“İnşirah” kavram olarak ne anlama geliyor?
Kavram olarak inşirah: sözlükte kesmek, dilimlemek bir şeyi başka bir şey ile genişletmek, gizemli olanı açığa çıkarmak, herhangi bir maddeyi birbirinden ayırmak, bir lafzı yorumlamak, açmak ve belirtmek anlamlarına gelen “şrh” fiil kökünden türemiştir. Ayrıca şrh, sözü açıklamak, sözü tefsir etmek, açmak, açığa çıkarmak manalarına da gelmektedir. İnşirâh ise, rahatlama, sevinç, neşe, sevinme gibi manaları ifade eder. Öte yandan inşirâh, iç açılması, gönül açılması, açıklık, ferahlık, huzur bulma, göğüste ferahlık ve mutluluk hissi gibi anlamlara da gelmektedir. Eski Arap şiirinde ise bu kelime, etin kesilip yayılması parça parça olması, “teşrih” anlamını da bünyesinde barındırmaktadır. Araplar inşirâh kelimesindeki genişlik manasını, göğüs genişliğini yumuşaklık ve kuvvet için kullanırlar. “İnşirâh” kelimesi Batı dillerinde “to be englarged, happy” Türkçe ve Farsçada da Arapçada ifade edilen manalara benzer anlamlarda kullanıldığı görülmektedir. Bu benzerliğin özellikle aralarında ticari ve kültürel bağlar bulunan milletlerin zamanla birbirinden etkilenmesi, hemen hemen her çağda ortaya çıkan bir durumun sonucu olduğu ifade edilebilir.
Istılâhi olarak: Tefsir ilminde inşirâh, kalbin ilâhî bir nurla Allah (c.c.) tarafından bir huzur, sükûnet ve rahatlık ile genişletilmesi olarak tanımlanmaktadır. Kişinin göğsüne verilen huzur, neşe, rahatlık ve gönlün açılması denildiği zaman maddi olarak göğsü veya kalbi açmak veya yarmaktan ziyade manevi olan bu neşe ve ferahlık manası anlaşılmaktadır. Kur’an’da bahsedilen peygamberlerin yaşadığı inşirâh da bu manada kullanılmaktadır. Anlam itibariyle Kur’an-ı Kerim’de “Şe-Ra-Ha” fiil kökünün çeşitli anlamlarda kullanıldığı görülmektedir. Kur’an-ı Kerim’de “Şe-Ra-Ha” kökü ve türevleri tam olarak beş yerde zikredilmektedir. Bu kelime köklerinden dört tanesi fiil şeklinde, bir tanesi ise isim olarak geçmektedir.
“İslam tarihi açısından özellikle büyük sıkıntılar yaşayan Peygamber hayatlarında inşirah örnekleri vermek mümkün mü?”
Evet, bunun birçok örneğini sıralamak mümkündür.
Zira İslam tarihine Hz. Âdem’den günümüze kadar baktığımızda birçok zorlukların yaşandığını görmekteyiz. Toplumsal ya da bireysel olarak yaşanılan bu sıkıntılardan sonra, Allah’a (c.c.) ve peygamberlere iman edenler mutlaka bu zorlukların ardından birtakım kolaylıklar da görmüşlerdir. Ayet ve hadislere baktığımızda, bu zorluklara göğüs gerenler, darlıklara ve zorluklara karşı inançlarından taviz vermeyenler; cennet ile müjdelenmiş ve Allah’ın (c.c.) razı olduğu kullar zümresinden zikredilmişlerdir. Bu durum sıkıntılar karşısında gönülleri sıkılan, iç huzursuzluk yaşayan Müslümanların yüreğini ferahlatmış, dünya ve ahiret mutluluğuna ermelerine vesile olmuştur. İslam tarihinde en büyük sıkıntılarla imtihan olanlar, hiç şüphe yok ki peygamberler ve onlara tabi olanlardır. Meseleye ışık tutması bakımından çektikleri zorluklara karşılık, gönülleri daralan ve Allah’ın (c.c.) inayetiyle kendilerine “inşirâh” göğüs genişliği ve iç huzuru verilen peygamberlerden Hz. Mûsâ ve Hz. Muhammed’i (s.a.v.) örnek olarak vermek istiyorum.
