Kur’an’da Teklif ve İmtihan / Doç. Dr. Süleyman Kaya

Kur’an’a dayalı bir misyonun gereği olarak insanın ne ile imtihan edildiğini bilmesi noktasında Kur’an’da imtihan konusu hangi çerçeveye oturtulmuştur? Teklif noktasında nasıl düşünmemiz istenmektedir?

Kur’ân’da imtihan konusu insana atfedilen ‘halîfe’ nitelemesinden hareketle insan üzerinden şekillenir. O, bu kıymetini varlıklar arasındaki ayrıcalıklı nitelemeden alır. Yüklendiği sorumluluk da bu ayrıcalık üzerinden temellendirilir. Bir ayette şöyle buyurulur: “Sizi yeryüzünün halîfeleri kılan, verdiği şeylerle denemek için sizi derece bakımından birbirinizden üstün kılan O’dur. Şüphesiz Rabbin cezası çok çabuk olandır. Yine O, gerçekten bağışlayan ve merhamet edendir.” 1

Arapçada halîfe, kendinden öncekinin yerini alan, aslın yerine geçen, sultan, vekil anlamlarına gelmektedir. Kavramın Kur’an’da kullanıldığı yerler, insana verilen değeri açıkça göstermektedir. Bu konuyla ilgili olarak en dikkat çekici kesit Bakara 30-34 arasında geçen pasajda yer alır. Allah ile melekler arasında geçen bir diyalog çerçevesinde sembolleştirilerek anlatılan insanın halife oluşu, ona verilen ayrıcalığı dillendirmekte; burada, meleklerin dahi ona saygı duyuşundan (secde) bahsedilmektedir. Âyette geçen ‘halîfe’ kelimesiyle Hz. Âdem’in şahsında insanoğlunun kastedildiğinde şüphe yoktur.2

Aslında Kur’ân’ın bütünlüğü üzerinden bakıldığında halife olarak insanın, varlık içerisinde merkeze oturtulduğu görülür. Çünkü varlık olarak her şey adeta onun için düzenlenmiş ve onun misyonunu tamamlamak için kurgulanmıştır. Bu konum Şeyh Galib’in, “Hoşça bak zâtına kim zübde-i âlemsin sen/ Merdûm-i dîde-i ekvân olan âdemsin sen” dizelerini hatırlatır. Kur’ân’ın kullandığı ‘sehhara’ kelimesi bağlamında dile getirilen anlam örgüsü bunu çok net ortaya koyar. Sadece şehadet âlemi değil manevi varlık âlemine dair bahsedilen her şey de adeta onun bu misyonu için yaratılmıştır.

Kur’an, bir yandan insanı ontolojik olarak tanımlayıp evrendeki özel konumuna vurgu yaparken diğer taraftan onun varoluş amacını da ortaya koymaktadır. “Gerçek şu ki kendinden ‘insan’ olarak söz edilmeye değer bir varlık haline gelinceye kadar insanın üzerinden uzun zaman geçti. (Nihayet üreme safhasına geldiğinde) biz insanı karışık bir sudan yarattık. Onu imtihan etmek maksadıyla yarattığımız için, kendisine işitip görme, anlayıp kavrama kabiliyeti verdik.”3 âyetleri bu gerçekliği ifade etmektedir. Ayetlerde bir taraftan onun halifeliğine değinilip akıl ve idrak gücü öne çıkartılırken4  diğer taraftan onun varlık içerisindeki acizliğine dikkat çekilmişir.Dolayısıyla bir kere insan, bu çok yönlü konumunun farkına varmalıdır.

