“Nefsin her türlü pisliği yapabileceğini kabul etmekle” başlar kadim irfan. İnsanlık tarihinde bireysel kötülüklerin ötesinde toplu gelen bela ve afetlerin veriliş nedenleri, adaletsizlik ve toplu katliamlar en az insan sayısı kadar kötülüğün de tescilidir adeta. Her insanda bu potansiyelin oluşu ise her bireyde bu gerçeğin tescilidir. Bu, günümüz için de böyledir. Modern zamanlara ait kötülüklerin geçmiş devirlerden daha az kaliteli (!) olduğunu bu devirde yaşayan hiç kimse iddia edemez.
Bu kadim kabulden sonra “Ben başkayım, nefsim başka.” demekle de mücadele insanının asıl tefekkürü başlar. Aksi halde içimizdeki iyilik düşüncesine kapı aralayamaz ve anlamlandıramazdık. Tüm iyilik hallerimize rağmen kötülüğe râm olduğumuz her düşünce de iyilik potansiyeli taşıyan her insan için gayr-i ihtiyari “Ben başkayım, nefsim başka.” dedirtir insana. Çünkü iyiliğe olan meyli de aşikârdır insanın.
Kendisiyle nefsi arasına bir mesafe koymak… Günümüzde ahlaki arayışlara cevap verebilmek açısından olmazsa olmaz yaklaşım bununla başlamak zorundadır. Aksi halde insanın, kendini kötülerin kötüsü ilan etmesi ve buna inanması kaçınılmaz görünüyor. Çünkü bu konuda elinde yani içinde, iç dünyasında yeterli sermayeye sahip… Hissettiği ama her zaman fiiliyata dökmediği bir yapısı da var.
Nefsin her türlü pisliği yapabileceğini kabul etmenin ardından -ki bu herhangi düzeyde bir yakîni dahi gerektirmez, sadece doğru olduğu için dahi kabulü esastır- nefsi tanımak ise ayrı bir cehdi gerektirir ve ulaşılabilecek en kaliteli sonuçtur.
Lakin nefsi herhangi bir yakîn ile tanımadan önce “içinden geçenleri kendisi zannetmemek” sıradaki en önemli düstur… İlk tespitle aynı gibi görünse de yani “ben başkayım, nefsim başka” düşüncesiyle, aslında ikisi bir değil… Çünkü birincide insan, içinden geçenlere anlam veremeyebilir. Ama içinden geçenleri bizzat kendine mâl etmesi, hedef tahtasına sürekli kendini koyması anlamına gelir ki asıl tehlike budur. O nedenle insana dair bazı bilgiler etraflıca üzerinde durmayı gerektiriyor. Üstelik insanı tanımlamak adına geçmişin bütün birikimi, bugün bu bilgileri gayeci bir mantıkla nasıl değerlendireceğimiz ya da sorgulayacağımız konusunda kilitlenmektedir. Çünkü çağın insanını tanımadan, bu bilgilerin kullanımı “havada kalmakta” ve adeta berhava olmaktadır. “Soru sormak aklın dindarlığıdır.” der Heiddeger. Bugün doğru sorular sormanın en elzem konu olduğu çok açık.
Yukarıdaki tespitlerden sonra, “pisliğin üzerini örtmemek” ve temizlenme cehdi ise asıl marifet. Beyhude yakınmaların önüne geçmek için bu da kaçınılmaz görünüyor. Aksi halde mesafe alınamıyor. Nefis terbiyesi ile ilgili bütün düşünsel metaforlar sadece insanı “Bak, senin de nefsin var.” demeye ya da “Evet, benim de nefsim var ve ben nefsime istemeden de olsa uyabilirim.” kabulüne yöneltse de, yani böyle bir kabule yarasa da, bu bilgi, tek başına insanı harekete geçirmeye yetmiyor. “Pisliği temizlemek” ise doğru hareketin ta kendisi… Pislikten rahatsız olmak insanı harekete geçiren en kutsal, insanı insan yapan en güçlü duygu. İnsanın, insan ruhunun asıl mayası bu… Kötülüğü kendine yakıştıramaması… Ki buna da “müsbet benlik” ya da “izzet-i nefs” deniyor.
Bir şeyi anlaşılması gerektiği gibi anlayamamak; yerine göre kibir, haset vs. hastalıkların bizdeki köklü varlığı nedeniyledir. Bunlardan kurtulmak feraset sahibi olmayı doğurur. Zaten aradaki fark feraset farkıdır. Çünkü bir gerçeği hakkıyla görmeye kuşatmaya engel, kalpte bazı hastalıkların varlığıdır. O nedenle insanda zihin sıçraması gibi değişiklikler nefsi tanıma ayrıcalığı üzerinden söz konusu edilegelmiştir. Dünya-ahiret gerçeği üzerinden düşünüldüğünde bu kaçınılmaz olarak böyledir. Dünyevi işlere kafasının iyi çalışması insanın dünyevi potansiyeline dair bir karine teşkil etse de ahireti ihmal etmesi çok büyük bir kafasızlıktır.
