Gönül Seferi / Dr. Adem Ergül

Sevgi bağı her şeyin temelidir.

Kur’an-ı Kerîm’i Allah’ın bize gönderdiği özel bir mesaj gibi dikkatli bir şekilde okumaya başladığımızda bazı ayetlerin sarsıcı ikazlarına şahit oluruz. Hatta zaman zaman “Sübhanallah! Sanki bu ayeti şimdiye kadar hiç okumamışım!...” dediğimiz bile olmuştur. Bu durum, İlahi kelamın daima taze kalışının tabii bir sonucu olduğu gibi, kalp âlemimizin gaflet ve uyanıklık derecesiyle de yakından ilgilidir. Zira Kur’an’ı gereği gibi anlamak, ancak sıhhatli bir kalple mümkün olabilecektir. Nitekim “Onlar Kur’an’ı düşünmüyorlar mı? Yoksa kalpleri üzerinde kilitleri mi var?” (Muhammed, 47/24) ayeti, bu gerçeğe işaret etmektedir. Binaenaleyh Muhammed Parsa -kuddise sirruh- Hazretleri’nin de ifade ettikleri gibi: “Kimin sırrı ve kalbi daha temiz ise Kur’an’ı en iyi o anlayacak ve esrar-ı ilâhiyyeden en fazla o istifade edecektir.”

Küçük kıyamet (ölüm) kopmadan salihlerden olmanın gereğine dikkat çeken şu ayetler, hepimiz için ne büyük bir uyarıcıdır:

“Ey iman edenler! Mallarınız ve evlatlarınız sizi, Allah’ı zikretmekten alıkoymasın. Her kim bunu yaparsa, işte onlar ziyana uğrayanların ta kendileridir. Herhangi birinize ölüm gelip de “Ey Rabbim! Beni yakın bir zamana kadar geciktirsen de sadaka verip iyilerden olsam!” demeden önce, size rızık olarak verdiğimiz şeylerden Allah yolunda harcayın. Allah, eceli geldiğinde hiçbir kimseyi asla ertelemez. Allah, bütün yaptıklarınızdan haberdardır.” (Münâfikûn, 63/9-11)

Meallerini verdiğimiz bu ayetlerde üzerinde durulması gereken birçok mesaj varsa da biz bunlardan sadece “Rabbim bana kısa bir süre daha versen de sâlihlerden olsam!” uyarısı üzerinde durmak istiyoruz. Çoğumuz, “inşaallah bir gün kendime çeki düzen veririm” duygusuyla ömür sermayemizin eriyip gittiğini görmüş ve zaman zaman nedamet duymuşuzdur. Ancak hayatın fâniliği, geçen zamanın bir daha geriye dönmemesi ve daha da önemlisi “son nefes”e ne kadar süremizin kaldığını bilmememiz gibi hakikatler hatırlandıkça, bu düşüncenin şeytanî bir vesvese olduğu hemen anlaşılacaktır.

Kur’an-ı Kerim’in bize öğrettiği dualardan biri de “...Rabbim benim canımı Müslüman olarak al ve beni sâlihler arasına kat.” (Yusuf, 12/101) duasıdır. Bu dua önemlidir. Zira ebedî mutluluğumuz için salihlerden olmak gerekmektedir. Nitekim Kur’ân-ı Kerim, hak ve hakikate karşı bu dünyada kör olanların ahirette de kör olacaklarını bildirmektedir.

Nitekim ayet-i kerimede şöyle buyrulur:

“Kim bu dünyada kör ise (Allah’ı ve O’nun âyetlerini görmezden gelirse) âhirette de kördür ve hatta yol bulmadaki şaşkınlığı daha da beterdir.” (İsrâ, 17/72)

Mevlana -kuddise sirruh- da: “Her kim kılavuzsuz yola giderse, iki günlük yol, yüz yıllık mesafe olur.” buyurarak irfan yolculuğunda rehberin lüzumuna işaret eder.