Hz. Mûsâ’nın Duası ve İnşirâh’ı
Hz. Mûsâ’nın Firavun ile ilgili olan kıssası, doğrudan ya da dolaylı olarak Kur’an-ı Kerim’de birçok surede zikredilmektedir. Ancak konumuz inşirâh (göğüs genişliği) olması hasebiyle, kıssanın sadece bu kısmıyla alakalı olan bölümü ele alacağız. Firavun’un zulmünden bunalan, gönlü daralan Hz. Mûsâ , yüce Allah’ın “Firavun’a git.” emrinden sonra Allah’a şöyle niyazda bulundu: … “Rabbim! Göğsümü genişlet” dedi. (Tâ-Hâ, 20/25) Bu duanın içeriği, Ey Allah’ım! Göğsüme genişlik ve anlayış ver, iman ve nübüvvet nuruyla nurlandır; kalbimde hüzünlendirecek dert, keder, sıkıntı, daralma ve eziyet verecek bir şey bırakma; kalbimi öyle genişlet ki yumuşak huylu, sabırlı, tahammülü ile zorluklara sıkıntılara karşı geniş, sebatlı ve korkulardan arınmış, yumuşak bir kalp ile üstesinden gelebilecek, “söyledikleri anlaşılacak bir kul olayım” şeklinde ifade edilebilir.
Bu duada zikredilen genişlik, göğsün hak için açılıp genişlemesi, emirlerin gereğini layıkıyla yapma anlayışına sahip olunmasıdır. İşte Hz. Mûsâ da bu anlayışa erişebilmek için Allah’tan yardım istemiştir.
Hz. Mûsâ çocukluğu süresince Yüce Allah’ın inayetiyle, Firavun’un sarayında, kucağında, döşeğinde kalmıştır. Düşmanının eliyle büyütülmüştür. Belli bir olgunluğa gelince (gençlik döneminde) başından geçen bir olay hayatının sonraki safhasını değiştirmiştir. Hz. Mûsâ bir gün şehirde dolaşırken kavga etmekte olan iki kişiden, birinin diğerine hakaret ettiğini görüyor, onları ayırmak isterken, uyarmak (vazgeçirmek) niyetiyle hakaret eden adama bir yumruk atar ve o adam oracıkta ölür. Hz. Mûsâ, Firavun ve adamlarının kendisini yakalayıp öldüreceklerinden korktuğu için bir süre onlardan kaçar, ta ki kendisine Allah’ın emri gelinceye kadar, bu olanlardan sonra Allah onu, kendilerini Hakk’a çağıran, tek ve ortağı olmayan, Allah’a kulluğa davet eden bir uyarıcı olarak, risâlet vazifesi ile gönderir. Bunun üzerine Hz. Mûsâ Firavun’a gider, Allah’ın âyetlerini tebliğ eder, İsrailoğulları’nı serbest bırakmasını ve onlara baskı yapmamasını ister. Bu görevin zorluğunun idrakinde olan Hz. Mûsâ manevi bir desteğe ihtiyacı olduğunu hisseder ve şöyle dua eder. Mûsâ, dedi ki: “Rabbim! Göğsümü genişlet, işimi kolaylaştır, dilimin düğümünü çöz ki sözümü iyi anlasınlar. Ailemden kardeşim Harun’u bana vezir yap, beni onunla destekle, onu görevimde ortak kıl ki seni daha çok tesbih edelim ve çokça analım. Şüphesiz sen bizi görmektesin.” (Tâ-Hâ,20/25-35) Bu duayla Hz. Mûsâ şunu dile getirmek istemiştir: “Ey Rabbim! Benim yegâne yardımcım ve desteğim sensin, şayet senin yardımın olmazsa, Firavun ve adamlarına karşı koymaya gücüm yetmez. Bunun için de kalbime ve dilime kuvvet ver ki meramımı ifade edebileyim. Kardeşim Harun’u da destekçim yap ki, tek başıma kalmayayım.” Ayrıca Hz. Mûsâ Firavun ve adamlarının onu yalanlamalarından korktuğu ve risâlet vazifesini hakkıyla ifa edebilmek için, Yüce Allah’tan göğsüne gelebilecek darlığı ve sıkıntıyı giderip, gönlüne genişlik verilmesi niyazında da bulunmuştur.
