Allah Kul İlişkisinde, Bazı Duygu ve Duruşlar Olmazsa Olmazdır / Şenel İlhan Beyefendi’nin Sohbetinden

“İnsanlar arasında, Allah’ı bırakıp, O’na koştukları eşleri Tanrı olarak benimseyenler ve onları, Allah’ı severcesine sevenler vardır. Müminlerin Allah’ı sevmesi ise hepsinden kuvvetlidir. Zalimler azabı gördükleri zaman, bütün kuvvetin Allah’a aid bulunacağını ve Allah’ın azabının şiddetli olduğunu keşke bilselerdi!” (Bakara,2/165)
Bu ayeti kerimede birinci derecedeki en şiddetli uyarı, Allah’a şirk koşan, yarattığı varlıkları Allah’ın yerine koyup, onları seven ve onlara tapan kâfirlere, müşriklere, putperestleredir. İkinci derecede hafif olanı ise Allah’a inanan mü’minleredir.
Bu uyarılarla muhatap olan daha çok müminler olduğuna göre bu ayeti müminler cephesinden nasıl yorumlamalıyız, ona bakmamız uygun olur.
Görüldüğü üzere yüce Rabbimiz bu ayeti kerimede: “Müminlerin Allah’ı sevmesi ise hepsinden kuvvetlidir.” buyurarak, sevgi konusunda nasıl bir mümin profilinden hoşlandığını açıkça beyan ediyor. Hoşlanmadığı ve razı olmadığı insan tipleri ise, Allah’tan başka varlıkları ona denk tutarak, Allah’ı sever gibi sevenlerdir.
Şüphesiz sevgi duygusu, insanoğluna bahşedilmiş en mübarek, en kutsal, en güzel duygulardan birisi. Onun olmadığı bir dünya düşünülemez, zira onun olmadığı bir yer bitmeyen bir karabasan, sonsuz bir korku tüneli, korkunç bir kâbustan başkası olamaz.
Şöyle bir hayal edelim, sevgi duygusu bir gecede bütün kalplerden alınsaydı, ertesi sabah dünyanın hali ne olurdu? Açıktır ki, bugünkü halinden çok daha perişan, şeytanların ve şeytanlaşmış insanların cirit attığı yaşanılmaz, korkunç bir yer olurdu. Bu nedenle Rabbimiz gönüllerimize bu mübarek duyguyu koyarken, bununla hem kendisini hem de birbirimizi sevmemizi murad etmiştir. Çünkü, hadis-i şeriflerde fitne, zorluk, sıkıntı ve imtihan yeri gibi kelimelerle meşakketleri çokça zikredilen dünya denen bu gezegende, hem sosyal hayatın düzeni ve huzuru, hem ferdi olarak psikolojik ihtiyaçlarımızın tatmini ve temini için sevgi duygusu, biz kullar için hava ve su gibi önemli bir duygu, önemli bir ihtiyaçtır.
İnsanlarda sevgi duygusunu açığa çıkaran değişik psikolojik etmenler vardır ve bunlar fizik kuralları gibidirler. Mesela önemli bir tanesi: “İnsanlar iyilik gördüğü kişileri ellerinde olmadan severler, yani gönülleri onlara meyl eder.” Bu psikolojik gerçeklikten hareketle imanlı bir kişi, aklını ve vicdanını devreye sokarak tefekkür ederse, ona en fazla iyiliği kimin yaptığını görecek ve en çok kimi sevmesi gerektiğini açık bir şekilde bilecektir.
Yani Rabbinden çok ona iyilik yapan yoktur, bu gerçeklikten hareketle en çok onu sevmesi gerekir. Zira onu yoktan var eden, dünyayı ve içindeki her nimeti görmesi, tatması, işitmesi, koklaması, hissetmesi algılaması için çeşitli duyular ve hislerle donatan, haz ve zevk duygusu veren ve bu duygulara hitap eden sayısız nimetler bahşeden ve daha bildiğimiz bilmediğimiz nice ikramlarda bulunan Rabbini en çok sevmesi gayet rasyonel bir gerçekliktir.