Salihler kervanına katılmanın en emin yolu, onları sevmektir. Zira sevgi bağı her şeyin temelidir. Bir gün bir adam Nebiyy-i Ekrem -sallallahu aleyhi ve sellem- Efendimiz’e gelerek: 

“Ey Allah’ın Rasûlü! Bir topluluğu sevdiği halde onlara katılamamış kimse hakkında ne dersiniz?” diye sorunca, âlemlere rahmet olarak gönderilen şefkat peygamberi nazarlarını o kişiye çevirerek:

“Kişi sevdiği ile beraberdir.” buyurdular. 

Peygamberleri, sıddıkları, şehidleri ve salihleri sevenler için bu hadis, ne büyük bir müjdedir. Gönlünde böyle sevgiler taşıyan kimseler, hiç şüphesiz Allah’ın yüce bir nimetine nail olmuşlar demektir. Bu sebeple bir ismi de “Kerîm” olan Yüce Mevlamızdan Hz. Davud -aleyhisselam- gibi sevgi talep etmek gerekmektedir. O, Yüce Allah’a şöyle yalvarırdı:

“Allahım! Seni sevmeyi, seni seveni sevmeyi ve beni sevgine ulaştıracak ameli senden diliyorum. Rabbim senin sevgin benim için, canımdan, ehl-u iyalimden ve soğuk sudan daha sevimli olsun.” 

Salihleri sevmek, kişinin kendi kurtuluşu için büyük bir ümit kapısıdır. Ancak, âlemlere rahmet olarak gönderilen ve mi’racda bile “Ümmetim! Ümmetim” diyen bir peygambere mensup olan birisi için sadece kendini kurtarma düşüncesi ne kadar doğru olabilir? Acaba salah yolunda daha da ilerleyerek salihlere bâr (yük) olmak yerine, onların yâr ve yardımcısı olmak gerekmez mi? Mevlânâ’yı dinleyelim:

“Ey birader! Harim-i İlâhî, nihayetsiz bir dergâhtır. O dergâhta her nereye vâsıl olursan oyalanma, Allah rızası için ileri git.”

“Hangi makamda olursa olsun, kendisini sofraya vasıl olmamış ve nimet-i kurbiyyete ermemiş bilen kimsedeki yüksek himmetin ben kölesiyim.” 

Kıyamet günü Rasûllere ve Hak dostlarına yük olmak yerine, orada onların yanında yardımcılar olmak elbette daha güzeldir. Bu anlamda Alvarlı Efe Hazretleri’nin “Günahkâr olma; fahri âlem-i zîşânı incitme” sözü ne kadar anlamlıdır. Peygamberiyle iftihar eden bir ümmet, ya da mürşidiyle iftihar eden bir mürit olmaktan çok, onların kendisiyle mesrur olduğu bir ümmet ve evlat olmak ne büyük bir mazhariyettir.

İbrahim Dussûkî -kuddise sirruh- der ki: “Evlatlarım arasında sevdiklerim, her an bir derece yükselenlerdir. Böyle evlatlarımızı gördüğümüzde gözlerimiz nurlanır. İşte onlardan istifade de edilir.”

Farzdan sonra en mühim ibadetin mü’min gönlünü sevindirmek olduğu düşünülürse, salah yolunda atılan her bir adımın ne büyük bir nimet olduğu anlaşılacaktır. Bu yolda sarfedilen çabaların, zamanla kişiyi Hak dostları kervanına katacağında şüphe yoktur. 

Hakk’a doğru yürüme azmiyle yola çıkanların ellerinden Mevlâ tutacak ve onları kendine vasıl edecektir.

Nitekim bu hakikat bir ayet-i kerîmede şöyle ifade edilir:

“Bizim uğrumuzda cihad edenler var ya, biz onları mutlaka yollarımıza ileteceğiz. Şüphesiz Allah, mutlaka iyilik yapanlarla beraberdir.” (Ankebût, 29/69)

Salihleri dost edineceğini bildiren Yüce Rabbimiz, kendi dostlarının vasıflarını da şöyle beyan etmiştir: “Onlar iman etmiş ve Allah’a karşı gelmekten sakınmış olanlardır.” (Yunus, 10/63). Bir diğer ayet-i kerîmede de aynı gerçek şöyle vurgulanır: “İman edip de salih amel işleyenler var ya, biz onları mutlaka salihler (iyiler) arasına sokacağız.” (Ankebût, 29/9)

Salihler kervanına katılmak niyetiyle çıktığımız bu gönül seferimizde Mevlâ muinimiz olsun ve yolculuğumuzu kolay getirsin...(Âmin!)