Firavun, Hz. Mûsâ’nın çağrısına, getirmiş olduğu ilahi delillere rağmen, hiçbir şekilde inadından vazgeçmedi ve büyük bir inatla Allah’ın emirlerine karşı çıktı. Bundan dolayı da Hz. Mûsâ’nın faaliyetlerine karşın bazı girişimlerde bulundu. Konumuzla direkt bağlantılı olmayan bu mücadele Kur’an’da detaylı bir şekilde anlatılmıştır. İfade edilen bu mücadele sonunda, Firavun ve taraftarları savaşı kaybeder ve azaba düçar olanlardan olurlar. Hz. Mûsâ ve kavmi ise Allah’ın lütfuyla kurtulurlar. Hz. Mûsâ’nın kavmi birçok mucizeye şahitlik etmelerine rağmen farklı bahaneler üreterek peygamberlerine ve dolayısıyla Allah’ın emirlerine karşı çıkmışlardır. Çok azı müstesna peygamberlerine bağlılıkları konusunda hep inatçı davranışlar sergileyip her defasında farklı istek ve arzularla asi tavırlar sergilemişlerdir. Kendilerine peygamber gönderilen kavimlerde genel olarak yaşanılan problem, peygambere verilen kutsal vazifeyi inkâr etme, kabul etmeme, peygamberi yalancılıkla itham etme gibi durumlar söz konusuyken Hz. Mûsâ’nın kavmiyle imtihan edildiği konu kavminin inat etmesi, vefasız ve hadsiz tavırlarıydı. Nitekim Kitab-ı Mukaddes’te Yahudilerin bu olumsuz tutumları eleştirilerek “sert enseli kavim” tabiri kullanılmıştır.
Hz. Mûsâ kavminin içinde bulunduğu bu yanlış tutum ve davranışlarından onları vazgeçirmek için ne kadar gayret göstermişse de çok azı müstesna, kavminin ekseriyeti kendi hallerini düzeltip, kurtuluşa erebilmek için bir çaba içerisine girmemişlerdir. Dolayısıyla peygamberlerinin yaşadığı inşirâh (gönül genişliği, iç huzuru, mutluluğu, kalp mutmainliğini, sıkıntılara karşı tahammül gücünü) nimetlerini yaşayamamışlardır.
Hz. Mûsâ’nın kavminin asi oluşu, kendilerine tebliğ edilen her emirden sonra bir bahane bulmaları, özellikle Firavun’un İsrailoğulları’na yönelik zalimce tutumu karşısında, peygamberin gönlü daralmış, sıkışmış, huzursuz olmuştur. Düşmanlarından gelebilecek tehlikeler karşısında endişeye kapılmış, Allah’ın emrini yerine getirememekten korkmuş ve Allah’a sığınmıştır. Yüce Allah’a yapmış olduğu içten yakarışları kabul edilmiş ve arzuladığı lütufların hepsi kendisine armağan edilmiştir. Hem Hz. Mûsâ çocukken Allah’ın ona lütfettiği iyilikler ve ikramlar, hem de zalim Firavun’a karşı yılmadan sergilediği dik duruşu ve mücadelesini devam ettirebilmek için istediği nimetler ve peygamberlik vazifesi kendisine verilmiş, hiçbir zaman kendisi yalnız ve yardımsız bırakılmamıştır. Bu nimet, ihsan ve iyiliklere karşılık O da sabırlı davranarak, hak olan emirlerde sebat ederek, tebliğ vazifesini layıkıyla yapma gayreti içerisinde olmuştur. Firavun ve yöneticilerine karşı, hak olan mücadelesini sonuna kadar sürdürmüştür. Yüce Allah bu samimi mücadelesine karşılık, gönlünü ferahlatıp, genişleterek, Firavun’un bütün zorbalıklarına, azgınlıklarına, taşkınlıklarına, haddini aşmalarına, İsrailoğulları’na devamlı yaptığı baskılara karşı tahammül edip, dini tebliğ ve o zalimlere karşı tahammül etmesi için, ona sabır, gönül genişliği, kalp mutmainliği ve iç huzuru verip, gönlünü inşirâh nimeti ile rahatlatmıştır.