Bazı ezberler, işaret ettiği hakikat üzerinden muhkem bir değer ifade etse de günümüz insanının iç dünyasına nüfuz edebilme hususunda daha farklı fikrî mesaileri ön plana çıkarmak bugün kaçınılmaz görünmektedir. İnsanı tanıma ya da tanımlama adına bu çaba gerçekten hafife alınamayacak ve derinlikli bir çaba olmak zorundadır. Burada insana hitap eden en önemli faktör, örnek rol model görme ihtiyacıdır. Çünkü benlik algımızı etkileyen her şey, güçlü çeldiriciler olarak bugün karşımızda durmaktadır. Bu engelleri aşmak, örnek bir rol model olmadan hiç de kolay olmasa gerek… Hatta insan nefsinin herhangi bir andaki durumu, o anki psikolojisiyle yakından alakalıdır ve anlık değerlendirmelerini alabildiğine etkiler. Ahlaka dair bazı güzel özelliklerin sıfatlaşmamış olması bunu kaçınılmaz kılar. Anlık hata kaçınılmazdır… Çünkü her nefis hastalığı bir davranışla, her zafiyet bir duyguyla beraberdir. Sessizlik yani sessiz kalmak, nötr olmak, hareketsiz durmak dahi bu gerçeği değiştiremez. Biz bunu ahlaken bazen tevekkülsüzlük, bazen cimrilik, bazen müsriflik, bazen kibir, bazen hased, bazen de riya olarak ortaya koyar ya da sergileriz. Hatta öyle ki, huy halini almış kötü davranışlarımızla kendimize bir paradigmalar dünyası dahi kurar, kendimizce bize ait bir “ben” kurgularız. O nedenle de tabii olarak çevremizdeki insanlar bizi göründüğümüz şekliyle algılarlar. Yani bu konu çok barizdir.
Nefsimizin herhangi bir andaki durumu o anki psikolojimizle yakından ilgilidir demiştik. Anlık psikolojiler ise hiç de zannedildiği gibi anlık değildir. Hepsi de insanı, dışarıdan görüldüğü ya da tanımlandığı şekliyle şekillenene kadar belli süreçlerde insanı yapılandırarak gelen olayların, eylemlerin, düşüncelerin, duyguların sonucudur. Böyle düşünüldüğünde insandaki duruş ya da davranışların çok köklü temelleri olduğu anlaşılır. Hepsi de bir “süreç” meselesidir. Böyle bakıldığında ise “değişim” hiç de kolay olmayacaktır. Yani tüm yetişme ve davranış bozukluklarıyla ve iç dünyasının tefsire muhtaç haliyle insan alabildiğine hasta bir varlıktır. Kendine karşı samimi olmayan insanlarda bu, nevrotik bir eda içinde sırıtır ve sırıtmak zorundadır.
Burada önemli olan, insanın da tüm bu olup bitenlerin bir şekilde farkında oluşudur. Ama bu, insanı iyiliğe dair harekete geçirmek şöyle dursun, kendine dair yapılandırılmış ahlaki süreçlerin etkisiyle, zihninde kendine kılıf edineceği bir kısım bilgi kırıntıları da varsa, “Ne yapayım, ben böyleyim.” ya da hatta astrolojik bir kılıfla “Benim burcum böyle.” dahi diyebilir, dedirtebilir. “Pisliğin üzerini örtmek” dediğimiz işte tam da budur. Ve bu tavrın bin bir türlü şekli vardır. Herkesin imtihan şartlarının farklı oluşunu kaçınılmaz kılan bu durum, insanın kendini tanıma eyleminde fark edilmiş pencerelerden biridir de diyebiliriz. İnsanoğlu “burcum böyle”, “harcım böyle” diyerek bu vesileyle kendi hamuruna yeni pislikler katmaya ve karmaya devam eder.
