şükretmek, darlığa sabretmek suretiyle mukabelede bulunmak, kulluğumuzun ve insan olmamızın bir gereğidir. İnsan, bir yaratıcı olmadığının farkında olmalı ve sığınacak kapının yine bir beşer değil mutlak yaratıcı olan Cenab-ı Hakk olduğunun idraki içinde bulunmalıdır. Alan da O’dur veren de O’dur, bilen de O’dur, elimize ayağımıza hükmeden de O’dur, görmemizi ve duymamızı sağlayan da O’dur, fiillerimizi yaratan da O’dur, her halimize vakıf olan da O’dur, hükmeden de O. Peki O’ndan başka kapı var mı? O’nun verdiğinden başka neyimiz var? Bunları Aziz Mahmud Hüdayi Hazretleri şu dizelerinde ne güzel ifade etmektedir:

Alan sensin veren sensin kılan sen

Ne verdinse odur dahi nemiz var

Hakîkat üzre anlayıp bilen sen

Ne verdinse odur dahî nemiz var

 

Tutan el u ayak senden gelüpdür

Gören göz u kulak senden gelüpdür

Efendi dil dudak senden gelüpdür

Ne verdinse odur dahî nemiz var

 

Hudâyâ biz bu zâtı kanda bulduk

Neye ef’âl sıfâtı kanda bulduk

Fenâyı yâ sebâtı kanda bulduk

Ne verdinse odur dahî nemiz var

 

Bizim ahvâlimiz ey Hayy-u Kayyûm

Cenâb-ı Pâkine hep cümle mâlûm

Buyurdun oldu illa kaldı mâdûm

Ne verdinse odur dahî nemiz var

 

Hüdâyî’yi sen eriştir murâda

Senindir çünkü hükm arz u semâda

Efendi dahli yok ğayrın arada

Ne verdinse odur dahî nemiz var

İnsan yaratıcı değildir. Elinden gelen gayreti gösterdikten sonra razı olmakla ve tevekkülle yükümlüdür. Kişinin kendi sınırlarını bilmesi önemli derecede irfan göstergesidir. 

İnsanın kişisel huzursuzluktan kurtulması, manevi huzuru yakalaması ile mümkün olabilecektir. Bununla ilgili bazı reçeteleri sûfiler eserlerinde bizlere sunmuşlardır. Kalp huzuru için helal lokma, Kur’an tilaveti, istiğfar, salavât, ibadete devam, zikir, salih ve sadıklarla beraber olma, rıza, teslimiyet ve tevekül, her biri çok kıymetli birer ilaç mesabesindedir. İman ve ümit ise bir insana verilmiş en büyük nimettir.