Eğer insan, varlık içerisindeki yerini Kur’ân’ın çerçevesini çizdiği bu ontolojik anlatımdan hareketle konuşlandırıyor ve inanıyorsa zaten sorumluluğunun farkına varmış demektir. Bundan sonra ondan, kabullendiği inanç üzerinden ona yüklenen sorumluluk alanında istenenleri (teklif) yerine getirmesi beklenir. Elbette ki insan, yürüdüğü bu kulvarda taşıdığı zafiyetler dolayısıyla bazı sürçmeler yaşayacaktır. Haddizatında bunlar, imtihan olmanın da bir gereğidir ve hatta tecrübe edilmesi olası hususlardır. Ama bunlardan her birinin telafisi vardır. Bu telafi bazen ölene kadar açık bırakılan tevbe kapısıyla olur bazen de Allah’ın rahmet, merhamet ve mağfireti bağlamında yine sebepler dahilinde meccanen sağlanır.

Yani teklif veya sorumluluklar, insanın altından kalkamayacağı sorumluluklar dizesinden oluşmaz. Aksine hepsi gücü nispetinde onun çapına uygun şeylerdir. Bu fıtrî yapısıyla o, ahsen-i takvimdir. Esfel-i sâfilîne doğru kayıp kaymaması tamamen kendi öz iradesiyle alakalıdır.

Kur’an’a göre insanın imtihan şartlarında neler var? Teklife muhatap varlıklar açısından bu şartların incelik ve farklılıkları var mı?

Yukarıda da vurgulanmaya çalışıldığı gibi Kur’ân’ın insana atfettiği özel konum bu şartların en önemlisidir. Hatta yapılan açıklamalara şunu da ekleyebiliriz. Kendisine biçilen özel durumdan dolayı insan, Kur’ân’ın anlatımı içerisinde Allah’ın zatından sonra kendisine odaklanılan en önemli tek varlıktır. İnsan bu ayrıcalığını sahip olduğu akıl, idrak ve ihtiyarından almaktadır. Belki buna kısaca bilinç denilebilir. Ona bu noktada benzeşen en önemli varlık “cinlerdir”. Bu durum Kur’ân’da şöyle ifade edilir “Bir zamanlar cin topluluğundan bir grubu, Kur’an’ı dinlemek üzere sana doğru yönlendirmiştik. Yanına geldiklerinde “Susup dinleyin!” dediler, okuma sona erince de uyarıcılar olarak kendi topluluklarına döndüler. Ey halkımız! dediler, “Biz Mûsâ’dan sonra indirilmiş, kendinden öncekileri onaylayan, gerçeğe ve doğru yola kılavuzluk eden bir kitap dinledik. Ey halkımız! Allah’ın davetçisine uyun ve ona iman edin ki, Allah günahlarınızı bağışlasın ve sizi acılı azaptan korusun.””6  Bu sebeple başka bir ayette “Ben cinleri ve insanları, sadece bana kulluk etsinler diye yarattım.”7 buyurulmuştur. Ama Kur’ân’ın cinler üzerinden yaptığı bu vurgular dahi onun imtihan konusunda merkeze alındığını vurgulamak üzere dile getirilmiştir.

İnsanın imtihan şartları açısından belki burada vurgulanması gereken en önemli hususlardan biri akledebilme ve güç yetirebilme ile sınırlandırılmış oluşudur. Bu da en özet şekliyle Hz. Peygamber’in (s.a.v.) hadisinde şöyle ifade edilmiştir: “Üç kişiden sorumluluk kaldırılmıştır. Uyanıncaya kadar uyuyandan, buluğa erinceye kadar çocuktan ve aklî dengesine kavuşuncaya kadar deliden.”8 Bunun Kur’ân’da en bilindik ifadesi “Allah hiçbir kimseyi, gücünün yetmediği bir şeyle yükümlü kılmaz.” ayetidir.9 Herkesin malumu olduğu üzere gücün yitirildiği yerde sorumluluk düşer. Namaz, oruç, zekât ve hac gibi İslam’ın temel ibadetlerinde dahi sıkıntıya düşüldüğü anda tanınan ruhsatlar burada hatırlanabilir.

