Kültürümüzde hemen her insanın başından geçmiş, asırlık tecrübelerin özeti olan ve çoğu zaman aslında bir ayet-i kerimenin veya hadis-i şerifin ifade ettiği anlamlara karşılık gelen, çok değerli atasözlerimiz vardır. Mesela “Yarım hekim candan, yarım hoca dinden eder.” atasözü bu çok kıymetli sözlerden birisidir. Özellikle sağlığımız konusunda gayet iyi bildiğimiz bir meseledir ki, mesleğinde uzmanlaşmamış, hastalıkları teşhis ve tedavi konusunda bilgi ve tecrübesi yetersiz bir doktor, insanın hayatına mal olabilecek çok büyük yanlışlar veya hatalar yapabilir. Nitekim başımızdan geçmiş veya medyaya düşmüş bu türden ağır mağduriyetlere sıklıkla şahit olabiliyoruz. Düşününce aslında cinayetten hiçbir farkı olmayan bu türden bir mağduriyeti yaşamak telafisi mümkün olmayan ne kadar acı bir şeydir. Çünkü her insanın bu dünyaya bir kere gelme şansı vardır ve dolayısıyla bu kişi için bu imkânın kasten veya hataen elinden alınmasından daha büyük bir belası veya felaketi olamaz. Zira böyle büyük bir hata, ihmal veya yanlışın dünyalık açısından maddi bir karşılığı olmadığı gibi yukarıda ifade ettiğimiz gibi tekrarı ve telafisi de yoktur. Bu nedenledir ki, aklıselim sahibi kişiler, sağlığından ciddi rahatsızlığı varsa konusunda uzman olan en iyi doktorları ararlar...
Peki bu örnekten hareketle, gerçekten bir Müslüman inancına sahipsek, bu dünya hayatındaki kısacık bir ömrü korumak için gösterdiğimiz hassasiyeti, ahiretin sonsuz olan yaşamı içinde hesap etmemiz, hatta bu konuda daha özenli olmamız gerekmez mi?
İşte bu soruya en doğru cevabı bulmak istiyorsak bu konuda bize rehberlik yapacak olan Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) ve sahabenin örnek hayatlarıdır. Bu hayatları incelersek görürüz ki, onlar dünya hayatını ahireti kazanmak için bir çalışma yeri olarak görmüş, bu yüksek bilinçle daha çok ahiret hayatına rağbet edip daha çok ona çalışmışlardır…
Bu sohbet dünyayı terk etmek anlamına gelmemelidir, zira bu yanlışın acısını İslam âlemi olarak bugün Gazze’de, Doğu Türkistan’da, ezilen tüm coğrafyalarda insanlara yardım edememe acizliğimizi görerek çok derinden yaşıyoruz. Zengin olmalı, her yönden ehli küfürden güçlü olmalı, teknikte bilimde, savunma sanayiinde en ilerde olmalıyız. Ama dünya hayatı bütünüyle her zaman bir araç, ahiret hayatını kazanmak ise amacımız olmalı, bu anlayış hiç bir zaman değişmemelidir, işte incelik buradadır.
Yukarıdaki atasözü örneğinden devam edecek olursak, yarım hekimi anladık, peki yarım hoca, yarım âlim kime denir?
Öncelikle dini bilgisi eksik olana veya ehl-i sünnet çizgisinden ayrılıp bid’at olan yollara sapanlara ki günümüzde bunlardan bir hayli var. Halkın içine girip de yüz yüze konuşmaya cesaret edemeyecekleri sapıklık ve saçmalıklarını sosyal medya aracılığı ile saf zihinlere saçan, dini bilgisi eksik olsa da dine sevgisi ve saygısı büyük olan kitleleri süslü cümlelerle kandıran, bu türden âlim bozuntuları çok fazla. Özellikle günümüzde hadis-i şeriflere savaş açmış olan Kur’ancılara bu konuda çok dikkat etmeli. Ehl-i sünnetin Kur’an’la bir derdi varmış gibi gösterip insanları aldatarak, ellerine Kur’an’ı Kerim’i alıp, sadece Kur’an, Kur’an diyerek Hz. Peygamber’i (s.a.v), O’nun sünnet ve hadislerini saf dışı bırakıp, ümmeti büyük bir karmaşanın içine atmak istiyorlar. İşte Müslümanların at izinin it izine iyice karıştığı bu ahir zamanda zehrini balla karıştırıp satmaya çalışan bu türden din düşmanlarından çok sakınması gerekiyor.
