Dijital Çağda Bilim Sahtekarlığı: “Evrim Teorisi” / Fatih Buğra Sarper

Makro evrim ya da evolüsyon olarak ifade edilen “Evrim Teorisi” nedir? Nelerle temellendirilmektedir? Neyi esas alır?

Evrim teorisi (makro evrim veya evolüsyon) türlerin değişimi ve yeni türlerin oluşumunu canlı organizmalarda değişimlere neden olan birtakım faktörler ve tabii mekanizmalar ile açıklamaya çalışan teoridir. Yeterli zamanın verilmesi durumunda basit yapılı organizmaların çok daha karmaşık yapılı organizmalara dönüşebileceğini, canlıların soyağacında silsile hâlinde bir sonraki varlığın, önceki atalarından meydana geldiğini ve nihayetinde yeryüzündeki bütün canlı organizmaların ortak bir ataya dayandığını iddia eder. “Ortak ata teorisi” olarak da tanımlanan bu süreç soyağaçları oluşturularak açıklanmaya çalışılır.

Evrim teorisinin öne çıkan temel iki mekanizması vardır. Bunlardan biri rastgele mutasyonlar (genlerde meydana gelen hatalar, değişimler), diğeri ise doğal seleksiyondur. Evrim teorisine göre genlerde meydana gelen rastgele mutasyonlar organizmalarda değişime sebep olur. Bu farklı organizmalar (canlılar) hayatta kalma mücadelesi verirler. Diğer rakip canlılar arasında hayatta kalmayı başarabilen veya bulunduğu tabiata uyum sağlayabilen ve üreyebilen canlılar evrimleşir. Buna doğal seleksiyon denir. Doğal seleksiyon mekanizmasının en önemli unsuru ve aynı zamanda evrimin tetikleyicisi canlılar arasındaki amansız mücadele ve hayatta kalabilme savaşıdır. Bu süreçte kural yoktur.

Evrimcilerin iddia ettiği canlıların evrimsel silsilesinin genel kabul görmüş şekli şöyledir:

Dünya’nın oluşumu, ilkel çorba, RNA dünyası, DNA ve proteinin oluşması, ilk hücre, bakteri, ilkel hayvanlar, balık, hem suda hem karada yaşayan canlılar (amphibians), sürüngenler (bazılarının kuşlara dönüştüğü iddia edilir), memeliler, primatlar, maymunlar, maymunumsular, insansı maymunlar ve insanlar. Burada ilkel çorba (primordial soup) dediğimiz şey, çeşitli kimyasal maddelerin ve unsurların etkileşimi ile içinde canlılığın oluştuğu varsayılan karışımın adıdır. 

Evrim teorisine göre bir türden diğer türe geçiş sürecinde bazı canlılar meydana gelir. Bu canlılar “ara geçiş türleri, formları” olarak adlandırılır. Misal, balığın sürüngenlere evrimleşmesinden önce hem karada hem denizde yaşama yeteneği kazandığı varsayılan canlılar veyahut tam olarak uçma yeteneği kazanamamış (kuşa evrilmemiş) sürüngenler gibi.

Evrim teorisinin hangi esaslarda işlediğine gelecek olursak; Brown Üniversitesi biyologlarından teistik evrimci Kenneth Miller, evrimin tabii yani yönlendirilmeyen bir süreç olduğunu belirtir. Yine aralarında Harvardlı evrimci biyolog Richard Lewontin’in de bulunduğu 100’den fazla evrim yanlısının ABD’de bulunan Ulusal Biyoloji Öğretmenleri Ortaklığına (National Association of Biology Teachers) yazdıkları açık mektupta, “evrimin denetimsiz ve yönlendirilmeyen bir süreç” olduğu açıkça ifade edilmiştir. Zaten Darwin de canlıların türleşmesi ve doğal seleksiyon sürecinde, esen bir rüzgârın yönü kadar dahi bilinçli bir tasarımın, ilahî bir yönlendirmenin söz konusu olmadığını belirtir. Yani evrim teorisi rastgelelik, tesadüf ve gayesizliği esas alır.