Belki sorunuzda vurguladığınız teklife muhatap varlıklar açısından bu şartların incelik ve farklılıkları hususunda önemli bir noktayı burada vurgulamakta fayda vardır. O da sorumluluğun sahip olunan imkân ve şartlar doğrultusunda artıp eksilmesidir. Örneğin peygamberlerin diğer insanlara göre sorumlulukları kıyaslanamayacak ölçüde daha fazladır. Cahile göre âlimin, fakire göre zenginin, güçsüze göre güçlünün sorumluluk yükü kademeli olarak artmaktadır. Bunu en somut şekilde zekâta muhataplık açısından örneklemek mümkündür. Neticede zekâtla mükellef olan herkes aynı oranda zekât vermemekte, zenginlik oranının artmasına paralel olarak verilecek miktar da artmaktadır. 

Sahip olunan konuma veya imkâna göre sorumluluğun artıp eksildiğini, diğer hanımlara göre peygamber hanımlarının örneklik ve öncelik sorumluluğunun daha fazla olacağını belirten ayet üzerinden de görmek mümkündür. O ayette şöyle buyurulur: “Ey peygamber hanımları! Siz herhangi bir kadın gibi değilsiniz. Eğer günahtan sakınmak istiyorsanız sözü edalı bir tavırla söylemeyin ki, kalbinde çürüklük olan kimse ümide kapılmasın. Ayrıca düzgün söz söyleyin.”10 Dolayısıyla tek tip bir imtihandan ziyade insana göre imtihandan söz etmek lazımdır. İmtihanın hangi boyutunda yer aldığını biraz da insan kendisi fark etmelidir. Hani bir anekdotta vurgulandığı gibi dağdaki ile bağdakinin imtihanı birbirinden farklı olacaktır. 

Burada son olarak teklifte, bireysel sorumluluğun öne çıkartıldığını ama toplumsal sorumluluğun da görmezden gelinmediğini vurgulamakta fayda vardır. Yani Müslüman kabuğuna çekilerek yaşamakla imtihanını bütün boyutlarıyla yerine getirmiş olamaz. Toplumsal boyutu olan sorumluluklarını da yerine getirmek zorundadır. Topyekûn bir seferberlik niteliğinde olan Tebük savaşına çıkmayan Müslüman bir grup üzerinden ağır bir eleştiri tonuyla anlatılan imtihan sürecinin çileli yolculuğunu Tevbe suresinden iyi okuyup anlamak gerekmektedir.

İnsanın imtihan konularında neler var ve iman / amel noktasında nelerle imtihan edilmektedir? Modern ve postmodern algılar, bu gerçeği değiştirir mi? Konuya nasıl yaklaşılmalı?

Bu soruya insanın imtihan konularında ‘her şey var’ diyerek cevap vermek en uygun olanıdır. Bunları sayıp dökmek mümkün değildir. Çünkü her insan adeta ayrı bir dünya gibidir. Dolayısıyla her bir kişi yüzleştikleriyle diğerlerinden farklılaşır. Sanki bu, bedenlerimizin, kimliklerimizin farklılığı gibi bir durumdur. Kur’ân, somutlaştırma adına dünya imtihan şekillerinden sadece bazılarını sayar, hepsini sayıp dökmez. Zaten böyle bir şey mümkün de olmaz. Mesela “Mallarınız ve çocuklarınız sizin için ancak bir imtihandır; büyük mükâfat ise Allah’ın katındadır.”11 veya “Andolsun ki sizi biraz korku ve açlıkla; mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltmekle sınayacağız. Sabredenleri müjdele!”12 âyetleri Kur’ân’ın somutlaştırdığı imtihan çeşitlerine örnek verilebilir.