Parlak Bir Gelecek İçin

“Bilsin ki insan için kendi çalışmasından başka bir şey yoktur.” (Necm, 53/39)

İbn Atâullah el-Îskenderî -kuddise sirruh- “el-Hikem” isimli hikmetler mecmuasında yer alan bir hikmetinde der ki:

“Yanıp tutuşan, bir başlangıcı olmayanın, parlak bir geleceği (nihayeti) de olmaz.”

Yani kemâl yolunda (seyr u sülük), ilim yolunda veya herhangi bir iş hayatının başlangıcında, ciddi bir gayrete soyunmayan, zor ve ağır şartlara tahammül etmeyen bir kimse, aydınlık bir yarına kavuşamayacak demektir. Zira bir imtihan vesilesi olarak karşılıksız ikram edilen “fazl-ı İlahi” dışında, “Bilsin ki insan için kendi çalışmasından başka bir şey yoktur.” (Necm, 53/39) İbret nazarıyla bakılırsa bugünün niyet ve amellerinin, yarınlara bir tohum olduğu açıkça müşahede edilecektir.

İnsan ömrünün gençlik yılları da, kemâl yaşlarında meyveleri devşirilecek tohumların atıldığı bereketli mevsimlerdir. Bugün belli başlı başarılara imza atmış kişilere bakılacak olursa, onların gençlik dönemlerini boşa harcayanlar değil, gece gündüz çalışıp çabalayanlar olduğu görülür. Ümmî ve fakat arif bir zat olan ve daha çok “Konyalı Sarı Emmi” lakabıyla meşhur olmuş Mehmet Alkan Efendi’nin ifadesiyle: “Harıl harıl çalışanlarla, yorganı başına çekip horul horul uyuyanlar, hiçbir zaman aynı olmayacaklardır.”

Tarihin tecrübe arşivinde zaman ve mekân üstü cihanşümul bir gerçek şudur ki; İlmi, mesleki, ahlaki terakki ve şahsiyetin bir kanaviçe titizliğinde dokunup tezyin edilmesi, en güzel bir şekilde gençlik yıllarında gerçekleştirilebilir. Mesleğinde ehil olmayan, din, edebiyat ve tarih sahalarında bir kültüre sahip bulunmayan, içinde yaşadığı dünyayı tanımayan, kişiliğini güzel hâl, karakter ve becerilerle tezyin etmeyen bir kişi, hangi işte başarılı olabilir, toplumda nasıl bir saygı uyandırabilir ki? Böyle bir kimseye herhangi bir sorumluluk ve vazife emanet etmek nasıl düşünülebilir ki?

Bu gerçekler göz ardı edilir ve bereketli gençlik yılları oyun ve eğlenceyle heba edilirse, Allah Teâlâ’nın verdiği kabiliyetlere ve kıymetli bir zamana ihanet edilmiş olacağından, o kişi daha dünyada iken zillet ve meskenet zindanına kendini hapsetmiş olacaktır. İleriki yaşlarda sızlanarak “keşke” ya da “âh-vâh” demesinin hiçbir anlamı da olmayacaktır.

Bu itibarla, gençlik yıllarında, şahsiyetimizi dokuyacak bilgi, karakter ve becerileri kazanma uğruna her türlü zorluğu göğüsleyecek bir azme ve sabr-ı cemile ihtiyacımız vardır. Yanmadan, pişmeden bir “kemal=olgunluk” gösterisinde bulunmak, kendimizi aldatmaktır. Belki “Çin Bambu Ağacı” gibi bir müddet toprağın altında derinleşmek, aydınlık ve kararlı bir gelecek için daha doğru bir yoldur.

