“Mâverdî’ye Göre Nübüvvetin İspatı” konulu kıymetli doktora çalışmanızda İnkârcı Akımlara Karşı Nübüvvetin İspatını ele aldığınız başlıklar çok doyurucu. Nübüvvete işaret eden deliller nasıl ele alınıyor? Konuyu bizler için biraz açar mısınız?
İnkârcı akımlara karşı nübüvvetin ispatında delil olarak kullanılan argümanlara geçmeden önce, İslam toplumunda inkâr fikrinin oluşum sürecinin izah edilmesi, konunun anlaşılmasına katkı sağlayacaktır. Hz. Peygamber’in (s.a.v.) vefatıyla başlayan süreçte evvelen devlet başkanlığı seçimi, arkasından gelen fitne hareketlerinin etkisiyle İslam toplumu birtakım sosyal kırılmalara sahne olmaya başlamıştır. Çeşitli siyasi ayrışmalar içerisine giren ümmet arasında, Cemel ve Sıffîn savaşları yaşanmıştır. Savaşın neticesinde Müslümanlar arasındaki siyasi çekişmeler, teolojik fırkalara dönüşmüştür. Fetihlerle birlikte İslam toplumunun farklı inanç mensuplarıyla tanışması ve ardından gelen tercüme faaliyetleriyle Grek, Hind vb. medeniyetlerin eserlerinin Arapça’ya çevrilmesinin neticesinde, asr-ı saadette yaşanan bozulmamış İslami değerler aşınmaya başlamıştır. İşte bu süreç sonucunda İslam coğrafyasında neşvü nemâ bulan ilhâd hareketleri, zehirli oklarını İslam akidesine çevirmiştir.
İlhâd hareketleri İslam toplumunda, ulûhiyyet inancına yönelik eleştiriden daha ziyade nübüvvete yönelik eleştiride bulunmuştur. Çünkü Allah’ın varlığına inanan, yerin ve göğün O’nun tarafından yaratıldığını kabul eden müşrik Arap toplumunda, Allah’ın birliği ile ilgili olmasa bile varlığına yönelik bir reddiye olmamıştır. Allah’ın varlığını inkâr edemeyen İslam toplumundaki ilhâd, O’nun mesajını beşere ulaştıran Allah ile kul arasındaki bağın (nübüvvet) işlevselliğini yok etmeye çalışmıştır.
İlâhi irâdenin yeryüzünde insanlara yönelik tasarrufâtı, peygamberler aracığıyla hayat bulmaktadır. Alllah’ı hakkıyla tanımak, yeryüzünde iyiliğin, adaletin, insanca yaşamanın inşaasını peygamberlerin getirdiği öğretiler gerçekleştirmektedir. Peygamberin öngördüğü bir toplum içerisinde köle ile aynı ortamı, aynı sofrayı paylaşmak istemeyen toplumun mele’ (seçkinler) takımı her zaman peygamberi hedef almıştır. Berâhime ve Sümeniyye gibi Hind kökenli akımlar ve onların İslam dünyasındaki uzantısı bazı materyalist filozoflar ise, akla tanıdıkları sınırsız yetki nedeniyle aklın, nübüvvete alternatif olabileceğini iddia ederek peygamberi ve onun getirdiği teklîfî hükümleri abes olarak nitelemişlerdir. Hz. Peygamber (s.a.v.) özelinde nübüvveti inkâr edenlere baktığımızda; müşriklerin, onun sıradan bir beşer olduğunu iddia etmesi hasebiyle, Yahudi ve Hristiyanların ise dinlerinin nesh edilmesi endişesiyle Hz. Peygamber’in (s.a.v.) nübüvvetini kabule yanaşmamışlardır.
Nübüvvetin varlığına yöneltilen eleştirilere karşı kelamcılar, bazı İslam filozofları, hadisçiler, tarih ve sîret yazarları, nübüvveti korumak ve sağlam bir nübüvvet inancını tesis etmek amacıyla nübüvvetin delilleri anlamında delailü’n-nübüvve literatürü geliştirmişlerdir. Delâilü’n-nübüvve, peygamberin hak peygamber olduğuna delâlet eden mûcize, peygamberin sireti, ahlakı, nesebi, ümmîliği, savaşlarda korunması, müstecâb olunmuş duaları, cemâdat ve hayvanâtın peygamberliğe şehadeti, Kur’ân’ın i’cazı gibi her türlü delili kapsam alanına alır. Ayrıca kavram, nübüvveti ispat etmek amacıyla yazılan eserlerin de genel bir ismi olmuştur.