Hz. Muhammed’in (s.a.v) İnşirâhı
Hz. Peygamber (s.a.v.), hayatı boyunca diğer peygamberler gibi birçok imtihandan geçmiş ve çeşitli zorluklarla karşılaşmıştır. Buna karşılık Allah’a (c.c.) olan teslimiyetini bir an olsun elden bırakmamıştır. Meselenin çok fazla uzamaması adına bu zorluklara karşı gönlünün teskin edildiği bir örnek verecek olursak: İnşirâh suresinin 1. âyetinde şöyle buyrulmaktadır: “Biz senin göğsünü açıp genişletmedik mi?” Bu âyet incelendiği zaman burada Yüce Allah tarafından Hz. Peygamber’in (s.a.v.) kalbine genişlik, rahatlık ve sükûnet verildiği anlaşılmaktadır. Ayrıca “Biz senin göğsünü açıp genişletmedik mi?” ifadesi mecaz bir kullanıma delalet etmekte olup sanki şöyle denilmek istenilmiştir: “Ey Muhammed! Kalbini hidâyet, iman ve doğru bilgilerle açıp genişlettik ve yumuşattık.”
Yüce Allah’ın, Hz. Peygamber’e (s.a.v.) hitaben “Göğsünü genişletmedik mi?” âyetini bazı müfessirler şu şekilde açıklamaktadır: Sadrını (göğsünü), ona yerleştirdiğimiz hikmet, iman ve nübüvvet ile genişlik vererek rahatlattık. Ondaki darlığı gidererek genişlik, iman nimeti ve hidâyet nuru ile aydınlattık.
Hz. Peygamber (s.a.v.) toplumun içinde bulunduğu kötü durumdan kurtarılabilmesi için verdiği mücadelede çektiği sıkıntılar, kendisine ve ashabına yapılan eziyetler gönlünü daraltmıştır. Bu olumsuzluklarla başa çıkabilmek, tebliğ vazifesindeki yükünün hafifletilmesi için göğsü genişletilmiş, kendisine inşirâh nimeti bahşedilmiştir.
“Göğsünü genişletmedik mi?” ifadesinden çıkarmamız gereken bir diğer netice ise şöyledir: İslam’ı tebliğ sorumluluğunun manevi yükü büyüktür. Dolayısıyla bu ağır yükü kaldırabilmen için, göğsünü İslam için açıp genişlettik, bununla beraber sıkıntılara katlanabilme tahammülünü ve sabrını sana verdik anlamında kullanıldığı da ifade edilmiştir.
Fahreddin er-Râzî tefsirinde bu âyet hakkında şu ifadeleri kullanır. “Göğsünü senin için genişletmedik mi?” âyeti ile yüce Allah, bu olumsuz anlamın başına, “istifham-ı inkâri” için kullanılan hemzeyi getirerek, “İnkâr şeklinde genişletmenin yokluğunu sorarak, genişletmenin ispatını ve varlığını” dile getirerek, Hz. Peygamber’e (s.a.v.) bu soruyu sormuştur. Bu da şu demektir: “Biz senin sadrını (göğsünü) genişlettik.” Gönlüne huzur ve sükûnet verdik, kalbine darlık veren sıkıntıyı giderip, gönlünü açıp ferahlattık. Şerh’in kalp ve göğüs kısmı ile ilgili olduğu söylenildiği zaman bazen de şu denilmek istenilmiştir: “Şerhten bilgiyi çoğaltmak anlamı kastedilmiş.” Yani sanki bilgiler geniş bir alana ihtiyaç halindeymiş ve kalp de onun mahalliymiş gibi hayal edilir de bilgiler arttıkça kalbin de açılması (genişlemesi) zorunlu hale geleceği düşünülür, bazen de bundan “nefistekinin artması” anlamı kastedilmiştir. Bu durumda, “bilgilerin genişletilmesi nefsin genişletilmesini gerektirir.”
Kur’an’ı Kerim ve hadis-i şeriflerde inşirah olgusuna hangi vesileyle ne tür anlamlar yükleniyor?
