Kur’an’ın Allah Merkezli Üslûbu / Dr. Ekrem Bayat

Kur’an’ın Allah merkezli bir üslup kullanması hangi gerekçelerin ya da toplumsal ve psikolojik şartların ya da durumların bir sonucudur? Niçin? Bu anlamda Allah merkezli oluş ne demektir?
Sorulara geçmeden önce Allah merkezli anlatım ile neyi kastettiğimizi anlatmamız gerekmektedir. Bilindiği üzere Kur’an Allah kelamıdır ve muhatabı da insandır. Allah, kitabının insanlar tarafından anlaşılması için vahyine muhatap olan ilk toplumun dili olan Arapça’yı seçmiştir. Sadece bununla da kalmamış onların dilini, onların kullandığı anlam ile peygamberine ulaştırmıştır. Diğer taraftan Kur’an’ın insanın hidayeti üzerinden bir toplum inşa etme gayesi vardır. İşte bu gayenin gerçekleşmesi için Allah, neyi, ne zaman ve hangi üslubu kullanarak vahyetmesi gerekiyorsa o üslup ile son ilahi dini, Hz. Peygamber’e (a.s.) ulaştırmıştır.
Kur’an gerek ifade tarzı, sözleri ve yönlendirmeleriyle ve gerekse kâinatta meydana gelen her bir olayın arkasında faal bir varlık olarak Allah’ın hissedilmesi için Allah merkezli bir anlatım kullanmıştır. Peki, Allah merkezli anlatım nedir? diye bir soru sorulacak olursa “Allah’ın bizzat kendisinin yaptığı eylemleri ve insanların kendi özgür iradeleri ile gerçekleştirdikleri eylemleri kendisi yapıyormuş gibi anlatmasıdır.” diye cevaplamak mümkündür. Bu anlatım tarzı ile ilgili Kur’an’da çok fazla örnek bulunmaktadır. Mesela, Müslümanların büyük gayreti neticesinde kazanılan Bedir Savaşı’nın sonunda “Savaşta onları siz öldürmediniz, fakat Allah onları öldürdü. Attığın zaman da sen atmadın, fakat Allah attı. Mü’minleri, tarafından güzel bir imtihanla denemek için Allah öyle yaptı. Şüphesiz Allah hakkıyla işitendir, hakkıyla bilendir. ” (Enfâl 8/17) ayetinde de ifade edildiği gibi savaşanlar, ok atanlar ve öldürenler bizzat Allah Rasulu (s.a.v.) ve müminler olmasına rağmen olayı kendisi yapmış gibi anlatmaktadır. Bu ve buna benzer üslupla anlatılan ayetlerin her birinin arka planında, pagan inancına sahip Mekke müşriklerinin şirk üzerine kurgulanmış ilah anlayışını düzeltme hedefi bulunmaktadır. Bu söylem ile Allah, yeryüzünde sizin yaptıklarınız da dâhil olmak üzere benim irade ve kudretimin dışında bir eylemin gerçekleşmesi mümkün değildir mesajını vererek kendisine ortak kılınmaya çalışılan bütün varlıkları pasifize etmeyi murat etmektedir.
Kur’an-ı Kerîm Yüce Allah’ın insanlara doğru yolu göstermek üzere göndermiş olduğu son vahiydir. Kullandığı teocentrik yani Allah merkezli anlatımı ile ilk ve en önemli hedefi tevhid üzerine bina edilmiş bir ilah anlayışını hâkim kılmaktır. Bunun yanı sıra ahlaka büyük önem vererek onu, dinin ayrılmaz bütünü saymıştır. O, insanlığa, bilinen ahlak kitaplarındaki sisteme göre değil, kendine mahsus sistematiği içerisinde, eksiksiz bir ahlak sistemi oluşturan nazari prensipler ve amelî kurallar getirmiştir.
Bu bağlamda Kur’an, muhatap Mekke toplumunun sosyal ve kültürel açıdan durumu, yeri, kazandığı saygınlığı, makam farklılıklarına rağmen tüm muhatapları dikkate alan hitabı, kullandığı cümle ve sözlerin kullanılışında hem aklı, hem de duyguları ikna edecek tarzda ifadeler kullanması, ses düzenindeki uyum ve ritim gibi birçok yönden dikkat çeken özellikleri ile okuyucuda ciddi tesirler bırakmaktadır.