İkinci olarak da inanç itibariyle ehl-i sünnet olmakla beraber, ihlas ve samimiyetten uzak âlimler tehlikeli. Günümüzde bilgiye ulaşmak ve bilgilenmek çok zor değil ama ihlas sahibi olmak, güzel ahlaklı olmak çok zor. İhlasını ve güzel ahlakını kaybeden bir âlim ise, dini bilgisini yaşayan birisi olmaktan çıkıp onu kullanan, ondan nefsi adına nemalanan birisi pozisyonuna geçiyor ki bu durum, o âlim kişi için nefsinin tabiatından dolayı kaçabilmesi mümkün olmayan kesin bir sonuç. İşte böyle heva ve hevesinin tehlikesinden emin olamamış, onu bir şey sanan saf insanların dini duygularını egosu, makamı, siyaseti, maddi kazancı için kullanan âlimler, günümüzde en büyük tehlike, zira düşmanın en sinsisi ve içimizde olanı… Bu kişilerin sarıklı, sakallı, cübbeli olması, şeyh unvanı taşıması veya ilahiyattan mezun olmuş profesör, doçent, doktor gibi etiketler taşıması onları temize çıkarmıyor. Hatta bu unvan ve şekilleri insanları aldatıyor, bazı insanlar bunların etiketine veya şekline aldanıp balığın yemi yuttuğu gibi bu kişilerden gelen zararlı bilgileri yutuyor.
Efendimiz (s.a.v.) bir hadis-i şerifte şöyle buyuruyor: “Ümmetim, kötü âlimler, cahil âbidler yüzünden helâk olur. Kötülerin en kötüsü kötü âlimlerdir. İyilerin en iyisi de iyi âlimlerdir.” (Darimi)
Efendimiz (s.a.v.) yine bir başka hadisinde ise şöyle buyurmuştur: “Kıyamette bir din görevlisi getirilip Cehenneme atılır. Cehennemdeki tanıdıkları ona, “Sen dünyada dinin emirlerini bildirirdin. Niçin bu azaba düştün?” derler. O da, “İnsanlara, günahtır, yapmayın.” der, kendim yapardım. “Yapın” dediklerimi de yapmazdım. Bunun cezasını çekiyorum” der.” (Buhari)
Hocasız, âlimsiz de din yaşanmıyor, çünkü bunların iyi ve faydalı olanlarının toplum içinde olmazsa olmaz yerleri var ki bunla ilgili Efendimizin (s.a.v.) hadisleri de çok fazla:
“Âlimler Peygamberlerin vârisidir.” (Ebu Davud, İbni Mace, Tirmizi), “Âlimlere uyun! Onlar, dünya ve ahiretin ışıklarıdır.” (Deylemi) “Âlimler olmasaydı, insanlar helak olurdu.” (İ. Maverdi), “Bilmediklerinizi salih âlimlerden sorup öğrenin!” (Taberani)
O halde Müslüman’a bu konuda daha bilgili ve daha bilinçli olmak düşüyor. Peki gerçek bir âlimle sahtesini ayırmayı nasıl yapacağız? Bunun için en kolay ve anlaşılır ölçü, dini konularda bilgisi, ihlası, samimiyeti, şefkat ve merhameti, keşfi ve feraseti ve anlattıklarını yaşaması gibi gerçek bir İslam âliminde olması gereken değerlerin o kişide olup olmadığına bakacağız. Yani bilgiden önce illa güzel ahlak, ihlas, samimiyet diyeceğiz.
Bu çok mühim konu ile alakalı olarak kıymetli büyüğümüz Şenel İlhan Beyefendi’nin her zamanki gibi sosyal medya aracılığı ile sevenler için yaptığı paylaşımları son derece önemli ve ışık tutucu.
Değerli okurlarımızı faydalanmak duası ile bu paylaşımlardan ikisi ile baş başa bırakıyorum...