Anlatıldığına göre “Çin Bambu Ağacı” tohum olarak ekildikten sonra tam dört yıl boyunca, çiçek soğanından gelen küçük bir parça dışında toprağın üstünde hiçbir şey görünmemektedir. Bu müddet içerisinde gelişen her şey, toprak altında olmaktadır. Lifli kök yapısı, derin ve geniş bir şekilde toprağa yayılmaktadır. Ancak daha sonra beşinci yılda bu tohumdan 25 metreye kadar uzayan bir ağaç ortaya çıkabilmektedir.

Tarihin dev şahsiyetlerinin hayatına baktığımız zaman, onların gençlik yıllarındaki çabalarına ve hatta uykusuz geçen gecelerine şahit oluruz. Bir çağı kapatıp yeni bir çağ açan ve Fahr-i Kâinat -sallallâhu aleyhi ve sellem- Efendimiz’in yüce iltifatına mazhar olan haşmetli Hünkâr Fatih Sultan Mehmed Han bunlardan biridir. Onun gençlik yıllarına ait anlatılan şu hatırası ne güzel bir ibret levhasıdır:

Bir defasında hocası Molla Gürânî, Şehzade Mehmed’in, gece yarısı olduğu halde odasının ışığının yandığını görür. Merak eder ve yanına girer:

“Şehzadem hala niçin uyumadın?” der. Şehzâde Mehmed:

“Hocam, mütalaa ediyordum...” karşılığını verir. Hocası sorar:

“Hangi dersi mütalaa ediyordun evladım?”

Fatih cevap vermeyip susar. Hocası, çalıştığı dersi merak edip masa üzerindeki yığınla evrakı karıştırır. Hepsi İstanbul’un müstakbel fetih projeleridir.

“Bunlar nedir evlâdım?” deyince Fatih, içinde gizlediği sırrı açıklamak zorunda kalır:

“Hocam! Sır olarak kalması şartıyla, nice zamandır uykusuz kalıp da yaptığım çalışmaların ne olduğunu söyleyebilirim.” der.

Hocasının mütebessim bir çehre ile başını salladığını görünce de şöyle devam eder:

“Hocam! Bu iş nicedir içimi yakıp kavurmaktadır. Düşünüyorum ki, ta sahabe-i kiramdan beri defalarca muhasara edilen ve mübarek ashabın kanları ile sulanmış bulunan şu Kostantiniyye şehri niçin fethedilemiyor? O beldeyi fethetmenin yolu nedir? İşte bu yüzden uykularım kaçıyor, sabahlara kadar planlar yapıyorum...”

Fatih gibi tarihe yön vermiş daha nice kahramanların hayat hikâyelerinde benzer sahnelere rastlamak mümkündür.

İşte bu şekilde bir heyecan ve azimle, başta kendi gönlü olmak üzere, gönüller fethetmeye ve Hakk’a vuslata vesile olacak ciddi bir gönül seferine ihtiyaç vardır.

Azıksız Çıkma Yola

Hakka doğru olan kudsi yolculuklar hem azık hem de rehber ve refik (yol arkadaşı) ister.

“Elest bezmi”nden ebediyete doğru uzun bir yolculuğa çıkan insanoğlu, esasen bir ebediyet seyyahıdır. “Yolcu” olma vasfı, onun ayrılmaz bir parçasıdır. İkamet gibi görünen zaman dilimleri, hakikatte bir ağaç altında kısa bir mola vermekten ibarettir. Bu fâni âlemde kimi Mevlâ’ya, kimi de kendi Leylâ’sına doğru bir yolculuğa niyetlenmiştir. Niyet ne olursa olsun, nihayette bütün yolcuların son menzili, Âlemlerin Rabbi olacaktır.

Yolculuk ister kısa, isterse uzun olsun, mutlaka bir hazırlık ister. Hazırlıksız çıkılan seferlerde sıkıntı ve meşakkatler kaçınılmaz olur. Hatta yol boyunca ihtiyaç hissedilecek azığın tedarik edilmemesi, gerekli tedbirlerin alınmaması yolculuğu hayati tehlikelere bile sokabilecektir.