Nübüvveti inkâr hareketlerine karşı müellifler, nübüvveti savunma amacıyla birbirinden farklı deliller kullanmışlardır. Bir bütünlük arz etmesi açısından nübüvvet delillerini; mûcize, Kur’ân’ın i’câzı nübüvvetin olgusal yönüyle ispatı şeklinde üç ana başlıkta toplayabiliriz.
Nübüvvetin ispatında, başat faktör mûcize olmuştur. Mûcize, peygamberlik iddiasında bulunan birisinin hem gerçek peygamber hem de getirdikleri vahyin Allah katından olduğunu doğrulayan, muhatabına meydan okuyan, kendisine muarazada bulunulamayan Allah’ın iddia sahibinin elinde yarattığı hârikulâde söz ve fiillerdir. Buna göre mûcize ancak peygamberin iddiasını doğrular, onun meydan okumasına karşılık verilemez; bu nedenle mucizeyi, sihir, büyü gibi olağanüstü olaylarla karşılaştırmak abes olacaktır. Peygamberlik iddiasıyla birlikte bulunması ise mûcizeyi irhâstan ayırır.
Mûcizelerin meydan okuması, toplumda kabul gören ve bilinen değer yargılarına yapılmıştır. Mesela, Hz. Mûsâ zamanında sihir ve büyü yaygın olduğu için asa ve beyaz el mûcizesi; Hz. Îsâ devrinde tıp biliminin revaçta olması, ölüleri diriltme, körleri ve alaca hastalığını tedavi etme mûcizeleri; Hz. Muhammed (s.a.v.) döneminde edebiyat zirvede olduğu için kendisine, fesâhat ve belâğat yönüyle âciz bırakan Kur’ân mûcizesi verilmiştir. Bu durum, peygamberin ve onun mesajlarının benimsenmesine yönelik motivasyonu artırdığı gibi bunun yanında deyim yerindeyse onlara, işte şu konularda sizin en mahir kişilerinizin söyleyecek bir şeyleri varsa cevap versinler, denilerek meydan okunmaktadır. O halde toplumun en bilge kişilerinin bile güçsüz kaldığı meydan okuma karşısında inkârcılar ya Allah’ın elçisinin nübüvvetini ve vahyin mesajını kabul edecekler ya da bağnazlıklarının esiri olarak inkârlarına devam edeceklerdir. Aslında mûcize teklifin son aşamasıdır. Akıl ve iz’an sahibi insanlar, mûcizeye gerek kalmadan sâlim aklın gereğine uyarak peygamberin davetine icabet ederler. İknâî deliller ve mûcize karşısında inanmayan toplumlara ise, ilâhî takdirden başka yapacak bir şey kalmayacaktır.
Kur’ân’ın, benzeri meydana getirilemeyecek mûcize bir kitap olduğunu ifade eden kavram İ’câzü’l-Kur’ân’dır. Kur’ân, inzâl dönemi ve sonraki zamanlar için lafız ve mana zenginliği bakımından mûcize olup, hem kendi kendini tasdik etmekte hem de Hz. Peygamber’in (s.a.v.) nübüvvetini ispat etmektedir.
Âlimler, Kur’ân’ın i’câzını lafızda ve manada aramışlardır. Lafızda i’caza göre Kur’ân, Arapça’daki bütün anlatım sanatlarını en ileri tarzda bünyesine almış, aynı konuları farklı üslûplarla dile getirmesine rağmen dil kusurlarından tamamen arınmış, manaları kulağa hoş gelen lafızlarla anlatmış, konular farklı olsa bile edebî üstünlüğünü daima korumuş ilâhî bir kitaptır. Kur’ân’ın fesâhat ve belâgat açısından Arap ediplerinin erişemeyeceği böyle bir üstünlük taşıması ve nesirle şiir dışında farklı bir üslûba sahip bulunması, onun hata yapmayan ve her şeyi bilen Allah kelâmı olduğunun göstergesidir.