Amaç şirk merkezli cahiliye toplumunu, tevhid inancının merkezî rol oynadığı bir topluma dönüştürmektir. Bunun için vahyin nüzul sürecinde nazil olan ayetlerle toplum arasında, o toplumu yönlendiren, değişime sokan dinamik bir ilişki vardır. Çünkü ayetin mana ve maksadının ortaya konulması bakımından, muhatabın anlama ve algılama kabiliyetinin takip edilmesi ve bu duruma göre ifadenin biçimlendirilmesi, vurguların ve kullanılan argümanların indiği ortamın atmosferine göre değiştirilmesi, bir toplum inşa hedefi güden ilahi vahiy için olmazsa olmaz bir anlatım üslubudur.
Bu nedenle olmalıdır ki, hidayet ve dalaleti kendisine nispet ederek Allah merkezli bir anlatımla veren Allah, öncelikle düşünebilen, akleden bir varlık olan insanı yaratan, ona akıl ve irade vererek hidayet ile dalalet arasında seçim yapabilme kabiliyetini bizzat kendisinin verdiğini, hatta insanı hidayet ve dalalete yöneltecek tüm etken ve amilleri de yaratanın kendisi olduğunu ifade etmektedir.
Diğer taraftan Mekke’de yeni dinin inzali ile başlayan süreçte insanların inananlar ve inanmayanlar şeklinde sınıflanması ile birlikte ortaya çıkan siyasi süreç, Müslümanları olduklarından daha zayıf ve güçsüz bir hale sokmuştur. Mekke toplumundaki bu ayırımın karşısında Kur’an, kendi düşünsel söyleminden yana tavır koyan, tevhit inancına sımsıkı sarılan mü’minlerden yana tavrını koyarak, Allah merkezli bir anlatım ile hidayeti kendisine nispet etmiştir. Bu tavrı ile de imanı hak edene verdiğini söylemek sureti ile Hz. Peygamberin (a.s.) yanındaki bir avuç Müslüman grubu Mekke müşriklerinin acımasızlığı karşısında yalnız bırakmamış, onları psikolojik açıdan desteklemiştir.
Buna karşı her ne kadar yeni dine inanmasalar da yaratıcı olarak Allah’a inanan ama ona ortaklar koşan Mekke müşriklerini terk eden bir söylem olması niteliği ile de onları yeni dinin esaslarını içten içe düşünmeye sevk etmiştir.
“Kötü işleri hoşuna gidip de onları güzel bulan kimse (ile böyle olmayan bir) mi? Allah dilediğini sapkınlık içinde bırakır, dilediğini de doğruya iletir. O halde onlar için üzülerek kendini helâk etme. Allah onların yaptıklarını elbette biliyor” (Fâtır,35/8) ayetindeki Allah merkezli anlatım ile önce, her insanın Allah’a iman edemeyeceğini, ona sadece bu imana layık olanların iman edebileceğini ifade ederek Hz. Peygamber’in (a.s.) davetine icabet eden az sayıdaki mü’minler onore edilmektedir. Daha sonra aynı üslup ile müşrikleri her şeyin mutlak yaratıcısı olduğuna inandıkları Allah’ın, rahmet ve kuşatıcılığından uzaklaştırarak onları sadece ortak koştukları putları ile baş başa bırakmakta, bu durum ise onlarda bir şok etkisi meydana getirerek aklın önündeki engelleri kaldırmaktadır. Bu durum onların yeniden İslam’ı düşünmelerine zemin hazırlamıştır.
Kuran’ın Allah merkezli bir üslup ve dille oluşu sonucunda ortaya çıkan hayati ilke ve prensipler nelerdir?