Zaman içinde maddede meydana gelen değişimleri ifade eden “mikro değişim”, “tekâmül”, “tahavvül” gibi nitelemelerin evrim teorisinde kastedilen değişimle bir ilgisi var mıdır? Bu kavramların İslam, insan ve hayata dair karşılıklarını nasıl ifade edebiliriz?

“Evrim” denildiği zaman ilk olarak akla yukarıda da bahsettiğimiz “canlıların aşama aşama birbirlerinden evrimleşmeleri” manası gelir. Fakat günümüzde “değişim” ifade eden her kavram için “evrim” kelimesinin kullanıldığına şahit oluyoruz. Bu şekilde kullanımlarla tabiatta müşahede ettiğimiz bazı değişim ve dönüşümlerin görüntüleri arkasına iliştirilerek paket haline getirilen evrim teorisi bir hakikatmiş gibi topluma sunuluyor. “Mikro değişim”, “tekâmül” ve “tahavvül” de bu manada en çok istismar edilen kavramların başında geliyor. Bunların hiçbirisinin evrim teorisinin ihtiva ettiği manayla bir ilgisi yoktur.

“Mikro değişim” ile başlayacak olursak, evrimciler bunun için “mikro evrim” tabirini kullanmayı tercih etmektedirler. Mikro evrim, popülasyon içerisindeki küçük genetik değişmelerle varyasyonların ve ırkların meydana gelmesi hadisesidir. Canlılarda meydana gelen bu küçük değişimler biyolojik hakikatlere uygun olan ve tabiatta müşahede ettiğimiz türden hadiselerdir. Böceklerin tarım ilaçlarına karşı direnç kazanması, organizmaların antibiyotik direnç kazanması, koyu renkli güvelerin Sanayi İnkılâbı sırasındaki artan sayıları, ispinoz kuşlarının gagalarının değişen iklim şartlarında gösterdikleri küçük çaplı değişimler mikro evrime verilen örneklerdir. Burada bahsi geçen hiçbir değişim yeni bir türün oluşumunu izah etmiyor. Bunlar sadece türlerin tabiatta maruz kaldıkları durumlar karşısında kendi genetik kapasiteleri içerisinde kalarak geçirdikleri sınırlı değişimlerdir. Burada dikkat edilmesi gereken nokta şudur: Evrim teorisi tabiatta gözlemlenebilen tür içi değişimleri (mikro evrim/değişim) gerekçe göstererek, uzun zaman verilmesi hâlinde bu değişimlerin bir türden başka bir türe geçişe yani makro evrime sebep olacağını iddia etmektedir. Darwin ve takipçileri gözlemlenebilen bir olgudan (mikro evrim/değişim) gözlemlenemeyene (makro evrim) sıçrama yapmak ve böylelikle hakikatte vaki olanla hayalî/farazî olan arasında benzetim yapma gibi büyük bir mantık hatasına düşmüşlerdir. Makro evrim tamamen varsayımdır. Deney ve gözlemlere dayanmaz.

Tekâmül kelimesi de evrimin manasını karşılamaz. Tekâmül, bir varlığın özelliğini yitirmeden, kendi yapısı içerisinde gelişmesi ve olgunlaşması; bir canlının embriyodan olgun hale gelinceye kadar geçirdiği safhalar ve değişimlerdir. Tohumun fidana, fidanın ağaca dönüşmesi gibi. Yine zigotun zaman içerisinde belirli safhalardan geçerek gelişmesi ve nihayet olgunlaşarak insana dönüşmesi de tekâmüle bir örnektir. Bunun zaten biyoloji biliminde bir karşılığı var: “Ontojeni”. Dolayısıyla tekâmül “evrim”in değil, “ontojeni” kavramının bir karşılığıdır. Diğer taraftan biyolojide canlıların tek bir hücreden, ortak bir atadan birbirinden evrimleşerek günümüze kadar geçirdiği varsayılan ve ilmî tahkikle açıklanmaya çalışılan ve henüz varsayım ve bir kabul olmaktan ileriye gidemeyen safhalara da “filojeni” denir. “Evrim”i karşılayan kavram budur.