Kur’ân’ın manasındaki i’câz, gaybî haberler vermesi, teşrî sahadaki üstünlüğü, insan psikolojisine etkisi, az kelamla çok manayı ifade etmesi, delillerinin iknâ edici olması, ayetlerinin ilmî gelişmelerle uygunluk içinde olması gibi unsurlarda aranmıştır. Kur’ân mûcizesi, evrensel olup, tüm zaman ve mekânlara hitap eder. Zamanın değişmesiyle yokluğa mahkûm olmaz. Bu nedenle Kur’ân, sadece inzâl dönemindekiler için değil, çağlar ötesi bütün insanlık için benzeri meydana getirilemeyecek ifade tarzına ve muhteva zenginliğine sahiptir. Onun meydan okuması her merhalede insanlarla beraber cinler ve meleklere de şamildir. Meydan okuması süreklilik arz eden Kur’ân-ı Kerim, hem inzal döneminin en usta edip ve şairlerini ve hem de sonraki dönemlerde insanlığa rehber olma ve onlara yol gösterme konusunda zirve şahsiyetleri bile âciz bırakarak bu kelâmın Allah kelamı olduğuna, o kelamı getiren peygamberin de hak peygamber olduğuna delâlet eden en büyük delildir.
Nübüvvetin ispatında kullanılan diğer bir argüman, nübüvvetin kurumsal ve olgusal yönüdür. Nübüvvetin kurumsal ve olgusal yönü, peygamberliğin tarihte yaşanmış ve inkâr edilemeyecek bir gerçeklik olduğu esasına dayanır. Kutsal metinler, tarihi kalıntılar, Kâbe ve Mescid-i Aksâ gibi mekânlar, insanlığın ulaştığı tecrübe, nübüvvetin gerçek bir olgu olduğuna işaret eden en büyük delildir.
Hz. Muhammed’in (s.a.v.) ahlaki yetkinliği, sireti, mücadelesindeki başarısı, kutsal kitapların onun nübüvvetini müjdelemesi, onun nesebi, Kur’ân-ı Kerim, insanlığın ulaştığı tecrübe, dillerin öğrenilmesi, gibi argümanlar nübüvveti olgusal nitelikleri ile ele alan delillerdendir.
Daha peygamberliğin başlarında, olağanüstü olaylara gerek kalmadan toplum hafızasındaki nübüvvet beklentilerini, daha doğrusu Hz. Muhammed’in (s.a.v.) gerçek peygamber olduğunun işaretlerini görmek mümkündür. Varaka b. Nevfel’in ilk vahiy geldiğinde Tevrat ve İncil’den edindiği bilgiyle Hz. Peygamber’in (s.a.v.) nübüvvetini tashih etmesi, Habeş Kralı Necâşî’nin müslümanlara ev sahipliği ederek onun nübüvvetini doğrulaması, dost ve düşman tarafından Hz. Peygamber’in (s.a.v.) güvenilir kabul edilmesi, düşmanlarının bile emanetlerini Muhammedü’l-Emîn’e teslim etmesi, savaş sonucunda esirlere iyi muamele, Hz. Peygamber’in (s.a.v.) kendisine suikast düzenleyenleri bağışlaması, Mekke’nin fethinde en azılı düşmanlarını bile affetmesi, rahmet peygamberi vasfı, son peygamber oluşu gibi nitelikler ancak bir peygamberde bulunabilecek özellikler olup, Hz. Peygamber’in nübüvvetinin, dini-tarihi arka planını bize sunmaktadır. Yine Hz. Peygamber’in, putperest, kan döken gururlu bir kavmi ihyâ etmesi, inananların her türlü işkenceye rağmen Resûlullâh’ı (s.a.v.) benimsemesi, onun gerçek peygamber olduğunu işaret eden peygamberlik delilleridir.
Konunun kavramsal çerçevesinde Vahiy-Nübüvvet-Tebliğ ilişkisi konunun ana eksenini oluşturuyor. Bu temellendirmede neler var? Bilgi kaynakları olarak neler söz konusu ediliyor?