“Biz ailecek; ilme, âlime, çok değer veren, onlara karşı çok saygılı ve edepte kusur etmeyen bir kültür ile yetiştik…
Hatta benim rahmetli babam kendisi ehl-i beyt ve Seyyid olduğu halde, mahallemizin küçük camisi ve onun namaz kıldıran imamına bile, sanki İmam-ı Azam’mış gibi aşırı saygılı ve edepli davranırdı… Belki çok takvalı biri değildi ama hacıya, hocaya, hafıza, kâri’ye ve hele âlim ve evliyaya çok saygılı, edepli ve hep ilgiliydi…
Zaten Osmanlı arşiv belgeli soyumuzun neredeyse tamamına yakını mürşid-i kâmiller, âlimler, veliler, hafızlar ve her alanda kendini İslam’a ve Allah’a adamış mücahitlerle dolu olduğu orta yerde ve bilinen bir aileyiz… Elhamdülillah…
İşte sırf bu sebepten gerçek âlim ve ilim ehlinin kıymetini bilmemiz kadar, sahte ve sahtekârlarına da, bir o kadar nefret ve sırf dini gayretimiz gereği de Allah için buğz ve öfke ile dolu doluyuz! Elhamdülillah…
Bana göre insanların en iyileri âlimler ve yine insanların en kötüsü de, yine âlimlerdir… Daha açığı: Zamanımızda ezici çoğunluğu kötülerden olan ve ilmi ile amel etmeyen ahlaksız âlimler; en mide bulandıran ve insanı en tiksindiren, en aşağılık, ehl-i nar yaratıklardır!.. Onlarla oldum olası aynı mekânda durmayı hiçbir zaman başaramadım…
Durmak zorunda olduğum zamanlarda ise, vukuatsız o mekânlardan asla çıkamadım…
Yanında kimler var, kaç kişiler veya nerede ve hangi mecliste olduklarına zerre önem vermeden hep ağızlarının payını verdim ve kapı dışarı ederek, yani kovarak uzaklaştırdım…
Beni yakından tanıyanlar çok iyi bilir ve şahittir ki, bu ömrüm boyunca hep böyle oldu ve galiba ben istemesem bile bundan sonrada, yine hep böyle olacak.
Neden?
Şimdi bir adam düşünün, nefs-i emmarenin bütün negatif özellikleri onda… Kibir en doğal hali… Ucub, riya, haset, korkaklık, cimrilik, hele yalan, illa yalan binbir tevil ve tevriye ile uzmanlık alanı… Fakat yine de bu adam büyük bir İslam âlimi veya hoca molla ve şeyh falan biliniyor…
Üstelik nefsinin her pisliğini, ilmi ile temizleyeceği yerde, yine aynı ilmi ile örtüp, en şeytani tevillerle kendini temize çıkarıyor… Evet işte, Allah için öfkemin ve kusacak kadar iğrenmemin ve iftihar ettiğim nefretimin yegane nedeni, sadece bu!!”
“Bir mürşitle veya Allah dostu diye tanıtılan bir şahısla karşılaştığınız zaman yapmanız gereken en önemli şey, edebinizi bozmadan aklınızı ve ilminizi sonuna kadar kullanmak ve sonra da yine aklınızla aklınızı bırakıp tam teslim olarak bağlanmak…
Ancak, aklı doğru dürüst kullanmadan, sırf Allah dostu diye biliniyor diye araştırmadan, ilmine, ahlakına, kültürüne bakmadan teslim olmak, hem akla hem insan onuruna yakışmadığı gibi hem de kendini ve ahiretini büyük bir tehlikeye atmak olacaktır…
Birinin Allah dostu olduğunu kabul etmek öyle delilsiz propaganda türü zırvalarla olacak şey değildir… Hele Allah dostu diye bağlanıp sonra da, iblisin en has askeri olabilecek gibi bir pozisyonda duran ve hakkında bilgi edinilmesi güç bir şahsiyetin, tamamen metafizik ve test edilemeyen, aklı aşan ve asla masaya yatırılamayan dünyalarını ve varsa makamlarını, gözü kapalı bir şekilde kabul etmek, aklı başında bir insana ve hele hele bir Müslüman’a asla ve kat’a yakışmaz…
O halde ne yapmalıyız? Nasıl etmeliyiz de yanlış ellere düşmeden bir Allah dostuna “bende” olmalıyız denirse: İlk önce hiç acele etmeden sabırla, kendimize araştırmak için zaman vererek söz konusu mürşidin aklına, kültürüne, ahlakına iyice bakmalı ve sonra da tamamen subjektif ve test edilemez gibi görünse de, aslında, tasavvuf geleneğinde herkesin kabul ettiği ve bir mürşitte olması gereken ve elmanın tadı gibi somut hissedilen, birçok olağanüstü hallerin varlığı, hem zaruri hem de kerametten farklı ama ondan üstün; feraset, kalbe gelen oluk oluk feyz, türül türül kokan manevi kokular (nisbet) manevi güzellik salonuna girmiş gibi kör gözlerin bile göreceği kadar somut nurlanma ve apaçık güzelleşmeler ve benzer daha neler neler görülmesi olmazsa olmazdır ve olmaması ise tamamen karşı delil hükmündedir…
Bir de şu var ki: Bağlanılmak istenen Mehdilik taslayan bir zevatsa, işte o zaman, bu anlatılanlar rahatça binle çarpılmalı ve yine de bu heriflere asla ve asla çarpılmamalıdır…”