Âyet ve Hadislerde inşirâh olgusu genelde iki temel başlık altında ele alınmaktadır. Onları kısaca şu şekilde ifade etmek mümkündür:
Şerhu’s-Sadr
“Şerhu’s-Sadr” iki kelimeden meydana gelen bir terkiptir. “Şerh” lügatte açmak, yarmak, keşfetmek, yorumlamak, kapalı olan manayı açarak ifade etmek demektir. Bir cümlenin, bir sözün ya da bir kitabın etraflıca yorumlanması ve tefsir edilmesi de şerh olarak adlandırılır. “Sadr” ise göğüs bölgesini tanımlayan bir kelime olmakla beraber bu kelimeden kastın kalp olduğu genel kabul görmektedir. “Şerhu’s-Sadr” ifadesi de göğsün açılıp genişlemesi anlamındadır. Yüce Allah tarafından, kalbin ilâhî bir nur, sükûnet, mutluluk ve huzurla rahatlaması anlamına gelmektedir. Bu açıdan Yüce Allah dilediği insanın göğsünü açar, genişlik ve huzur verir. İnsanın inanç yönünden kalbi açılır. Yani Allah kişinin kalbini kaplayan, üzerini örten, hakikati görmesine engel olan küfür perdesinin açılıp iman nurunun kalbine yerleşmesini nasip eder. İlgili âyet ve hadisler tetkik edildiğinde Hz. Mûsâ ve Hz. Muhammed (s.a.v.) için ifade edilen inşirâh’ın, nübüvvet vazifesi sırasında yaşanılan sıkıntıların giderilip gönüllerinin, kalplerinin sükûnete ermesi ile ilgili olduğu anlaşılmaktadır.
Şakku’s-Sadr
Hz. Peygamber’in (s.a.v.) yaşamış olduğu inşirâh olayının fiziki anlamda yaşandığı da ifade edilmektedir. Ancak şakku’s-sadr şeklinde tarif edilen bu olay Kur’an-ı Kerim’de geçmeyip hadis-i şeriflerde dile getirilmiştir. Şakku’s-sadr cümlesi de tıpkı şerhu’s-sadr gibi iki kelimeden oluşan bir terkiptir. Ayrı ayrı ifade edecek olursak; terkipte geçen şakk kelimesi herhangi bir şeyde meydana gelen yarık ve çatlak anlamındadır. Kur’an’da sıkça kullanılan bu kelime yarmak, ayırmak, iki parçaya bölmek gibi anlamlarda kullanılmaktadır. Sadr kelimesi ise, yukarıda açıkladığımız gibi göğüs bölgesi ve kalbi ifade etmek için kullanılmaktadır.
Şakku’s-sadr terkibi bir bütün olarak, göğsün yarılması anlamında olup, Hz. Muhammed’in (s.a.v.) hayatı boyunca bu inşirâh’ı iki kere yaşadığı ifade edilmiştir. Birincisi, sütannesinin himayesinde, sütkardeşi Şeyma ile oyun oynadığı sırada, Cebrail’in yanına gelip göğsünü fiziken yarması, akabinde kalbini zemzem ile yıkaması şeklinde cereyan etmiştir. Bu uygulama ileride onu peygamberlik görevine hazırlamak için yapılmıştır. İkinci “göğsün yarılıp açılması” ise Hz. Peygamber’in (s.a.v.) miraca çıkmadan onu bu manevi yolculuğa hazırlamak gayesiyle yapıldığı ifade edilmektedir.
Zikredilen her iki olayda da Hz. Peygamber’in (s.a.v.) göğsünün darlık, sıkıntı ve kederden kurtularak, yerine iman, hikmet ve şefkat doldurularak genişlik, iç huzur, rahatlık ve sükûnet verildiği görülmektedir.
İnşirah olgusuna bir anlam yüklemek bakımından sormak gerekirse, İnşirah olgusunun zıddının Kur’an’daki karşılıkları da insanda karşılık buluyor mu? Kısaca ne anlama geliyorlar?
“İnşirâh” kavramının anlam alanı bakımından zıddı olan birçok kelime ve kavram bulunmaktadır. Kur’an’da bu kelimelerden 5 tanesinin üzerinde durulduğu görülmektedir. Bunlar da “Hüzün”, “Ğamm”, “Harec”, “Dayyık” ve “İnğilâk” kelimelerdir. Bu kelimelerin genel anlamda ifade ettikleri anlam ve insana etkisi ise özetle şu şekildedir: Gam, keder, kahır, elem/acı, efkâr, dert, endişe, sıkışma, şek, şüphe, hata ve günah manasına gelen söz konusu kavramlar, kişinin maddi ve manevi kayıplarından dolayı göğsünde hissettiği üzüntü, keder, sıkıntı, darlık ve huzursuzluktur. Aynı şekilde bu ifadeler “inşirâh” kavramının kişiyi rahatlatıp sükûnete erdirdiği gibi, huzur vermediği, bilakis karamsarlığa sebebiyet verdiğini ortaya çıkarmaktadır.