Kur’an gerek Allah merkezli anlatımı, gerek ifade tarzı, sözleri ve yönlendirmeleriyle ve gerekse de kâinatta meydana gelen her bir olayın arkasında faal bir varlık olarak Allah’ı hissettirmektedir. İndiği coğrafya dikkate alındığında müşrik bir topluma, Allah’ın birliğinin ve kudretinin yansımadığı bir anın olmadığı, her olayın mutlak failinin Allah olduğu mesajı verilmektedir. Dünyada ve kâinatın tamamında atomdan fiziki âlemin yaratılışına kadar etken ve yaratıcı olan sadece Allah’tır. Rüzgârları sevk ve idare eden, Âdem (a.s.) ile başlayan yaratma süreci, sperm hücresinin dişi yumurta hücresi ile birleşip yeni bir varlıkla hayata devam etmesinin her aşamasında Allah etkin güçtür. Yani deizmden farklı olarak Allah’ın yaratma eylemi Âdem’le sınırlı kalmaz kıyamete kadar bu süreç devam etmektedir.
Allah, varlıklar içinde muhatap kabul ettiği insana kendisini Kur’an vasıtasıyla tanıtmıştır. Bunu yaparken O’nu bilmesi ve büyüklüğünü kabul etmesi için oldukça ölçülü ve insan tabiatının kabul edebileceği bir ifade tarzı kullanmıştır. Ancak, O’nu her haliyle anlayıp, kavramak insan için kabil-i mümkün bir durum değildir. Bu bakımdan Allah, kendisini, insanın ihtiyacına göre ve ihtiyacı kadar tanıtmıştır. Sevgiden yoksun, soğuk, huysuz ve zalim bir güç şeklindeki Allah anlayışına Kur’an’da asla rastlanmaz. O’nun fiillerinde rahmetle hemhal olmuş bir adalet vardır. Yaratıcılığı ve fiilleri bir maksada yöneliktir ve adına sünnetullah denilen sebep-sonuç kurallarına göre devam eder.
Yaratma eylemi Allah-insan ilişkisinde çok önemli bir yere sahiptir. Burada genel manada Allah ile tüm kâinat arasında yaratan ve yaratılan ilişkisi söz konusu iken özel olarak Allah ile insan arasında bir de mabud-abid ilişkisi vardır.
Kur’an’ın tasavvur ettiği Allah’ın vasıflarının en önemlilerinden bir diğeri de, Allah’ın hayatımızı yönlendirecek düzenlemeleri yapan, kanun, nizam ve hukuk belirleyici aşkın bir varlık olmasıdır. Bu bağlamda Allah ezeli ve ebedi olan, her şeyi yapma gücüne sahip, her şeyi bilen, evreni yaratan ve koruyan, daima iyiliği isteyen ve fiillerinde özgür olan zâti bir varlıktır. Aynı zamanda Ma’bud’dur ve ibadetin kutsal yönüdür. İbadete layık olması, şartsız ve sınırsız bir şekilde mutlak teslimiyeti hak eden anlamına gelmektedir. Her yerde hazır ve nazırdır. Tüm bunların yanında Allah içkindir. Panteizmin içkinlik anlayışından uzak, her şeyin varlık sebebi olması anlamında içkindir. Doğanın içinde akla uygun, planlı bir sistem biçiminde kendini gösterir. Evrenin yaratılışına seyirci gözü ile bakan ve yaratılan varlıklarca anlaşılmayan, evrene yabancı olan ve onun dışında kalan bir varlık değildir. Tersine tüm evreni kaplamakta, aklın olduğu her yerde o da vardır. Yukarıda belirttiğimiz birçok ayette Allah kendisine ait iki sıfatla cümleyi bitirmektedir. Mesela Şura Suresi 51. Ayeti “Aliyy” ve “Hakîm” sıfatları ile bitiren Allah, aşkınlığına vurgu yaparken diğer taraftan “hakîm” sıfatı ile âleme her an müdahil olabileceğini bildirerek içkinliğine vurgu yapar. İşte tüm bunları da vahyin muhataplarına anlatırken Allah merkezli bir dil kullanarak anlatmaktadır. Yani bir taraftan âlemi müşahede ederek yaratıcısını idrak etmeye, anlamaya çalışan insan, diğer taraftan vahyin güçlü ve vurgulu teocentrik anlatımı ile bu inancını her daim aklında ve gönül dünyasında hâkim kılmaktadır.
