Rabbani terbiyenin en önemli şuur dinamiklerinden biri hiç şüphesiz muhabbet sermayesinin doğru bir şekilde kullanılmasıdır. Kişinin gönlü nereye akarsa oradan gıdalanır, onun boyasına boyanır ve hatta zamanla âdeta o olur. Bu durum yaratılışın özüne konan ilahi bir sırdır. İşte bu sebepledir ki Müslüman kişiliğin Allah’ın istediği kıvamda gelişebilmesi için Kur’ân-ı Kerim ve Hazreti Peygamberin sünnetinde bir sevgi şuuru ve hatta çerçevesi oluşturulmuştur.
Muhabbet, ehl-i irfanın tespitine göre var oluşun ilk sâikidir. Bir güzel ismi de “el-Vedûd” (çok seven ve çok sevilen anlamında ilâhi isimlerden biridir) olan yüce Rabbimiz, kendi zâtının tanınmasına muhabbet edince, mahlûkatı yaratmıştır. Bu itibarla sevginin ilk kaynağı yüce Mevlâ’mızdır. O, tüm varlığın özüne de muhabbet sermayesi lütfetmiştir. Bu sırra binâendir ki tüm kâinatta her müspet oluşumun temelinde muhabbetten bir nasip vardır.
Nerede bütünleşme, sulh u sükûn, pozitif enerji, maddi-manevi imar varsa görülür ki temelinde bir muhabbet harcı vardır. Nerede de bozulma, dağılma, negatif enerji, fesat ve imha hareketi söz konusu ise orada da muhabbetsizlik vardır.
Sevgi, ilahi terbiyenin hem başlangıç noktası hem gelişme vasıtası hem de kemâle erdirme iksiridir.
İman bu terbiyede, Rabbani mektebe kayıt şartı ise, bu şartın zemininde muhabbet vardır. Nitekim âyet-i kerimede şöyle buyrulur:
“...Allah, size imanı sevdirmiş ve onu gönüllerinize güzel göstermiş; inkârı, fasıklığı ve (İslâm’ın emirlerine) karşı çıkmayı da çirkin göstermiştir. İşte bunlar doğru yolda olanların ta kendileridir.” (Hucûrât Sûresi, 7)
İman, gönlün Hak’tan yana meyil ve muhabbetinin neticesi olarak ortaya çıkan ilahi bir ikramdır. İslâm’ın en temel rengi, Hakk’a ve hakikate tam bir teslimiyettir. Bu teslimiyet kıvamı, muhabbet zemininde gelişip büyüyen bir duygu derinliğidir. Böyle olduğu içindir ki muhabbet duygusu, ilahi terbiyenin en önemli vasıtası olarak kabul edilmiştir. Bu yönüyle bakıldığında kula lütfedilen en büyük sermayelerden biridir.
Sevgi duygusu öyle sırlı bir duygudur ki sahibini yöneldiği objeyle önce kaynaştırır, ülfet ettirir, benzeştirir ve nihâyet aynileştirir. Şahsiyetin oluşmasında bu derece tesirli olması sebebiyledir ki Rabbani terbiyenin ana kitabı Kur’ân-ı Kerim ve yegâne muallimi Resûlüllâh Efendimiz -sallallahu aleyhi ve sellem-, inananların gönlünde muhabbete dair ciddi bir şuur oluşturmuştur. Hatta denilebilir ki iç içe dairelerden oluşan bir sevgi çerçevesi oluşturulmuştur.
Söz konusu dairelerin ana merkezinde Allah muhabbeti (muhabbetullah) yer alır. Hatta bu ilk daire, diğer muhabbet halkalarının oluşmasının da bir sebebidir. Muhabbetullah yani Allah sevgisi, sıhhatli bir İslam kişiliğinin olmazsa olmaz en temel harcıdır. Tüm sevgilerin üstünde şiddetli bir sevgi olmak durumundadır.
Şahsiyetin müspet ya da menfi yönde inşasında, muhabbet iksiri, belirleyici bir etkiye sahiptir. Zira duygu ve düşüncelerin oluşması ve dolayısıyla amel ve davranışların şekillenmesi, çoğu zaman buna bağlıdır. İşte bu sebepledir ki yüce Yaratıcı, muhabbetin kıblesini yanlış yerlere yönlendirmemeleri için kullarını sürekli uyarmıştır:
“De ki: “Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, aşiretiniz, kazandığınız mallar, kesada uğramasından korktuğunuz bir ticaret ve beğendiğiniz meskenler size Allah’tan, peygamberinden ve O’nun yolunda cihattan daha sevgili ise, artık Allah’ın emri gelinceye kadar bekleyin! Allah, fasık topluluğu doğru yola erdirmez.” (Tevbe Sûresi, 24)
Ayet-i kerime, insandaki sevginin yöneldiği nesnelerin anlamsız ve gereksiz olduğunu değil, Allah ve Resûlü’nün sevgisinin önüne geçmesinin yanlışlığına işaret etmektedir. Annenin, babanın, oğulların, eşlerin, mal ve mülkün sevilmesi elbette tabiidir; ancak bunların hiçbiri Allah’tan daha çok ve Allah’a rağmen sevilmemelidir. Onların hiçbirinin isteği, Allah’ın emirlerine tercih edilmemelidir. Şayet Allah düşmanı iseler bu halleriyle sevgiyi asla hak etmedikleri de bilinmelidir.