Evrim konusundaki yanlış değerlendirmelere sebep olan kelimelerden biri de “tahavvül”dür. Prof. Dr. Adem Tatlı hocamız bu meseleyi şöyle izah eder: Tahavvül, bir molekül veya bileşiğin yapısını değiştirmesi manasında kullanılır. Bilindiği üzere elementler, hava, su ve toprak gibi ortamlardan iyon veya bileşikler şeklinde alınarak varlıkların meydana gelmesine sebep olurlar. Bu olay bir kanun şeklinde cereyan eder. Mesela insan bünyesinde yer alan bir demir atomu, değişik bileşikler hâlinde birtakım farklı yolları takip ederek insan vücuduna ulaşır. Sürecin başlangıcından itibaren ifade edilirse demir atomu başlangıçta bir kayacın yapısında bulunur. Bu kayacın toprak şeklinde ayrışmasıyla toprağa geçer. Daha sonra bu atomlar bitki tarafından iyon ya da küçük bileşikler hâlinde alınır. Bir hayvanın o bitkiyi yemesi hâlinde hayvanın vücudunda bileşikler teşkil eder ve o hayvanın insan tarafından yenmesiyle de demir atomu insana geçmiş olur. İşte atomların yapısında ve hareketindeki bu değişikliğin adı “evrim” değil, “tahavvülat-ı zerrât”tır. Yani zerrelerin hâl değiştirmesidir. 

İşte bu kavramların manaları yerine oturtulmadığında evrimcilerin yanıltıcı söylemleri insanların kafalarını karıştırabiliyor. Bu kavram karmaşasında evrimcilerin en çok istismar ettikleri mesele de “bazı eski İslam âlimlerinin/düşünürlerinin eserlerinde evrimden bahsettikleri” iddiaları oluyor.

Evrimcilerin bazı eski İslam âlimleri veya felsefecilerini evrim teorisini savunuyormuş gibi göstermelerinin ne gibi bir gayesi var? Eserlerinde bahsettikleri gerçekten evrim teorisi mi?

Burada evrimcilerin yapmak istediği şey şudur: Bilim ve felsefî delillerin yetersiz olması sebebiyle ikna edemedikleri insanları, “Evrim teorisi Darwin ile ilgili bir husus değil. Darwin’den önce gelen İslam âlimlerinde veya felsefecilerinde bile bu düşünce hâsıl olmuş!” söylemiyle ikna etmek ve kendi teorilerine İslam’dan da destek aramaktır.

Öncelikle şunu belirtelim: İslam âlemindeki her âlimin şahsi görüş ve düşüncelerini, yorum ve içtihatlarını İslam adına kabul etmek doğru değildir. İslam âlimleri ekseriyetle İslamî ilimlerle meşgul olurken İslamî kaynakların tefsirini yaparlar. Diğer yandan İslam âlimlerini felsefecilerle karıştırmamak gerekiyor. Tarihte birçok Müslüman düşünürümüz olmuştur fakat bunların bir kısmının başka kaynakların etkisinde kalmış olduğunu söyleyebiliriz. Nitekim 8. yüzyıldan 13. yüzyıla kadar olan dönemde İslam coğrafyasında Antik Yunan dönemi filozoflarının eserlerinin etkileri görülmüştür. Bir kısım Müslüman felsefeciler Antik Yunan’ın tabiat felsefesini, onların varlık ve metafizik anlayışını benimseyerek İslam itikadına muhalif düşüncelerin ortaya çıkmasına sebep olmuşlardır. Dolayısıyla İslam âlimleri ile felsefeciler arasındaki ayrımı iyi yapmak gerekiyor.

