Bir müminin öncelikle görevi, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat fırkasından olan âlimlerin bildirdiği bir şekilde, tenzih ve takdis şartlarına uygun olarak Rabbine iman etmek, sonra da Kur’an ve hadis-i şeriflerin rehberliğinde O’nun emirleri ve yasakları doğrultusunda Rabbine kulluk ve ibadet etmektir. Bu akide İslam binasının temelidir. Temeli böyle sağlam kurulmayan İslam binasının bir gün yıkılıp harap olmaktan başka şansı yoktur. Zira ancak bu akide üzerine yapılan ibadetler Allah katında bir kıymet kazanır.
İbadet etmek, içine her eylemi alabilecek geniş bir kavramdır. Şöyle ki güzel bir niyet ile dünyevi bilinen her iş ibadete dönüşebilir. Bu nedenle Kur’an’da naslarla bildirilen namaz, oruç, zekât, hac gibi bilindik ibadetlerin dışındaki her duygu ve eylem, güzel bir niyetle ibadet kapsamı içerisinde Allah katında bir değer kazanır. Yani güzel bir niyet, ibadet olarak bilinmeyen birçok eylemi, Allah katında ibadet kapsamına dâhil ederken, suiniyet de ibadet olarak bilinen birçok değeri ibadet olmaktan çıkarıp, günah bir fiil gibi, cezaya mucip, kıymetsiz bir hale getirebilir. Bu nedenledir ki, münafık kişilerin amelleri bozuk niyetlerinden ötürü geçersiz ve kıymetsizdir. Yine ibadetlerini Allah’ın rızası için değil dünyevi menfaatler karşılığı yapanların ve ibadetlerine gösteriş ve riya katanların, amelleri de aynı şekilde ahiret ölçeğinde geçersiz ve değersiz olacaktır. Bu nedenle iki cihan serveri Efendimiz (s.a.v.) buyurmuştur ki:
“Mü’minin niyeti amelinden hayırlıdır.” (Mecmuu’z-Zevâid, I/61,109) veya “Ameller niyetlere göredir.” (Buhârî, Bedü’l-Vahy, 1).
Demek ki güzel bir niyet olmadan ibadet kapsamındaki işler, sıradan amellere dönebileceği gibi, güzel bir niyetle de sıradan işler ibadet değeri kazanıp Allah katında kulun değerini pek çok yüceltebilir.
Burada bir inceliğe daha değinelim ki, ibadetlerdeki niyetlerin de karışıklıktan kurtulup saflaşmaya ihtiyacı vardır. Yani onların da ihlâs süzgecinden geçirilmesi gerekir. Mesela oruç tutan bir insan hem oruca hem de zayıflamaya niyet etse amelinin sevabı azalır. Hatta kalbindeki niyeti zayıflamak olan kişinin orucu iptal olur da haberi olmaz. Hâlbuki sırf oruca niyet eden bir insan orucun manevi derecesine kavuşurken, dolaylı olarak zayıflayabilir de. Demek ki niyetlerin de kontrolden geçirilmesi, bu konuda nefs ve şeytana paye verilmemesi gerekir.
Niyetleri halis kılmanın İslam’da karşılığı ihlas duygusudur. İhlas sözcüğü saflıktan halislikten türemiş bir sözcüktür. Mesela altın saflaştıkça değeri artar, yani içindeki karışık elementlerden, maddelerden arındıkça kıymetlenir. Amellerdeki niyetlerin de böyle saflaşması sadece Allah rızası gibi ulvi amaç taşıması önemlidir, zira ancak bu halis niyetle yapılan ibadetler makbuldür.
Sonuçta bu dinin en önemli kurallarından birisi olarak, Rabbimiz bizden ibadetlerimizde ihlas duygusunu yakalamamızı istemektedir. Bu nedenle ibadetlerinde bir ömür ihlas kontrolü yapmak bir müminin vazgeçemeyeceği kulluk görevidir...
“Hâlbuki onlara, ancak dini Allah’a has kılarak, hakka yönelen kimseler olarak O’na kulluk etmeleri, namazı kılmaları ve zekâtı vermeleri emredilmişti. İşte bu dosdoğru dindir.” (Beyyine, 98/5)
“Hayır, öyle değil! Kim “ihsan” derecesine yükselerek özünü Allah’a teslim ederse, onun mükâfatı Rabbinin katındadır. Artık onlara korku yoktur, onlar üzülmeyeceklerdir.” (Bakara, 2/112)
“Allah sizin suretlerinize ve mallarınıza bakmaz, ancak kalplerinize ve amellerinize bakar.” (Müslim, Birr, 34)
Yukarıda zikredilen ayet ve hadis-i şeriflerde bu konunun ciddiyeti gayet açık ifade edilmektedir.
İhlasın zıddı ise riyadır. Riya demek, Allah’a değil, kullara beğendirmek için yapılan ibadetler demektir. Bir kulun ibadet yaparken kalbindeki baskın duygusu Allah’ın değil kulların beğenmesi olursa, böyle kişilerin ne haccı ne namazı ne sadakası vs. kabule şayan değildir.