Gündüz gecenin, gece ise bir sonraki gündüzün tohumu gibidir. Aynı şekilde çocukluk gençliğin, gençlik ihtiyarlığın bir azık hazırlama dönemidir. Bir baştan bir başa ömür de, ebedi hakikat sabahına bir hazırlanma mevsimidir. Şu sırrı unutmamak gerekir ki, dünya pazarında yapılan alışverişlerin en hesaplısı ve kârlısı, gençlik dönemlerinde yapılanıdır.

Her bir seferin hazırlığı, gidilecek yere göre değişir. Mala, mülke, ilme, başarıya, makama, fanilerin itibarına, şöhrete ve baş olmaya niyetlenilen yolculukla, Refik-ı Âlâ’ya (en yüce dosta) vuslat ümidiyle çıkılan yolculuğun hazırlığı farklıdır.

Şair Bahattin Karakoç’un konuyla ilgili şu mısraları ne güzeldir:

Bir nehir geçeceksen, önce soyunmalısın

Bir dağa çıkacaksan, soluklu olmalısın

Mademki niyetlisin, seferin kutlu ola!

Caydırmayı düşünmem ama derim ki sana

Azıksız çıkma yola...

******

Pınarın gözü ise aradığın, sendedir.

Üzengiye sağlam bas, dizgini ele dola! 

Güz bahçelerinde gazel toplama, çiçek topla,

Boşa vakit öldürme, yarına kefilin yok

Azıksız çıkma yola! ... 

Kur’an-ı Kerim’in ifadesine göre tüm insanlar, zaruri olarak Hakk’a doğru sefere çıkmış yolculardır. Kendi isteğiyle bu yolculuğa çıkma şerefine nail olanlar, İlâhi lutfa nail olmuş bahtiyarlardır. “İbrahim, şöyle dedi: Ben Rabbim’e (O’nun emrettiği yere) gideceğim. O, bana yol gösterecektir.” (Saffat, 37/99) hissiyatı içerisinde yaşayanlarla, hedefine gel geç sevdalarını koyup ona doğru akıp gidenlerin ömür kalitesi aynı değildir. Zira hayatın anlam ve kalitesi, ne için yaşadığımıza ve o uğurda neler yaptığımıza bağlı bir keyfiyettir.

Hakk’a doğru olan kudsi yolculuklar hem azık hem de rehber ve refik (yol arkadaşı) ister. Mevlânâ -kuddise sirruh-un ifadesiyle:

“Her kim kılavuzsuz yola giderse, iki günlük yol, yüz yıllık mesafe olur.

Seyr u sülükteki yol arkadaşlarının ziyaretini lazım bil, o arkadaş, ister piyâde, ister süvari olsun.

Yoldaşların, yani hakikat yolcularının gölgesi kadar, bu hevâ ve hevesi dünyada kıracak hiçbir şey yoktur.

Gönül, her yârdan bir gıda ve her ilimden bir safâ bulur.

Kalbin Allah’a vuslattan başka gıdası yoktur.”

Yüce Rabbimiz hazırlanacak azığın en hayırlısını şöyle bildirir:

“Kendinize azık edinin, şüphe yok ki azığın en iyisi takva azığıdır.” (Bakara, 2/197)

Sultânu’ş-Şuarâ Necip Fazıl Kısakürek, hayat yolculuğunda hazırlanması gereken azığa şöyle dikkat çeker:

Hasis sarraf, kendine bir başka kese diktir!

Mezarda geçer akçe neyse, onu biriktir!

Nihai yolculuk Mevlâ’ya olacağına göre O Yüce Dosta ne götürülmelidir? Yüce Rabbimiz, İbrahim -aleyhisselam-ın şahsında şöyle işaret eder:

“(İbrahim-aleyhisselam) Hani o, Rabbi’ne temiz bir kalple gelmişti.” (Saffât, 37/84)

Takva ile müzeyyen olmuş bir gönülle sefere çıkmak, eşsiz bir ilahi sanat harikası olan şu kainat müzesini bediî zevklerle seyretmenin, diğer bir ifadeyle kâinat kitabını okuya okuya Rabbe doğru vecd ve iştiyak ile yol almanın olmazsa olmaz bir şartıdır...