İmtihan konularında nelerin olduğunu asıl Kur’ân’ın şu ifadeleri üzerinden düşünmek gerekmektedir: “Her can ölümü tadacaktır. Denemek için sizi kötü ve iyi durumlarla imtihan ederiz. Sonunda bize geleceksiniz.”13 ve “Onları grup grup yeryüzüne dağıttık. İçlerinden bazıları iyi kimselerdir, bazıları da böyle değildir. Bu sonuncuları, belki dönüş yaparlar diye, iyi durumlarla da kötü durumlarla da imtihan ettik.”14 âyetlerinde geçen “hayır ve şer”, “hasenât ve seyyiât” ifadeleri, yukarıda “her şey” diye ifade ettiğimiz imtihanın kapsam alnının aslında çok geniş ve değişken olduğunu anlatmaktadır. Bunlar içinde, sadece hoşa gitmeyen ve insana sıkıntı veren durumlar değil hoşa giden ve dünya adına keyif alınabilecek birçok şey de vardır. Yani yokluk da varlık da bir imtihan vesilesidir. İmtihanın illa da can sıkıcı bir durum üzerinden gerçekleşmesi gerekmemektedir. Mesela Allah, Süleyman (a.s.)’ı hiç çaba göstermeden yanına gelen tahtla denemiştir. Kur’ân’da bu şöyle anlatılır: “Bu konuya dair) kitaptan bir bilgisi olan ise, “Ben onu sen göz açıp kapayıncaya kadar getiririm” diye cevap verdi. Süleyman, tahtı yanı başına yerleşmiş olarak görünce şöyle dedi: “Bu, şükür mü yoksa nankörlük mü edeceğim diye beni sınayan Rabbimin bir lütfudur. Şükreden ancak kendisi için şükretmiş olur, nankörlük edene gelince, o bilsin ki Rabbimin hiçbir şeye ihtiyacı yoktur, kerem sahibidir.”15 Hatta denilebilir ki varlıkla/nimetle imtihan daha çetin bir imtihan sürecidir. Önemli olan deneme sürecinin farkında olmak ve o durum neyi gerektiriyorsa onu yapmaktır. Hz. Süleyman’ın bu imtihan karşısında şükrü seçtiğinin anlatılması bizler için uyarıcı niteliktedir.

İman-amel konusunda nelerle imtihan edilmektedir sorusunun cevabı aslında az önce bahsedilen imtihanın kapsam alanıyla ilgili verilen içerikte mündemiçtir. Bunu kategorize etmek gerekirse inanç, ibadet, muâmelât ve ahlak diyebiliriz. Bunlar ana hatlarıyla hemen her Müslüman’ın bilgi sahibi olduğu şeylerdir. Malumat olarak bunların ayrıntısında boğulmaktan ziyade bilinen kadarını yapmak imtihanda başarılı olmanın en kestirme yoludur. Bugün Müslüman’ın en çok ihtiyacı olan şey de bildiğini yaşamaktır. O gerçekleşse mesele büyük ölçüde çözümlenecektir.

Sorunuzun bir başka yönü modern ve postmodern algının bunları değiştirip değiştirmediğidir. Doğrusunu söylemek gerekirse modern ve post modern dönem, insanlık tarihinde her yönden çok yönlü kırılmayı ifade eden birkaç dönüm noktasından biridir. Böylesi durumlarda insanlığın özellikle inanç konularında ciddi dönüşümler yaşadığından bahsedilir. Bu realiteyi dikkate alarak hareket etmek gerekmektedir. Ama şu da bir gerçektir. İnanç tarih boyunca insanın ayrılmaz bir parçası olarak devam edegelmiştir. Modern ve postmodern dönemde ve sonrasında da şüphesiz devam edecektir. Burada yapılması gereken temel sabitelerden taviz vermeden toplumsal dönüşümün gerçekleriyle yüzleşmektir. Allah’ın insana bıraktığı bilinçli boşluk alanlarında insana dokunabilmelidir. Dolayısıyla değişmeyen imtihana muhataplık temel ilkesi dışında değişmesi gerekenleri de değiştirmek gerekmektedir. Modern ve postmodern dönem Müslüman açısından bu yönüyle sıkıntılı geçmektedir. Yaklaşık on sekizinci yüzyıldan bu yana kanayan bir yara vardır. Tartışılan ama çözüme kavuşturulamayan birçok konu bulunmaktadır. Röportaj formatı bunlar için yeterli değildir. Daha fazla deşmeye de şimdilik gerek yoktur.