Yeryüzünün Allah’ın irâdesine uygun bir tarzda inşâ edilmesi nübüvvet-vahiy-tebliğ üçlüsü üzerinden gerçekleşir. Nübüvvet, Allah ile kulları arasındaki iletişimi sağlayan elçilik kurumu; vahiy Allah’ın elçiye verdiği mesajlar, tebliğ ise elçinin mesajları insanlara bildirme vazifesidir.
Peygamberliğin gerekliliği, aynı zamanda vahyin de gerekliliğini ortaya koymaktadır. Mâverdî’ye göre, Allah’ın hakkıyla tanınması, O’na kulluğun yollarının öğrenilmesi, bitkilerin fayda ve zararlarının bilinmesi, eşyanın sırlarının keşfedilmesi peygamberlerin getirmiş oldukları vahiylerin mahsulüdür. İşte bu nedenle vahiy, nübüvvetin işaretlerinden kabul edilmektedir.
Nübüvvet, insan aklı ve duyu organlarının anlamakta zorlandığı ilâhi öğretinin (vahiy) beşerîleştilmesinin aracıdır. Vahiy, nübüvvetle insanın idrak seviyesine indirgenip somutlaştırılarak yaşam tarzı haline getirilir. Bu yüzden peygamberler vahyi sadece tebliğ eden elçiler değil, onu öğreten, onu tebyin eden ve vahiyden hareketle bir hayat tarzı oluşturan seçkin elçilerdir. “Nitekim aranızdan size bir peygamber gönderdik: O size âyetlerimizi okuyor, sizi arıtıp temizliyor, size kitabı ve hikmeti öğretiyor; yine size daha önce bilmediklerinizi öğretiyor.” (Bakara, 2/151) ayetinde peygamberin bu rolü ifade edilmektedir. Mâverdî’ye göre, vahiy (Kur’ân) melek tarafından peygamberin lisanıyla ve lafzî olarak vahyedilmektedir. Böylece Mâverdî, lafzî vahyin dışında Kurân harici bir vahyin varlığına işaret eder. Tefsir, hadis literatüründe biz buna gayr-i metlüv vahiy diyoruz. Buna göre Cibril, mesajı peygambere lafzıyla getirirse Kur’ân; lafız yerine geçen bir şey olursa mesaj, Kur’ân harici bir vahiydir. Mâverdî; Kur’ân vahyi ve Kur’ân dışı vahiy ayrımıyla Kur’ân’ın tebyininde Hz. Peygamber’in (s.a.v.) bağlayıcı rolü olduğunu ortaya koymuştur.
Vahyi tebliğ, peygamberin olmazsa olmaz görevidir. Peygamberler, Allah’ın emirlerini ve yasaklarını herhangi bir ekleme ve çıkarma yapmadan olduğu gibi insanlara ulaştırmakla mükelleftirler. Vahye muhatap olmak ve vahyi insanlara ulaştırmak peygamberlik makamının hem bir sonucu ve hem de nübüvvet mükellefiyetinin gereğidir. Allah, Resûlüne vahyi indirdiği anda onun için tebliğ zamanı başlamıştır. Peygamberler hiçbir gecikmeye mahal vermeden tebliğ görevini icrâ ederler. Bunun içindir ki “Önce yakın akrabalarını uyar.” (eş-Şuara, 26/214) ve “Ey peygamber! Rabbinden sana indirileni tebliğ et! Eğer bunu yapmazsan O’nun mesajını iletmemiş olursun. Allah seni insanlardan koruyacaktır. Şüphe yok ki Allah kâfirler topluluğunu hidayete erdirmez.” (el-Maide 5/67) ayetleri, tebliğ vazifesini yerine getirmenin peygamberliğin vazgeçilmez şartı olduğunu ortaya koymaktadır.
Peygamberler, tebliğle mükellef tutuldukları vahyi öncelikle kendileri benimser, bireysel ve ailevî hayatlarında tatbik eder, vahiy kendilerini tenkit bile etse onu topluma bildirmekten geri durmazlar. Onlar, tebliğ görevini icra ederken her türlü tehdit, alay, kınanma ve sürgün edilmeye karşı boyun eğmez, sabrın en güzelini ortaya koyar, tebliğin hedefine ulaşması için ölümü bile göze alarak bu konudaki kararlılıklarını gösterirler.