Peki, niye genel bir tablo olarak bu böyle değildir?
Zira insanoğlu daha çok aklı ile değil, duygularıyla hareket eden, bu konuda aklını pek az kullanan bir varlıktır. Helal olan şeylerin zevki olduğu gibi haram ve yasak olan şeylerin de zevki ve hazzı vardır. Hatta şeytanın teşvikiyle ve nefsin de buna teşne yapısıyla haram ve yasak olan şeylerin hazzı ve zevki daha fazladır. Açıkçası, insanlar ayet ve hadislere kulaklarını tıkayıp, imtihanda olduklarını unutup, akıl ve bilgilerini de bir kenara koyup, dünyayı cennet gibi yaşama yeri görmeye başlayınca bu garabet hali açığa çıkmaktadır.
“Andolsun, biz bunu insanlar arasında, düşünüp ibret alsınlar diye tekrar tekrar açıkladık. Fakat insanların çoğu nankörlükte direttiler.” (Furkan,25/50)
“O, istediğiniz şeylerin hepsinden size verdi. Eğer Allah’ın nimetlerini saymaya kalkışsanız sayamazsınız. Şüphesiz insan çok zalimdir, çok nankördür.” (İbrahim,14/34)
Görülüyor ki, Rabbimiz bu ayetlerde kulların akılsızlığından, zalim ve nankör oluşlarından bahsetmektedir. O halde bir kul, en çok kimden iyilik görmüşse onu en çok sevmesi doğal olan iken, Rabbine karşı tutumu niye böyle değil, bu can alıcı soruyu kendine sormalı, bu konu üzerinde tefekkür edip değişim için ciddi çaba harcamalıdır.
İnsanlar, güzel olan şeyleri severler, bu yaradılışımızla getirdiğimiz bir özelliğimizdir ve bu güzelliğin illa kendimize menfaati olması da gerekmez. Yani şu koca evrende gönlümüzü ve gözümüzü alan, başımızı adeta döndüren ve bizi cezbeye düşüren her güzel şey, tabii olarak sevilir.
Bu gerçeklikten hareketle de şunu diyebiliriz ki, iman sahibi kullar nezdinde bütün güzellikler, Rabbimizin sonsuz güzelliğinin bu âleme yansıyan, cüzi tecellilerinden başkası değildir. O halde yine en çok sevilmesi gereken yüce Rabbimizin bizzat kendisidir.
Bu mevzular çoğalır, bir makaleyi aşar o nedenle kısa kesip konumuza dönersek, nereden bakarsak bakalım, akıl ve vicdan öyle söylüyor ki, gerçek bir mümin, Allah’ı her şeyden çok sevmeli ve bu konuda yetersiz ise tefekkürle, mücadele ve gayret ile kendini değiştirmeli, geliştirmelidir.
“Ey iman edenler! Allah’tan, O’na yaraşır şekilde korkun ve ancak Müslümanlar olarak can verin.”. (Âl-i İmrân,3/102)
Bu ayet-i kerime ise şiddetli sevmekten değil, şiddetli bir korkmadan bahsediyor. Yani burada yukarıdaki ayetle tam bir zıtlık var gibi... Ama ancak hikmetli bir bakış bu ayetlerdeki zıtlıkta, aslında müthiş bir uyumun olduğunu bize gösterecektir. Zira bilmeli ki sevgi duygusu yaşamını, korkuyla sürdürür, korku duygusu giderse sevgi de gider.
Bunlar birbirlerini destekleyen, istismardan, eskimekten, kokuşmaktan, zayıflamaktan koruyan kardeş duygulardır. Zira seven sevdiğini, üzmekten, incitmekten, kırmaktan çekinmez korkmazsa, sevdiğine karşı saygısız, fütursuz, kaba ve anlayışsız, olursa, sevenin sevgisi gün güne azalır ve bakarsın tamamen yok bile olabilir.
Bu gerçeğin bir ifadesi olarak değerli büyüğümüz Şenel İlhan Beyefendi hikmetli bir bakışla değerlendirdiği çok kıymetli bir makalesinde “Sevgi, korkudur” demiştir.