Kur’an’da imtihana ait müşkiller konusu çok derinliği olan ve bugün de ancak bir irfan penceresinden bakmakla idraki mümkün görünüyor. Bu konuda düşüncelerinizi alabilir miyiz?

Bilindiği gibi inanç bir tercih işidir. İnanç konuları ma‘kûlattan ibarettir ama tamamen akılla çözümlenebilen bir alan değildir. O yüzden bütünlük içerisinde değerlendirildiğinde içerisinde müşkilleri de barındırmaktadır. İmtihanın en önemli nirengi noktası inanç aşamasıdır ki o da insanın iradesine bırakılan bir tercihtir. İmtihanın amel kısmıyla ilgili konular bu adım atıldıktan sonra, tabiri caizse bu kapıdan girildikten sonra başlamaktadır. 

İnanç konularındaki imtihan alanları, salt akıl yordamıyla sorgulanıp dört dörtlük çözüm aranmak istenirse müşkillerle yüzleşilir. Çünkü Ziya Paşa’nın dediği gibi “İdrâk-i maâlî bu küçük akla gerekmez/Zira bu terazi o kadar sıkleti çekmez.” İşte burada irfânî anlayış devreye girer. Allah’ın sıfatları, yaratılışın başlangıcı, sınır ve sırları, cennet ve cehennem, ruhun mahiyeti gibi konular adeta aklın ‘sidretü’l-münteha’sına işaret eder. Bu durumlarda Aziz Mahmûd Hüdâyi’nin “Zahirde kalan kişi güç etme âsân işi/Gider gayri teşvişi, tevhide gel tevhide.” sesine kulak vermek yerinde olacaktır. Yani bu noktada akıl, sınırlılığını akletmelidir. Eğer akıl, yüzleştiği bu müşkil durum karşısında haddini bilir teslim olursa işte bu iman olur. Teslim olmazsa da inkâra düşer.

İnandıktan sonra insana, yaratılışın hikmetini aramak ve o hikmetlerden ders alarak acziyetini idrak içerisinde kulluğunu ifa yaraşır. Burası artık ‘kâl’den ziyade ‘hâl’ alanıdır. Bir nevi irfani düşüncenin işlevsellik alanıdır denilebilir. İnançla ilgili hususlar, teorik düzlemde inadına çözme aşkından (kâl) vazgeçilmiş, hikmet anlayışı üzerinden şekillenen irfani düşünceyle ‘hal’e dönüşerek çözümlenmiş ve yaşamdan ‘keyif’ alınır hale bürünmüştür. Buradaki ‘keyif’ den seküler anlayış bağlamında anlaşılabilecek zevk-ü sefa kastedilmemektedir. Aksine aklın, inanç konularındaki yetersizliğini hissedip bocalama noktasına geldiğinde (müşkil) yöneleceği teslimiyet alanının kazandırdığı manevî hazdan söz edilmektedir. İnsanın takındığı bu hal, aklın teorik alanda yürüttüğü zorlama veya zorlanmaların pratiğe yani hale dönüştüğü noktadır. Bu aşamadan sonra inancın rehberliğinde varlığın içerisinde anlamlı, huzurlu bir hayat başlamış demektir. Artık varlık, yaratılış ve hayat bir anlama bürünmüştür. Varlıkta sünnetullah kuralları hâkimdir. “Yedi gök, yer ve bunlarda bulunanlar O’nu tesbih eder; O’nu hamd ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Fakat siz onların tesbihini anlayamazsınız. O halîmdir, bağışlayıcıdır.”16  âyetiyle dile getirildiği gibi her şey kendi dilinde Allah’ı zikretmektedir. Yapraklar, çıkardığı hışırtı ile Allah’ı tesbih eder. Kuşlar, Allah Allah diye öter, arı vızıltısı, tesbihata dönüşür. Yani “Göklerde ve yerde bulunan her şey Allah’ı tesbih etmektedir. O, Aziz’dir, Hakîm’dir.”17 Kısacası artık “Hanginizin davranışça daha iyi olduğunu imtihan etmek için ölümü ve hayatı yaratan O’dur. O, güçlüdür, çok bağışlayıcıdır.”18  pasajında dile getirilen doğum ve ölüm arasındaki çizgi ‘davranışça daha iyi olanın’ kazanacağı bir imtihan alanı olarak belirginleşmiştir. Artık bu alanda Hakîm Tirmizî’nin anlayışıyla sadr, kalp, fuâd ve lübb arasındaki ilişki nûr ile kurulacaktır. Mânevî derinliğin her bir katmanın kapısından nûrun sağladığı ışıkla geçilerek zirve yakalanacaktır.