Peygamberin tebliğ vazifesi, sıradan bir mesaj gibi sadece vahyi iletmekten ibaret değildir. Vahyi ta’lîm ve tefsir, mücmeli tebyîn gibi tebliğdeki kapalılığı giderecek ve daha anlaşılır hale getirecek sorumlulukları da vardır. Muhatabın zihninde ve gönlünde tesir bırakabilmek için tebliğdeki hitabın anlaşılır ve açık seçik olması elzemdir.
Bu vazife yerine getirilirken en uygun ortam, uygun bir metot ve muhatabı etkileyici bir dil tebliğin başarıya ulaşmasında önemli faktördür. Bununla birlikte Kur’ân-ı Kerim’in inzal sürecinde uygulanan tedrîcilik, tebliğde uygun şartların ve ortamın gözetilmesi gerektiğine işaret etmektedir. Bu iletişimin amacına ulaşması için, Kur’ân-ı Kerim ve sünnet bize tebliğin üslubuna dair bir çerçeve çizmiştir. Meselâ, “Rabbinin yoluna hikmetle ve güzel öğütle davet et; onlarla en güzel yöntemle tartış. Kuşkusuz senin rabbin, yolundan sapanların kim olduğunu en iyi bilendir; O, doğru yolda bulunanları da çok iyi bilir.” (en-Nahl, 16/125) “Sen af yolunu tut, iyiliği emret, cahillerden yüz çevir.” (el-A’râf, 7/199) ayeti kerimeleri, tebliğin dili ve metodu hakkında bir metodoloji sunmaktadır.
Özellikle önceki Peygamberlerin Hz.Peygamber’e (s.a.v.) dair müjdelerinin, nübüvvetinin ispatına yönelik yüzleşmelerde çok önemli bir rolü de var. Neler söylenebilir?
Önceki peygamberlerin kutsal kitaplarındaki Hz. Peygamber’in (s.a.v.) nübüvvetine işaret eden her türlü delil, ibare beşâiru’n-nübüvve kavramıyla ifade edilmektedir. Gönderilen elçiler, kendinden önceki peygamberi tasdîk ve kendinden sonra gelecek peygamberi tebşîr etme rolünü üstlenmişlerdir. Beşâret, onu tebşîr eden peygamberin ümmetine yönelik bir delil olmakla beraber aynı zamanda Hz. Peygamber’in (s.a.v.) nübüvvetine işaret eden bir mûcizedir.
Mâverdî’ye göre, Hz. Musa ile Hz. İsa arasında Ehl-i kitaptan olduğu sabit olan on altı nebi, bulunmaktadır. Bu nebilerin çoğu, Hz. Muhammed’in (s.a.v.) nübüvvetini tebşîr etmiştir. Kur’ân, Hz. İsa’nın şahsında bu müjdelemeyi şöyle beyan etmektedir, “Meryem oğlu Îsâ da şöyle demişti: “Ey İsrâiloğulları! Bilin ki benden önceki Tevrat’ı doğrulamak ve benden sonra gelecek Ahmed isimli elçiyi müjdelemek üzere size Allah tarafından gönderilmiş elçiyim.”” (es-Saff, 61/6) Hz. İsa’nın, kendisinden yaklaşık altı asırlık bir zaman sonra gelecek olan nübüvvet silsilesinin son halkası Hz. Muhammed’in (s.a.v.) risâletini, Kur’ân’ın diliyle anlatması, beşâiru’n-nübüvvenin Kur’ânî bir kavram olduğuna işarettir. Yine Şuarâ suresindeki, “O Kur’ân, şüphesiz öncekilerin kitaplarında da vardır. İsrâiloğulları bilginlerinin bunu bilmesi onlar için bir delil değil midir?” (eş-Şuarâ, 26/196-197) ayetleri, Kur’ân’ın ve onun kendisine vahyedildiği Hz. Muhammed’in (s.a.v.) nübüvvetinin, önceki kitaplar tarafından müjdelendiğini açıklamaktadır. Bununla birlikte Kur’ân, Ehl-i Kitâb’ın, âlimlerinin kendi kutsal kitaplarından Hz. Muhammed’e (s.a.v.) ait vasıfları okuduklarını dolayısıyla kendi oğullarını tanıdıkları gibi Hz. Peygamber’i (s.a.v.) tanıdıklarını beyan eder. (İlgili ayetler için bk. Ahkâf, 46/10; el-İsrâ 17/107; el-Bakara 2/146; es-Saff 61/6) İşte Kur’an’ın bu işaretleri, Hz. Muhammed’in (s.a.v.) peygamberliğinin önceki kutsal kitaplarda müjdelendiğinin delilleridir.