Bu durum, sevgide sıralamanın ehemmiyetini ortaya koyması bakımından önemlidir. En büyük sevgi, Allah’a ve Resûlü’ne yönelik olmalıdır. Diğer sevgiler, bu merkez sevgiye göre konumlanabilmelidir. Yaratılanı, Yaratan hatırına sevmek, hakikatte yaratanı sevmektir. İşte sevgi, bu şekilde doğru bir şekilde yönlendirilebilirse, tabii ve fıtri sevgiler bile ulvileşir ve hatta ilahi sevgi meyanında değerlendirilebilecek bir dereceye yükselir. Mal, mülk ve dünyayı Allah için sevmek bile ulvî bir sevgi sayılır.
Sevgide merkez kıble değişirse, o zaman farklı ilahlar oluşur ve sevgideki yanlışlık, insanı muvahhid Müslüman olmaktan çıkarır, müşrik bir kişiliğe büründürür. Ayet-i kerimede bu hakikat de şöyle hatırlatılır:
“İnsanlar arasında Allah’ı bırakıp da O’na ortak koşanlar vardır. Onları, Allah’ı severcesine severler. Mü’minlerin Allah’a olan sevgisi daha güçlü bir sevgidir. Zulmedenler azaba uğrayacakları zaman bütün kuvvetin Allah’ın olduğunu ve Allah’ın azabının pek şiddetli olduğunu bir bilselerdi!” (Bakara Sûresi, 165)
Bu ayet-i kerime, sevgide yanlış yönelişin insanı zalimler safına sokacağını beyan etmektedir. Zira sevgi sermayesini yanlış yerde kullanmak hem sevgiye hem de kişinin kendisine yaptığı bir zulümdür. Yine aynı şekilde Allah’a tahsis edilecek muhabbeti başkasına yönlendirdiği için Allah’a karşı da büyük bir zulümdür.
Allah’ı sever gibi sevmekle Allah için sevmek arasında fark vardır. Biz peygamberlerimizi, âlimlerimizi, ariflerimizi ve salihleri Allah için severiz. Böyle olduğu için de bu nevi sevgiler, Allah sevgisi meyanında değerlendirilir. Zira bu sevginin temeli, onların Allah’ın resûlleri, velileri, itaatkâr ve muttaki kulları olmaları yönüyledir; yoksa kayıtsız şartsız bir sevgi değildir. Muhabbetteki bu tevhid çizgisi, hiçbir zaman unutulmamalı, Hristiyanların Hz. İsa hakkında ileri gittikleri gibi asla ilahlaştırma derecesine varmamalıdır.
Ancak âlemde nice dilberler, mal ve makam sahipleri vardır ki Allah’a rağmen bir ma’bud gibi sevilegelmişlerdir. İşte bu çeşit sevgilerin şirk olduğunda da hiçbir zaman şüphe edilmemelidir.
Sevginin yönünü tayinde küçük de olsa ufak bir açı farkı, ilk nazarda farkedilmeyen nice büyük tehlikelere sebep olabilecektir. Şu ayet-i kerime de bu hususa dikkat çeker:
“Zulmedenlere meyletmeyin. Yoksa size de ateş dokunur. Sizin Allah’tan başka dostlarınız yoktur. Sonra size yardım da edilmez.” (Hûd Sûresi, 113)
Toplulukların helâkinde ilk sebep, Allah ile olması gereken muhabbet bağının kopmasıdır, denilebilir. Zira iman, muhabbet temelli bir bağlanmanın adıdır. Hakk’a ve O’ndan gelene teslimiyeti sağlayan da işte bu muhabbettir. Böyle bir muhabbet söz konusu değilse bu gibi kimselerin yeryüzünde Hakk’ı temsil etme ve O’na şâhid olma vasıf ve liyakatleri de olmayacaktır. O zaman, onların yerine başka toplulukların ikamesi bir zaruret halini alacaktır. İşte Rabbimizin şu beyanı, bu büyük sırrı ve sünnetullahı tüm müminlere ilan etmektedir:
“Ey iman edenler! Sizden kim dininden dönerse, (bilin ki) Allah onların yerine öyle bir topluluk getirir ki, Allah onları sever, onlar da Allah’ı severler. Onlar mü’minlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı güçlü ve onurludurlar. Allah yolunda cihad ederler. (Bu yolda) hiçbir kınayıcının kınamasından da korkmazlar. İşte bu, Allah’ın bir lütfudur. Onu dilediğine verir. Allah, lütfu geniş olandır, hakkıyla bilendir.” (Mâide Sûresi, 54)
Yeryüzünde Hakk’ın şâhidi ve halifesi olma vazifesi ile yaratılan insanın, bu vazifeye liyakati, muhabbetullahta fâni olması ile gerçekleşebilecektir. Zira muhabbet, sevilenin hâlini ve vasfını sevene aktaran bir tılsımdır. Ariflerin “Allah’ın ahlâkı ile ahlaklanmak” diye ifade edegeldikleri manevi kıvam da işte böyle bir muhabbetin neticesi olsa gerektir.