Yine Hakim’e göre, bu yolculukta bedenin marifeti hissidir. Duyu organları aracılığı ile gerçekleşir. Kalbin marifeti yakînliktir. Marifet ise, manevi yükselişin zirvesi olan lübb kapısının anahtarıdır. Marifet hâkimiyet sağlayınca kalbi, aklı etkiler ve damarlarda dolaşan şehveti kontrol ederek mümini günahtan kurtarır. Böylece nefsin emmâre, levvâme, mülheme, mutmainne, râdıye, merdıyye noktaları aşılarak “Ölmeden önce ölünüz” hali yakalanılarak nefs-i kâmile yani takvanın zirve noktasına erişilmiş olur.

Peygamberler ve imtihan konusu, Allah-kul ilişkilerinde en üst düzeyde bir “modelleme” ve anlamaya çalıştığımız “imtihanın” bizzat onların hayatlarında üst düzeyde temsili olduğu anlaşılıyor. Düşüncelerinizi alabilir miyiz?

Allah-kul ilişkisinde, Peygamberler ve imtihan konusu, elbette ki en üst düzeyde bir “modelleme”dir. Peygamberlerin gönderilişinde hem bir rehberlik ve hem de yaşadıkları imtihan süreci açısından bir modelleme vardır. Rehberlik ve sorumluluk konusunda diğer insanlardan farklılıkları “De ki: Allah’a itaat edin; Peygamber’e de itaat edin. Eğer yüz çevirirseniz şunu bilin ki, Peygamber’in sorumluluğu kendisine yüklenen (tebliğ görevini yapmak), sizin sorumluluğunuz da size yüklenen (görevleri yerine getirmeniz) dir. Eğer ona itaat ederseniz, doğru yolu bulmuş olursunuz. Peygamber’e düşen, sadece açık-seçik duyurmaktır.”19 âyetiyle açıkça ortaya konmuş olmaktadır.

Bu durumda peygamberlere yüklenen görev evvel emirde “tebliğ”dir. Ancak böylesi özel bir görevle muttasıf olan kişilerin insanlara ulaştırdıkları tebliğin muhtevası dışına çıkarak “görev kusuru” işlemeleri de mümkün değildir. Bu yüzden İslâm âlimleri, peygamberlerin sahip oldukları bir kısım sıfatları sıralarken, bunlardan biri olarak da “İsmet” sıfatını saymışlar; “İsmet”i, gücü yettiği halde günahtan kaçınma melekesi olarak tarif etmişlerdir. Peygamberlerin, vahiy almaları, aldıkları vahyi tebliğ etmeleri, kulluğa ters düşecek ahirete müteallik herhangi bir konuda günah işlememeleri noktasında ismet sahibi oldukları söylenmiştir. Aksi hâlde hataları, ümmetlerinin yanılmasına sebep olur ve onların peygamber gönderilmelerindeki gayeye ters düşerdi. Allah’ın onlara itaati emretmesi20  abes olurdu. Oysa onlar imtihanın her çeşidi bakımından diğer insanlar için üsve-i hasenedirler. Bu özellikleri Hz. Peygamber (s.a.v.) nezdinde “İçinizden Allah’ın lutfuna ve âhiret gününe umut bağlayanlar, Allah’ı çokça ananlar için hiç şüphe yok ki, Resûlullah’ta güzel bir örneklik vardır.” âyetiyle dillendirilmiştir.21