Yahudi ve Hristiyan teologlarının İslâm peygamberine karşı olumsuz tavırları olsa da beşâirin asıl muhatabı yine kendileridir. Hz. Peygamber’in (s.a.v.) nübüvvetini reddeden Yahudi ve Hristiyanlara karşı Kur’ân merkezli bir cevap onlar nezdinde kabul görmeyecektir. Çünkü Hz. Muhammed’i (s.a.v.) peygamber kabul etmeyen, ona verilen ilahi vahyi de kabul etmeyecektir. Bu nedenle Beşâret, Yahudi ve Hristiyanlar için inkârı mümkün olmayan bir delildir. Aksi takdirde, kendi kutsal kitaplarındaki ilgili haberi inkâr durumuna düşmüş olurlar. Beşâret bir taraftan diğer inanç mensuplarına karşı Hz. Muhammed’in (s.a.v.) nübüvvetinin gerçekliğini kanıtlamaya çalışırken, başka bir yönden de Mâverdî’nin dediği gibi, Müslümanların Hz. Peygamber’e (s.a.v.) bağlılığını perçinlemeye çalışır.
Şahsında görülen mûcizeler ve bizzat O’nun (s.a.v.) ahlakı, birbirini kâmil manada tamamlayan unsurlar… Biraz da bu konudan bahseder misiniz?
Mâverdî’ye göre, Hz. Peygamber’in (s.a.v.) nübüvvetinin doğrulanmasına delil olabilecek diğer mûcize ler haberî mûcizelerdir. Hz. Peygamber’in (s.a.v.) herhangi bir yönteme başvurmaksızın, doğrudan doğruya Allah’tan melek aracılığı ile aldığı vahiylere dayanarak verdiği haberlerdir. Bu haberler genellikle müstakbele dair gaybî bilgiler türünden olur. Maziye dönük gaybî bilgi, gerçekleştiği ve muhbirsiz ulaşılabildiği için mûcize kapsamına dahil edilmez, fakat hiç kimse mâziye ait bilgiye vakıf olamazsa, bu durumda bilgi, gayb kapsamında olup mûcizedir. Gaybî bilgi, Hz. Peygamber’in (s.a.v.) ilâhi vahye mazhar olmasının neticesidir. Gaybî haber, peygamberin fiiline izafe edilirse, mûcize kategorisinde değerlendirilir, peygamberin dışında zahir olursa, haber, vehimden ibarettir; doğru da olabilir yanlış da olabilir.
Aslında gaybın bilgisine Allah’tan başkası müttalî olamaz. Mâverdî, “De ki: “Ben size, Allah’ın hazineleri benim yanımdadır, demiyorum. Ben gaybı da bilmem. Size, ben meleğim de demiyorum. Ben sadece bana vahyolunana uyarım.” ” (el-En’âm, 6/50) ayetinin “Ben sadece vahyedilene uyarım.” ibaresini ‘ben, Allah’ın bana muttali ettiğinden başkasını size haber veremem veya Allah’ın bana emrettiğinin dışındakini yapamam’ şeklinde tevil etmektedir. Peygamberler, beşerin ulaşmaktan âciz kaldığı bilgiye ulaşmakla nübüvvetini doğrulamış, peygamber olduğunu kanıtlamıştır.
Mâverdî’nin delâil kapsamında kabul ettiği diğer bir delil türü, Hz. Peygamber’e verilen makbûl olunmuş dualardır. Çünkü Allah, kendi murâdının gereğini yapma vazifesini peygamberlere yüklediği için, onlara bir yardım ve inkârcılara karşı bir delil olsun diye dualarının makbûl olunmasını bahşetmiştir. Peygamberlere lütfedilen bu imtiyazlı hal, nübüvvetin sıdkına delil olmaktadır.