“Ey iman edenler! Allah’a ve ahiret gününe inanmadığı hâlde insanlara gösteriş olsun diye malını harcayan kimse gibi, sadakalarınızı başa kakmak ve gönül kırmak suretiyle boşa çıkarmayın.” (Bakara, 2/264)
Çocukluğumuzdan itibaren çok açık gördüğümüz bir özelliğimiz vardır ki o da kendimizi çevremize beğendirmek ve sevdirmek için adeta can atmamızdır. Biliriz ki o çağlarda yaşadığımız bu duygular yadırganacak duygular değil gerekli duygulardır. Zira psikologların da tespit ve teşhislerine göre beğenilme, takdir edilme duygusu benliğimizi inşada önemli bir duygudur. Bu duygu sayesinde başarılı işler yapar, toplumda sosyal bir statü kazanır, öz güven sahibi yararlı insanlar oluruz. Dolayısıyla fıtri olan bu beğenilme, takdir edilme duygusu doğru şekilde kullanıldığında çok hayırlı sonuçlara vesile olur. Bir şey var ki bu duygu ibadetlere gelince de yok olmaz ve yine insanların takdir ve övgüsünü kazanmak isteriz. Dünya işlerinde başarılı sonuçlara vesile olan ve günah olmayıp yadırganmayan bu duygu ahiret işlerinde riya ve gösterişe dönerek amellerin özüne zarar veren hastalıklı bir virüse dönüşür. Bu nedenle ibadet ve taatta bu duygunun farkında olmak ve bu duyguyla mücadele etmek gerekir. Nitekim ihlas sahibi bir kul olmak için çok meşakkatli mücadeleler veren, hatta makam ve mansıbını bırakıp insanların gözünden düşmek için, kendini halktan gizleyen büyük velilerin hayat hikâyelerini çok dinlemişizdir. Manevi büyüklerin bu konudaki akılalmaz çabaları da gösteriyor ki ibadetin özü olan ihsan ve ihlas duygusunu yakalamak son derece önemlidir.
Ancak ben mümin kardeşlerimize ihlas duygusunu yakalamanın, günümüze uygun daha kolay bir yolunu önermek isterim. Hem de fıtratımızda olan beğenilme, takdir edilme duygusu ile mücadele etmek, onu yok etmeye çalışmak yerine tam aksine o duyguyu akıllıca yönlendirmek ve kullanmak suretiyle…
Şöyle ki, insanlar tarafından beğenilme, takdir edilme, alkışlanma, insan nefsini, tabiatını okşayan bir şey ve bu beğenilme yukarıda da belirttiğim gibi ibadet olmayan konular için sakıncalı olmayan, hatta “marifet iltifata tabidir” atasözüne göre yerinde ve dozajınca yapılması insanlık adına erdemli bir davranış. Aksi ise ancak haset ve kıskançlık gibi hastalıklara müptela kişilere zor gelen bir tutum. Zira dünyevi işlerdeki başarılar, mesleklerdeki ve sanatlardaki gelişmeler hepsi takdir ve iltifatla ivme kazanan olgular. İşin başka bir yanı ise, bizi beğenen onaylayan kişilerin aklına, ilmine, toplum içindeki sosyal statüsüne göre bu övgü ve iltifatların nefsimizde daha fazla değer ve anlam kazanması. Yani biz bir çocuğun beğenisi ile büyük bir kişinin beğenisi arasında kalsak büyüklerin beğenisini tercih eder, küçüklerin beğenisini es geçeriz. Veya toplum içinde sosyal statüsü yüksek, akıllı, bilgili, görgülü insanların onayını cahillere tercih ederiz ki bu da fıtri bir şey. O halde biz bu duygumuzu, bizi yaratan, sonsuz güç, kudret sahibi ve her türlü zenginliğin kaynağı olan Rabbimizin bizi beğenmesine dönüştürebilirsek, buradan ihlas duygusunu kolayca yakalayabiliriz.
Aksine bu beğenilme arzusu ile kullara iltifat edip, Rabbimizin bizi beğenmesini görmezden gelirsek o zaman da riya denen tehlikeli duyguya kapılarak çok büyük yanlış yapmış oluruz. Hâlbuki burada doğru olan duygu ve davranış, bizi de bizleri onaylayan kişileri de yaratan Rabbimizin bizi beğenmesini öncelemek ve gönlümüzü bu beğeniye açmaktır. İşte bu bakış açısı ile ihlas duygusunu elde etmek, aklını kullanabilen bir kişiye çok kolay olacaktır.
Bu duyguya bizi taşıyacak başka bir duygu da Allah’ın yeryüzünde sevdiği, değer verdiği, dostum dediği kulların bizi beğenisini diğer insanların beğenisine tercih etmektir. Mesela ashab-ı kiramın Efendimizin (s.a.v.) övgüsüne mazhar olması böyle bir şeydir ki, Resûlullah (s.a.v.) ashaptan çok kişiyi övmüş hatta cennetle müjdelemiştir. İşte böyle peygamber olmadığı halde beğenisi Allah katında kıymetli kullar, yeryüzünden eksik olmazlar. Buna yeryüzünde Allah’ın şahitleri denir. “İşte böylece sizin insanlığa şâhitler olmanız…” (Bakara, 2/143) Nitekim bu ayet-i kerime insanlar içinde böyle bir şahitliğini varlığını belirtmektedir. Bu şahitlikten ötürü ülkemizde örfi olarak cenazelerde hocalar cemaate dönerek, “Merhumu nasıl bilirdiniz?” diye sorarlar ve cemaatin şahitliğini sağlamış olurlar. Umulur ki bu sayede o cemaat içinde, şahitliği Allah katında makbul kullar olur, bu da cenazenin mağfiretine vesile olur diye bu uygulama gelenek haline gelmiştir. Lakin görüyorum ki bu inceliği anlamayan birçok yanlış tasavvuf kitabı ve sohbeti yüzünden insanların beğenilme arzusu yok ediliyor, buna çok üzülüyorum…
Ama çok şükür bu konularda eskiye oranla müspet yönde değişmeler de görüyor ve seviniyorum. Son sözlerim olarak bizler de inşaAllah bu ahlaki değişimleri gerçekleştirmek ve ümmeti bilinçlendirmek adına gayret etmeliyiz, diyerek yazımı noktalıyorum.
Allah’a (c.c.) emanet olunuz…