Kul, farzları ve nafileleri ifa ede ede, Rabbin muhabbetine mazhar olup da Hakk’a karşı aşk derecesinde bir muhabbetle bağlanınca, sözle ifadesi neredeyse imkânsız olan bir mana ortaya çıkmaktadır. Kutsi hadiste nakledilen: “Ben kulumu sevince de O’nun gören gözü, işiten kulağı, tutan eli ve akleden kalbi olurum.” (Buhari, Rikak, 38) ilahi beyanı, işte bu yüksek hale işaret etmektedir.
Kur’ân-ı Kerim, inananların kimleri sevip kimleri sevmeyeceğini açıkça beyan etmiş, dost ve düşmanın iyi tanınması gerektiğini sık sık vurgulamıştır:
“Allah’a ve ahiret gününe iman eden hiçbir topluluğun, babaları, oğulları, kardeşleri yahut kendi soy-sopları olsalar bile, Allah’a ve peygamberine düşman olan kimselere sevgi beslediğini göremezsin. İşte Allah onların kalplerine imanı yazmış ve onları kendi katından bir ruh ile desteklemiştir. Onları, içlerinden ırmaklar akan ve içlerinde ebedî kalacakları cennetlere sokacaktır. Allah onlardan razı olmuş, onlar da Allah’tan razı olmuşlardır. İşte onlar, Allah’ın tarafında olanlardır. İyi bilin ki, Allah’ın tarafında olanlar kurtuluşa erenlerin ta kendileridir.” (Mücâdele Sûresi, 22)
Ayetin açık beyanından anlaşıldığı gibi sevgi ve muhabbet, sıradan bir duygu değil, kişiliği kimliğe dönüştüren bir şuur halidir. Bu yönüyle sevgi, seveni sevilene ait kılan ve onunla çok yönlü bir bütünlüğe ve hatta aynileşmeye vesile olan bir terbiye köprüsüdür.
Zihni ve kalbi planda Allah merkezli bir sevgi atmosferi içerisinde yaşayan ve kaynağını bu sevgiden alan amel ve davranış sergileyen kimseler, bu iklim içerisinde kısa zamanda Allah’ın murad ettiği şahsiyet kalitesine erişebileceklerdir. Ancak böyle bir sermaye yanlış yerlerde kullanılacak olursa Rabbani şahsiyet, yerini hayvani ve hatta şeytani bir kişiliğe terkedecektir. İnsaniyet cevheri zayi olacaktır. Bu sebepledir ki şeytan ve şeytanlaşmış kimseler, inananlara düşman olarak tanıtılmış ve onların asla sevilmemesi gerektiği üzerinde durulmuştur. Yine bunun gibi kâfirlerin ve Hakk’ı doğru tanımayan Yahudi, Hristiyan ve Allah’a ortaklar koşan müşriklerin dost edinilmemesi ikazı sürekli vurgulanmıştır.
Sevginin aynileştirme gücü, şiddetiyle doğru orantılıdır. Bu bakımdan ilahi sevgiyi artırma adına ilahi emir ve yasaklara büyük bir tazimle uymak ve bununla da yetinmeyip artı gayretlere soyunmak, insan-ı kâmil olmak isteyen her bir kul için açık bir zarurettir.
İşte sevginin bu erdirici ve oldurucu iksiri sebebiyledir ki arifler ve mürşidler, terbiyesi ile meşgul oldukları kimselerde öncelikli olarak bu sevgi çerağını tutuşturmaya çalışmışlardır.
Netice olarak denilebilir ki ilahi terbiye okuluna öğrenci olma bahtiyarlığına eren kimseler, gönüllerindeki muhabbet sermayelerinin kıymetini doğru takdir etmeli ve onu zayi etmemek ve hatta artırmak için büyük bir firaset ve basiretle hareket etmenin zaruretini idrak etmelidirler.