Buhârî, Müslim gibi muteber hadis kaynaklarında Hz. Peygamber’in (s.a.v.) dualarıyla ilgili birçok rivayetin varlığı bilinmektedir. Bu rivayetlerin de ötesinde Kur’ân-ı Kerim, peygamberlerin kabul olunan dualarından söz etmektedir. Meselâ Hz. İbrahim’in, soyuna yönelik duası ve Hz. Peygamber’le (s.a.v.) birlikte bu duanın hayat bulması bunun en güzel örneğidir. Dolayısıyla peygamberlerin makbûl duaları, Kur’ân’ın şahitliğiyle nübüvveti doğrulayan deliller arasında kabul edilmektedir.
Mâverdî, mûcizelerin dışında Hz. Peygamberin (s.a.v.) ahlakını, siretini de nübüvveti ispat delili olarak kullanmaktadır. Hz. Peygamber’in (s.a.v.) doğruluk, güvenirlik, sabır, kanaat, cömertlik, tevazu, fedakârlık, cesaret gibi insanı insan yapan en güzel vasıfları taşıdığı, dost ve düşmanın ittifakıyla kabul görmüş, sadece yaşadığı dönemde değil, bütün çağlara model olmuş ve onun bu örnekliği “Allah’ın Resulünde sizin için güzel bir örnek vardır.” (el-Ahzâb, 33/21) ayetiyle sübut bulmuştur. Mâverdî, Hz. Peygamber’in (s.a.v.) güzel ahlakını, “Rasûlullâh’ın asrında fazilette, halkî, hulkî, kavlî ve fiilî kemâlatta hiç kimse ona denk ve yakın olamadı. O, en şerefli ahlak, en güzel davranış, en faziletli amel kendisinden sâdır olduğu için nübüvvet makamına ehil olmuştur. Çünkü dünyada nübüvvetten daha büyük makam yoktur. Nübüvvet makamı Allah ile kulları arasında bir elçilik olarak hâlıka taat ve halkın maslahatını tesis etmektedir.” sözleri ile nitelemektedir. Böylece Mâverdî, Hz. Peygamber’in (s.a.v.) nübüvvete ehil olmasını onun ahlâkî yetkinliği üzerinden okumaktadır.
Hz. Peygamber’in (s.a.v.) gerek peygamberlik iddiası öncesindeki gerekse risâleti sonrasındaki yaşantısı, daha doğrusu ondan sadır olan söz ve fiiller peygamberliğini kanıtlayan delillerden kabul edilmiştir. Çünkü Allah’ın müdahalesi olmadan bu niteliklerin tamamının bir insanda bir araya gelmesi, böyle bir yaşantının sergilenmesi mümkün değildir. Mâverdî’nin, halkî ve hulkî kemâlat, kavlî ve amelî fazilet olarak ifade ettiği beşerdeki kemâl sıfatları; ahsen-i takvîm üzere yaratılan beşerin kâmil insan olabilmesinin vasıflarıdır. İşte bu vasıflar, Hz. Peygamber’in şahsında bütünleşerek somutlaşmıştır. Mezkûr faziletlerin hepsinin onun dışında hiçbir beşerde bulunmaması, onun nübüvvetinin gerçekliğinin işaretidir.
Diğer varlıklarla ilgili mûcizeler, insanların oturup başlı başına düşünmesi gereken çok ilginç ve çarpıcı özellikler taşıyor. Son olarak bu konuyu da değerlendirir misiniz?
Delâil geleneğine uygun olarak Mâverdî, ağaç, hayvan, canlı cansız varlıklar ile insanlar gibi mükellef tutulmuş cinlerin hareket, ses, söz vb. işaretlerle Hz. Peygamber’in (s.a.v.) nübüvvetini tasdik eden harikulade fiillerini nübüvvetin delillerinden saymıştır. Hz. Musa’nın âsâsının yılana dönüşmesi, Hz. Salih’in deve mûcizesi, Hz. Süleyman’ın cinlerle irtibatı gibi hârikulâde olayların Kur’ân’ın şehadetiyle sabit olması, hayvan, bitki ve cinler üzerinden gerçekleşecek bu minvaldeki mûcizelerin naklen imkân dahilinde olduğunu göstermektedir.