Bu nedenle sevgi ne derece şiddetli ise, korku da o derece şiddetli olur…
Yani sevdiğini kırmak, incitmek, üzmekten korku o derece şiddetli olur.
Demek ki; gerçek hak âşıkları, Allah’ı sevmeleri şiddetinde ondan korku da duyarlar.
O halde açıktır ki, sevgiyi, korku duygusu ve korkudan türeyen saygı, edep ve hayâ duyguları korur ve büyütür. Kokuşmasını, istismarını, zayıflamasını ve yok olmasını önler. Bu duygular bir birleri ile ne kadar uyumlu bir şekilde sevenin duygu ve davranışlarına yön verirse, âşıkla maşuk ilişkisi de o kadar uyumlu ve sağlıklı devam eder.
Bu olmazsa olmaz duyguları yine hikmet penceresinde değerlendiren değerli büyüğümüz Şenel İlhan Beyefendi’nin özlü bir sosyal medya paylaşımını bu makalemde hatırlatarak yazımı noktalıyorum.
Allah’a emanet olun.
“Allah kul ilişkisinde, bazı duygu ve duruşlar olmazsa olmazdır! “Allah sevgisi, Allah korkusu ve Allah’tan hayâ” bunların en başlıcaları… Yani, bu duygular İslamî yaşantımızda ve hayatımızın her alanında dinamik bir işe yararlılıkla bizi yönlendirmeli ve dosdoğru ve takva yaşamamıza vesile olmalıdırlar!
Mesela, Allah’tan korkup günahlardan kaçılmasını öğütleyen ve sadece günahkârlara hitap eden çok faziletli ayetlerden biri olan, Şura suresi otuzuncu ayette “Başınıza gelen bütün musibetler işlediğiniz günahlar sebebi iledir, Allah birçoğunu da affeder” buyurularak günahlarımızın gazab-ı ilahiye sebep olduğunu apaçık işaret ediyor. Her günahın bir bedeli olduğunu ve daha bu dünyada iken bile musibet olarak yaşayacağımızı kesin bir dille ifade ediyor!
Tevbe ve istiğfar bu ilahî gazaba karşı ilaç olsa da, samimi olmayan ve yalama cıvata gibi tutmayan tevbelere, Allah hastalık, sakatlık, zalimle muhataplık veya günahları temizleyecek ve aynı zamanda cezalandıracak en uygun, en etkili musibeti veriyor ve hep verecek olduğunu da apaçık beyan ediyor!
Daha açığı: Mesela, tesettüre riayet etmeyen bir kadın, her gün her gün bu aleni büyük günahı işliyor ve tevbe falan da etmiyor… Ya da herhangi bir insan, namaz kılmıyor, her haltı işliyor ama tevbe etmiyor… Hatta bazıları da var ki beş vakit namaz kılıyor, farz ve sünnet ibadetlerini yapıyor, büyük günahlardan kaçıyor, zina etmiyor, içki içmiyor. İşte böyle bir Müslüman bile, hiç farkında olmadan ve doğal olarak, çoğu zamanda tevbe etmeden ve hatta tevbe aklına bile gelmeden, yalan söylüyor, riyakârlık yapıyor, haset ediyor, kibirleniyor, gıybet ediyor ve tabi kaçınılmaz son olarak da Allah’ın gazabına uğrayıp, musibetler altında inim inim inliyor. Daha bu dünyada adeta cehennemi yaşıyor ama uyanmıyor ve hâlâ maneviyat salağı gibi kendini gavs mavs gibi bi şey sanarak sürünüyor, rezil oluyor!
Kurtuluş mu ne? Apaçık ortada: Kesinlikle her günaha ertelemeden derhal tevbe etmek, asla tevbeyi erteleme riskine girmemek ve Allah korkusu ve sevgisi ile, Allah’tan hayâ psikolojisi ile takva üzere yaşamak; şeytanın ve nefsin ok ve kurşunlarının menzilinden uzak kalmak…
Evet, işte kesin kurtuluş bu, tam da bu!”