Peygamberlerin sıfatları arasında “İsmet” sıfatının sayılmış olması, onların bu özelliğe çaba harcamadan, gayret göstermeden ulaştıkları anlamına gelmez. Aksine diğer insanlara göre daha ağır imtihan şekillerinden geçtikleri halde bu özelliklerine zarar verecek bir zafiyet göstermediklerini veya başka bir ifadeyle, bulundukları üstün dereceye, yüzleştikleri imtihanlarda gösterdikleri üstün başarı sayesinde ulaştıklarını ifade eder. Nitekim Kur’ân’da, peygamberlerin geçirdikleri ağır imtihan serüvenlerinden birçok örnek anlatılır. Hatta bu örnek anlatımların ilki ilk insan Hz. Adem ve eşi ile başlatılır22 ve örnek olsun diye tevbe kapısından girerek nasıl arındıkları “Dediler ki: Rabbimiz! Şüphesiz biz kendimize zulmettik. Şayet bizi bağışlamaz ve bize merhamet etmezsen muhakkak ki hüsrana uğrayanlardan oluruz.”23  şeklinde anlatılır. Hz. Nûh’un, Hz. İbrahim’in, Hz. Yusuf’un, Hz. Eyyub’un, Hz. Musa’nın ve Hz. İsa’nın başından geçen yakıcı imtihan şekilleri herkesin çok bildiği örneklerdir. Hz. Peygamber’in (s.a.v.) hayatı da her tür imtihanın cereyan ettiği misallerle doludur. Mesela o, az yer az uyur ama çok çalışır ve herkesten çok ibadete vakit ayırırdı. Onun adına günahtan söz edilemeyecek olmasına rağmen en çok tevbeyi yine o yapardı. Hoşgörülüydü. Yumuşak huylu ve yumuşak sözlüydü. Onun için Müslüman’ı tarif ederken “elinden ve dilinden diğer insanların emin olduğu kimse” olarak niteliyordu.

Akıbetimizi hayr eylemesi temennisi ile tekrar teşekkür ediyorum.

 

1- En’âm 6/165.
2- Ebu’l-Kâsım Mahmûd b. Ömer
ez-Zemahşerî, el-Keşşâf ’an hakâiku
Ğavâmidi’d-tenzîl ve Uyûni’l-ekâvîl
fî vücûhi’t-te’vîl, thk. Âdil Ahmed
Abdu’l-Mevcûd-Ali Muhammed
Muavvid (Riyad: Mektebetü’l-Abî-
kan, 1998).1/351.
3- İnsan 76/1-2.
4- Mülk 67/23; İnsan 76/2.
5- Nisa 4/28; Meâric 70/19; Enbiyâ
21/37; Ahzâb 33/72;;58 Hûd 11/9;
Hac 22/66; İsrâ 17/67.
6- Ahkâf 46/29-31
7- Zariyat 51/56.
8- Muhammed b. ‘İsâ et-Tirmizî,
el-Camiu’s-sahîh, thk. İbrahim Atve
’Ivaz (Kahire: Muhammed Mahmud
Halebi Şirketi, 1975). Hudûd 1.
9- Bakara 2/286.
10- Ahzâb 33/32.
11- Teğâbûn 64/15
12- Bakara 2/155.
13- Enbiyâ 21/35.
14- A’râf 7/165.
15- Neml 27/40.
16- İsrâ 17/44.
17- Hadîd 57/1.
18- Mülk 67/2.
19- Nur 24/54.
20- Âl-i İmran 3/31,32; A’raf 7/158.
21- Ahzâb 33/21.
22- Tâhâ 20/115-124.
23- A‘râf 7/23.