Kâinatta bulunan bütün varlıklar, Allah’ın varlığının delillerindendir. Lisan-ı halleri ile Allah’ı tespih ederler. Onların tesbihatı gayri irâdî bir hal üzere gerçekleşir. “Yedi gök, yer ve bunlarda bulunanlar O’nu tesbih eder; O’nu hamd ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Fakat siz onların tesbihini anlayamazsınız. O halîmdir, bağışlayıcıdır.” (el-İsrâ, 17/44) Kozmolojik düzenin sağlanmasında kendileri için belirlenen ilâhi yasaya teslimiyet gösteren hayvânât ve cemâdât, yine Allah’ın onlara verdiği içgüdüsel bir durumla bir kısmı konuşarak, bir kısmı ağlayarak, bir kısmı ona secde ederek Hz. Peygamber’in (s.a.v.) nübüvvetini tasdik eden bir konumda bulunmuşlardır. Daha önce ifade ettiğimiz gibi bu varlıkların, mûcizeye obje olması imkân dahilindedir. Zaten mûcize, hârikulâde bir durumdur, cemâdât ve hayvanâtın dile gelmesinde, mûcizeyle çelişen bir durum yoktur.
Mâverdî, cinlerin Hz. Muhammed’in (s.a.v.) peygamberliğine şehadetini, nübüvvet delilleri arasında saymıştır. Cinler, insanlar gibi yiyen, içen, cinsiyetleri olan mükellef varlıklardır. Mâverdî’ye göre beşer, cinleri yaptıkları ve eserleri ile tanısa da Allah dilediğine onları gösterir. Bizim onlar hakkındaki bilgimiz ilâhi kitaplara dayanmaktadır.
“Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım.” (Zâriyât, 51/56) ayeti cinlerin de ilahî teklîfle mükellef olduğuna işaret eder. Ayrıca Kur’ân-ı Kerim, “De ki: “Andolsun, insanlar ve cinler bu Kur’an’ın bir benzerini getirmek üzere toplansalar ve birbirlerine de destek olsalar, yine onun benzerini getiremezler.”” (el-İsrâ, 17/88) ayetiyle meydan okumasında cinleri de muhatap almıştır. Cinlerin mükellef varlıklar oldukları anlaşıldığına göre, onların Hz. Peygamber’le (s.a.v.) etkileşim içinde olmaları, iman etmek için mûcize beklemeleri, onun peygamberliğinin doğruluğunu tasdik etmeleri ve başkalarına da bu yönde telkinde bulunmaları olağan bir durumdur. Bu bağlamda cinlerin Kur’ân dinledikleri “Bir zamanlar cin topluluğundan bir grubu, Kur’an’ı dinlemek üzere sana doğru yönlendirmiştik.” (el-Ahkâf, 46/29) ayetiyle sabittir. Mâverdî, cinlerin mükellefiyetinin Kur’ân dinlemek ya da Hz. Peygamberle (s.a.v.) görüşmek şeklinde vuku bulduğunu beyan eder.
Kur’ân’ın, cinlerin muhataplığını beyan etmesinin ve Hz. Peygamber’in (s.a.v.) cinlere de peygamber olduğunun anlaşılmasının yanında onların, Hz. Peygamber’in(s.a.v.) nübüvvetini tasdik ettiklerine dair çok sayıda rivayet delâil ve hasâis kitaplarında yer almıştır.
Netice olarak delâil ve hasâis kitaplarında fazlasıyla yer bulan mûcize tedvinâtının asıl amacı Hz. Peygamber’in (s.a.v.) nübüvvetini tasdik etmektir. Bu rivayetlerle itikadi veya fıkhî bir konunun sübut bulması hedeflenmemiştir. Bu nedenle bu minvaldeki haberlerin değerlendirilmesinde ihtiyatı elden bırakmadan eklektik bir yol izlemenin uygun bir yaklaşım olacağı kanaatindeyiz.