Son olarak ayetlerin içeriğinin teocentrik ( Allah merkezli) olması, onun hedef ve gayesinin bu olduğu anlamına da gelmemektedir. Bu durumun üslup ile alakalı olduğu bilinmelidir.
Kur’an Allah merkezli bir üslup kullanırken muhatabı insan olduğu için, insana dair insan psikolojisine dair pek çok konuyu da gündeme getirir. Bu konudaki düşüncelerinizi alabilir miyiz?
Kur’an, etrafımızda dönüp duran kâinatı ve içindekileri yorumlayıp anlattığı gibi insanı da kendisine ait özellikleri ile merkeze almaktadır. Bu nedenle, insanın anatomik, ruhsal ve psikolojik yapısı ile alakalı bilgilerin tümünün, Kur’an’ın insana rehberlik sürecinde göz ardı edilmediği görülecektir. İnsanın yaşamı boyunca yaşadığı ruhsal geçişler, etkisinde kaldığı psikolojik etkileşimlerin tamamı, Kur’an ayetlerinin satır aralarında yer almaktadır.
Duygu, düşünce ve davranışlar, insanların kendileri ve içinde yaşadıkları toplum ile barış ve huzurla yaşamaları için çok önemlidir. Duygu ve heyecanlar, irademizle yaptığımız davranışların kaçınılmaz sonucudur. Hayatımız boyunca karşılaştığımız ve yaşadığımız olaylar ve davranışlar bizde sevinç, üzüntü, gülme ve ağlama gibi birçok duygu ve heyecanların yaşanmasında etkili olurlar. Örneğin, alay edilmek insanı üzerken, başarılı olmak, hayatın tüm zorluklarını aşmak da mutlu eder, ama hakaret veya kötü bir söz işitmek ise öfkelendirir. Olumlu ya da olumsuz tezahürlerinin göründüğü işte bu duygular, insanın ruhsal durumunu yansıttığı gibi kendisini iyi ya da kötü hissetmesine de sebep olur. Olumlu duyguların tezahür etmesi için insanın duygusal ve bedensel temel ihtiyaçların karşılanması gerekmektedir. Bu tarz yaşamsal gereksinimleri giderilmeyen kişi ve toplumlarda istenmeyen olumsuz duygu ve davranışların harekete geçmesi kaçınılmazdır. İşte kin ve nefret de olumsuz bu duygulardan biridir. İnsanın bireysel ve toplumsal hayatında huzurlu olabilmesi için kaygıya ve üzüntüye neden olabilecek bu türden olumsuz duygularını kontrol etmesi ve bunlarla baş edebilmesi gerekir. Bu bağlamda psikoloji insanın duygusal anlamda yaşadığı bu tür problemlere çözüm yolları bulmaya çalışırken, din de aynı amaç doğrultusunda bireye iki cihan saadeti sağlamak için bir takım prensip ve ilkeler ortaya koyar. Bu yönüyle dinin bir anlamda davranışları güdüleyen işlevsel bir yönü vardır.
Bu amaçla yine Allah, teocentrik bir üslup ile “ (Cennette) onların altından ırmaklar akarken, kalplerinde kinden ne varsa hepsini çıkarıp atarız. Ve onlar derler ki: “Bizi bu nimete kavuşturan Allah’a hamdolsun! Allah bize bahşetmeseydi biz kendiliğimizden elde edemezdik. Hakikaten Rabbimizin elçileri gerçeği getirmişler.” Onlara, “İşte size cennet. Yapmış olduğunuz iyi amellere karşılık o sizin oldu.” (el-Âraf,7/43) diye seslenilir. Konumuza esas olan Allah merkezli anlatıma sahip bu ayet, insanın hayatına inanç ve ritüelleri ile müdahale ederek onun anlamlı, kendisi ve çevresiyle barışık bir hayat yaşamasına imkân vermesi, ümitsizliğe ve boşluğa düşmesini engellemesi tamamen Allah’ın kulları için tasarladığı dünya ve ahiret hayatı modelidir. Bu nedenle insandan kin, nefret ve öfke gibi duyguların giderilmesi anlamında olan emir ve tavsiyelerin tamamı ilahi kaynaklı olup Allah merkezli anlatıma uygun bir üsluptur.