Tasavvuf ilmi açısından inşiraha yol açan ibadet ya da eylemler neler olabilir? Bunu din psikolojisindeki yararlarıyla da telif etmek mümkün müdür?
Tasavvuf ilminde “inşirâh” kavramını incelediğimiz zaman, genel itibari ile birkaç ameli durumun bu kavramla karşılandığını görmekteyiz. Kişinin gönlünün daralmaması, sıkıntılı durumlar yaşamaması, mutsuzluk, endişe ve stresten kurtulması için zikirle meşgul olması gerekmektedir. Zikirle meşgul olan kişi ise rahatlık, genişlik, mutluluk, iç huzur ve sükûnete kavuşur. Bu açıdan zikir, huşu, nefis terbiyesi, vesveselerden kurtulma, tevekkül, tefekkür vb. ibadetlerin önemi ortaya çıkmaktadır. Bu amellerden de en çok “inşirâh” ile bağlantısının olduğunu müşahede ettiğimiz zikir ve huşu hususlarının bilinmesi ve ibadetlerin bu minvalde yapılması önem arz etmektedir.
Din Psikolojisi ve İnşirâh İlişkisi
Dünya nüfusunun hızla artması, araç gereçlerin sürekli gelişip değişmesi, toplumları da bu değişime ayak uydurmaya sevk etmiştir. Günümüzde dünya adeta küçük bir köy haline gelmiştir. İnsanlar bu kalabalıkta stres, endişe, huzursuzluk, samimi olmayan davranışlar ve sadece kendini düşünme girdabına düşmüşlerdir. Birbirini takip eden bu olumsuzluklara karşı ne yapacağını bilemeyen insanoğlu, kendisini rahatlatacak yeni arayışlar ve çıkış yolları bulmaya yeltenmiş, rahatlama ve huzur getireceğini düşündüğü bazı hedefler ardına düşmüştür. Maddiyata değer verilip, maneviyatın göz ardı edildiği bu çağın insanları, aramakta oldukları iç huzuru yanlış yönde aramaları neticesinde de psikolojik sıkıntılar ciddi boyutlara ulaşmıştır. Her tarafta artık hissedilen bir durum haline gelen stres, bireyleri psikolojik olarak etkilediği gibi fiziki olarak da kalbini rahatsız ve mutsuz bir hale getirmiştir.
İnsanı huzursuz ya da mutlu eden birçok neden vardır. Buna sebep olan durumları, iki başlık altında kısaca ifade edelim.
1. Göğüs Daralması ve İç Huzursuzluğa Sebep Olan Durumlar
Meşhur filozof Farabi (870/950) iç huzura kavuşmaya engel olan durumları şehir benzetmesi yaparak şu şekilde tarif eder: “Erdemli, mükemmel ve iç huzuru yakalamaya engel olan şehirler şunlardır. Bunlar da cahil şehir, fasık yani yoldan çıkmış bozuk şehir, karakteri ve özü değişmiş şehir, doğru yolu bulamamış ve yanlışlık içinde olan şehirdir. Bu şehirlerde yaşayanlar da erdemli şehre zıttır. Dolayısıyla bu şehirlerde yaşayan kimseler, hiçbir zaman gerçek mutluluğun ne olduğunu anlayamazlar.”
Bu tanımdan sonra şunu diyebiliriz ki, yaradılış gereği insanoğlu, psikolojik ve sosyal şartlardan etkilenebilen bir varlıktır. Bu şartlar insanı olumlu yönde etkilediği gibi, olumsuz yönden de etkilemektedir. Olumsuz yönde etkileyen durumlar insanları, ruhi çökkünlük ve depresyon, stres, sıkıntı, bunalım ve hatta intihara kadar götürebilmektedir. Bu olumsuzluğa iten önemli sebeplerden biri de inanç zayıflığıdır.