İnsan aslında “benim” diyerek sahiplendiği her şeyde ona olan aidiyetini de dillendirmiş olur, sadece onu sahiplenmeyi değil… “Benim aklım” “benim dinim” “benim nefsim” gibi… Çünkü kendisi de ondan bir parçadır. Hem o vardır hem “ben” dediği kendisi… Bütün söylemleri “ben” dediği “kendisine” bir yer açmak, oradaki varlığını dillendirmek içindir. İşte o “ben”i, olmak istediği kendisidir aynı zamanda… İnsan hem kendi içinde hem kendi dışında “niyet” denen tarafgirlikle hayata damgasını vurur varlık olarak. Yunus’un “Bir ben vardır bende, benden içeru” demesini böyle anlamakta bir sakınca olmasa gerek… Niyetiyle insan hem kendine hem çevresine her konuda “onay” verir. Onayladığı şeylerle “varlık” bulur. Kendini, olmak istediği “ben”iyle ortaya koyar. Ama bu durum, insanın kendi içindeki çatışmalarına engel olmadığı gibi, varlıkla ve hayatla olan ilişkilerinde gayri ihtiyari bir “nesne” ilişkisine girmesini kaçınılmaz kılar. Çünkü aklı, kalbi ve nefsi, insana kendi iradesi dışında verilmiş imtihan unsuru, imtihanı destekleyici, insanı insan kılan keyfiyetlerdir.
Bazı büyüklerin söylediği aforizmalar düşünce konforumuza büyük katkılar sağlıyor. “Halde kalan yolda kalır.” “Erteleyen helak olur.” “Daha sonrayı halleden her şeyi halleder.” gibi kararlılık ve usul cümleleri neyi nasıl yapacağımız hususunda düşünceye kapı aralıyor. “Önce refik, sonra tarik” gibi.
İnsanın manevi doğumunu, salih bir insanla yol arkadaşlığına bağlar büyükler. Dikkatini çekmek gibi… Ona bir şeyler hatırlatmak, yolda yalnız kalmamak adına… Hedef bellidir… Allah’ın rızası… Kemale ermek… Aklı doğru kullanmak… Neyi nasıl yapacağı hususunda Kur’ân’ın ve Sünnet’in bilgisini vermek... Edep ve usul üzere yol almak… Gayret kemerini kuşanmak… Azmetmek, cehdetmek, bilmeden bulmadan olmamak… “Bil, bul, ol” demiş büyükler… Seyyid Şerif Cürcânî bu konuda çok güzel örneklerden sadece biridir. Üstün ilmine rağmen Seyyid Şerîf Cürcânî, ilimdeki çok yüksek derecesine rağmen, asıl kemâlâta, Alâüddîn-i Attâr Hazretleri’nin sohbetinde bulunduktan sonra, ondan feyz alarak kavuşmuştur. Bu halini bizzat şöyle ifade etmiştir: “Hocam Alâüddîn-i Attâr’ın sohbetine kavuşunca Rabbimi tanıyabildim.” (İslam Alimleri Ansiklopedisi) Sonraki asırlarda yetişen âlimler, onun talebelerinden ilim almakla iftihar etmişlerdir. Nitekim kendisinin tasavvuf tanımı şöyledir: “Tasavvuf: Hepsi çalışmak ve ciddiyet olan bir yoldur. Denilir ki tasavvuf; beşeri sıfatları sakinleştirmek, nefsanî davalardan uzaklaşmak. Resulullah’a (sav) uymaktır.” Günümüzde böyle büyükleri görmek maalesef çok zordur. Onların ilim yolundaki muhteşem çabaları, Allah’a olan aşkları, Resulullah’a olan sevgileri denebilir ki emsalsizdir. Yine de günümüzde Allah (c.c.) kendi yolunda ciddi bir gayret ve sağlam bir niyetle hareket edene vereceğini verir. Anlaşılan o ki bu işin sırrı “ihlas”tır. Tıpatıp aynı şeyleri yapamasak da aynı güzelliklerin kapısını aralayabiliriz. Herkesin anonim kafa karışıklığından nasibini aldığı günümüzde doğru sorulara doğru cevaplar vermek ve sadık ve müstakîm yolların açılması mümkündür. Peygamber Efendimiz’den (sav) gelen haberler bize bunu müjdelemektedir. Özellikle günümüzde, yazının başında söz konusu edilen düşünme biçimi olmadan günümüzün psikolojik çeldiricilerinden, engellerinden kurtulmak mümkün görünmüyor. Engin yaşantısı, muhkem duruşu, abidevî ihlasıyla, bizlere bu konuda yol aldırıcı bir yapıyı bizzat yaşayarak gösteren Şenel İlhan Beyefendi'ye ne kadar teşekkür etsek azdır. “Kitap yazmak değil adam yazmak” tabiri onun için kullanılmaktadır… Bizim gibi öğrenciler için daha fazlasını söyleyebilmek zaten mümkün değil… Ama yolda öğrenci olmak her şeyden daha güzel… Allah (c.c.), yolunda mücadele ve mücahede edenlere yollarını açacağını vaad ediyor ve Allah’ın va’di ise hiç şüphesiz haktır… Asıl dayanağımız hiç şüphesiz O’dur. Bu düşünce bugün tek tutunacağımız dal, ana yol, doğru görüştür vesselam… Asıl tefekkür ve icraat alanı da budur…