Mucize vb., eylemi bizzat Allah’a (c.c.) ait ilahî olgu ve olayların, aynı kapsamda ahiret ile ilgili olayların ya da kevnî olgu ve olayların –gayet doğaldır ki- Allah merkezli anlatımında Kur’an’ın bizlere neler söylediğini birkaç örnekle izah eder misiniz?
Mucize Allah’ın dilediği bir zamanda peygamber olarak gönderdiği insanların elinden tamamen Risalet’in doğruluğunu ispat sadedinde meydana gelen olağanüstü olgu ve olaylardır. Yani tamamen Allah’a ait bir eylemin insan eliyle meydana geliyor gibi icrasından başka bir olay değildir. Burada da yine amaç başından beri ısrarla vurgulamaya çalıştığımız gibi Allah’ın kudret sahibi bir ilah olduğu vurgusudur. Mekke müşrik toplumunun kurguladığı şirk anlayışının varlığı ile mucizeyi bir arada anlamaya çalıştığımızda, nasıl bir anlam ifade ettiği daha iyi anlaşılacaktır. Çünkü bu türden olağanüstü bir eylemi yapmaya muktedir bir ilah anlayışını ortaya koyan mucize ile yanlış ilah algılarının tamamı yok edilmektedir. Beşeri olgu ve olayların Allah merkezli anlatımı ile ortaya konan kudret vurgulu ilah, bir beşerin elinden gerçekleşen mucize ile artık inkârından söz edilemeyecek şekilde ispatlanmış ve inkâra mahal bırakmayacak bir hale gelmiştir.
Mucize, Risalet’in temsilcisi olan peygamberlere Allah tarafından sağlanan bir moral takviyesidir. Çünkü nebi, içinde yaşadığı toplumun inancına, değer yargılarına ve âdetlerine aykırı yeni kurallar getirir. Sonuçta, toplumun dinî, sosyal ve ekonomik dengeleri değişir. Bu ise, aristokrat zümrenin kabullenemeyeceği bir durumdur. Hz. Peygamberin (s.a.v.) bu zümreyle anlaşarak tebliğ vazifesini yerine getirmesinin de imkânı yoktur. Hal böyle olunca peygamberlerin karşılaşacakları zorluk ve sıkıntıları tarif etmek, yaşadıkları ruhsal ve psikolojik sıkıntıları gidermek bir hayli güç olmaktadır. Kur’an-ı Kerim’de bu anlamda peygamberlerin yaşadıkları zorluklar ve bu zorluklar karşısındaki davranışları anlatılmaktadır. İşte Allah bu anlamda mucize ile peygamberlere haklılıklarını ispat etmeleri için ellerinden ortaya çıkardığı bu olağanüstü eylemlerle moral vermekte, motivasyonlarını artırmaktadır. Nihayetinde insan olan peygamberlerin böylesine bir durum karşısında oluşan olumsuz ruh halini yaşamaları mümkün olduğundan mucize ile bu halin bertaraf edilmesi Allah’ın peygamberlerine olan rahmetini ifade etmesi anlamında oldukça manidardır. Çünkü mucize ile peygamberler, söylediklerinin hak olduğunun karşı tarafta anlaşılması ile huzur bulacaklardır.
Diğer taraftan mucize, determinist anlayışın insanlara yaptığı sebep-sonuç ilişkisine dayalı bir hayat anlayışının baskısını ortadan kaldırmaktır. Çünkü sebep-sonuç ilişkisi üzerine kurulu bir hayat algısı güçsüz, etkisiz, sıradan bir ilah tasavvurunun hâkim olmasına neden olacaktır. Bilindiği gibi mucize dünya hayatının kurulu düzenine aykırı, determinizmin hâkim olduğu kuramların tamamını altüst eden, tepeden, direkt bir müdahaledir. Böylece insanlık tarihinin çeşitli evrelerinde ortaya atılan deizm, teizm, panteizm, pan-enteizm vb. gibi tamamen yanlış aklın ürünü olan ilah tasavvurlarına reddiye verilmektedir.