Günümüzde insanların haz ve hız noktasında çok arzulu davranıp, inançlarını ihmal ettikleri inkâr edilemez bir hakikattir. İnsanların özellikle farklı akımlar ve inanışlarda huzur aramaları, ancak bir türlü mutlu olamamaları sonucunda oluşan manevi boşluk, onları depresyona ve değişik buhranlara sevk etmektedir. İnancı sağlam olan bireylerde ise, olumsuz durumların daha az olduğu söylenebilir. Bu da inancının ona bir yol gösterip, başıboş bırakmamasından kaynaklanmaktadır.
Ayrıca insanı huzursuz eden tek şey inançsızlık olmayıp kişinin sadece kendini düşünmesi, egoist yani bencil davranması, paylaşmayı bilmemesi, benzer olumsuzlukları yaşamasına ve mutsuz olmasına neden olur. Bunun tersi ise aile içi huzur, bireylerin kendilerini değil, birbirlerini düşünmesi ve mutlu etmesiyle meydana gelmektedir.
Huzursuzluğa neden olan bir diğer durumun ise, endişe ve korku olduğunu söylememiz mümkündür. İslam tarihine baktığımız zaman, bunun birçok örneğini görmekteyiz. Din hakkında endişe ve korkusu olan sahabe Hz. Peygamber’e (s.a.v.) gelir, onun rehberliğinde çözüm ararlardı. Örneğin bir sahabe Hz. Peygamber’e (s.a.v.); “Kalbimden öyle şeyler geçiyor ki, onu söylemektense yanıp kömür olmayı tercih ederim” derken, bir diğeri “Helak oldum ya Resulullah! Dini bir suç işledim, bana yardımcı olur musun?” diye gelmiş, bu durum karşısında Hz. Peygamber (s.a.v.) dini bilgi ve tecrübe gerektiren bir rehberlik yapılmıştır. Bunun neticesinde de dini korku ve kaygıları giderilmiş, psikolojik olarak rahatlamaları sağlanmıştır.
2. Göğsün Ferahlanmasını ve İç Huzuru Sağlayan Durumlar
Vücutta amir iki temel organ vardır ki birincisi kalp, ikincisi de beyindir. Kalp, kendisine başka bir organın emretmediği amir organdır. Ondan sonra beyin gelir. Beyin de amir bir organdır. Ancak kalp birincildir. Kalp, huzurlu, mutlu olduğu zaman, bütün vücut da rahat ve huzurlu olur.
Farabi, insanın kalbini rahatlatan ve mutluluğuna sebep olan hallerden bahsederken: “Haz, sevinç ve mutluluk ancak en güzel, en parlak ve en mükemmel bir idrakle idrak edilmesinin arkasından gelir ve ortaya çıkar” demiştir. Ayrıca o, insanoğlunun, dünya ve ahiret mutluluğuna erişmesini dört insani duruma bağlamaktadır. Bunlar da nazari, fikri, ahlaki erdemler ve ameli sanatlardır.
Gönüllülere huzur veren bir diğer durum ise kişinin duygularını fark edip yönlendirmesi ve bunlar yardımıyla harekete geçmesi, insanlarla iletişim kurması ve böylelikle karşı tarafın duygularını fark etmesi, bunun için de doğru iletişime geçmesidir. Böyle bir iletişimi sağlamak ve huzurlu olmak için ise karşılıklı fedakârlık yapmak gerekir.
Ayrıca, tasavvufta olduğu gibi, din psikolojisinde de iç huzura ve sükûnete kavuşmak için “nefis terbiyesi yapmak“ büyük önem arz etmektedir.Çünkü nefis insana her zaman kötülüğü emreder. Bundan dolayıdır ki, kişi nefsin arzularına teslim olmadığı müddetçe, iç huzuru yakalaması daha kolay olur.
Son olarak iç huzura vesile olan bir diğer durum ise duanın olduğu görülmektedir. Dua, kişinin gönlünü darlık, sıkıntı, bunalım ve gerginlikten kurtararak, yatışması ve psikolojik rahatlamasına sebep olmaktadır. Duadaki asıl gaye ise kişinin Rabbine yakınlaşma arzusudur. Bu arzuya ulaşabilmek için de Allah’a muhtaç olduğunu ifade ederek, onu anmasıdır. Bu sayede hissedilen hafifleme ve güçlü duygularla kişi kendisini daha mutlu ve huzurlu hisseder. Netice olarak ifade edilen sebeplerin her biri psikolojik olarak, kişinin rahatlamasına ve gönlünün inşirâh bulmasına vesile olmaktadır.