Meseleye kısaca değinecek olursak; İbrahim Hakkı Hazretleri gibi bazı İslam âlimlerinin eserlerinde bahsettikleri hadiseler evrim değildir. Onlar, Allah’ın tabiatta işlettiği tekâmül ve tahavvülat-ı zerrât kanunlarının mevcudattaki tecellisini tasavvufî bir dille ifade etmişlerdir. Benzer şekilde bazı eski Müslüman felsefeciler de eserlerinde mikro değişim, tekâmül, tahavvül, taksonomi (canlıların sınıflandırılması) ve mahiyetini Teistik Evrim Düşüncesinin Eleştirisi isimli kitabımızda izah ettiğimiz seleksiyon, adaptasyon gibi tabiatta gözlemlenen fenomenlere değinmişlerdir. Özetle, eserlerde bahsedilen meselelerin hiçbirisinin Darwin’in öne sürdüğü evrim teorisi ile bir ilgisi yoktur. İslam âlimlerinin ve düşünürlerinin hiçbirinin bugünkü anlamda bir “biyolojik evrim teorisi”ni savunduğu söylenemez.

Evrim düşüncesi, evrendeki tasarım ve sanatı, yaratıcı gücü neye bağlamakta, yerine neyi ikame etmekte, neyi reddetmektedir? Bu anlamda evrim teorisi bilimsel bir yorum mudur?

Evrim teorisi, canlılarda açıkça görünen tasarım ve sanatlı yapıların da evrimsel mekanizmalarla açıklanabileceğini savunur. Darwin’den önceki biyologlar, canlılarda görünen tasarımlı ve sanatlı yapıları açıklarken tabiatta gayesel bir sürecin hikmetli ve bilinçli bir varlık tarafından işlettirildiğine atıfta bulunurlardı. Fakat Darwin’den bu yana gelen birçok evrimci biyolog, doğal seleksiyon ve rastgele mutasyonların tüm canlı türlerinin orijinini açıklayabildiğinin yanı sıra, canlılarda görünen tasarımın ve sanatlı yapıların da izahı olduğunu iddia etmektedir. Yani tasarımcının (Allah) varlığını ve yaratılışı reddederek rastlantıları/tesadüfü esas alıyorlar. Kör ve şuursuz evrimci mekanizmaların canlılardaki tasarım ve sanatın faili olarak kabul edilmesi bu mekanizmaların bir nevi tanrısallaştırıldığının göstergesidir. Bu fikrin ardında her şeyin tabiatın tesiriyle vücut bulduğunu, doğanın yaratıcı bir güce sahip olduğunu iddia eden tabiatperest felsefenin olduğunu söyleyebiliriz.

Diğer yandan 1859’dan bu yana birçok evrimci biyolog, canlılarda tezahür eden sanat ve tasarımı bir “yanılsama (illüzyon)” olarak yorumlamıştır. İngiliz moleküler biyolog Francis Crick’in, tabiatta görünen her ne canlı türü varsa bunların tasarlanmadığı, tam tersine evrimleştiği ve bu fikri biyologların devamlı olarak akıllarında bulundurması gerektiğini ifade etmesi veya Amerikalı paleontolog George Gaylord Simpson’un; insanın, öncesinde düşünmeksizin başlamış, amaçsız ve plansız tabii bir sürecin neticesinde var olduğunu ifade etmesi canlılardaki sanat ve tasarımı inkâr eden “yanılsama” düşüncesine birer örnektir.

Evrim teorisini bilim felsefesinin bilimsellik kriterleriyle değerlendirdiğimizde ortaya ilginç bir tablo çıkar: Önümüzde “bilimsel bir gerçek” diye dayatılan ve bilimin olmazsa olmazı gibi bir etiketle sunulan bir teori duruyor. Fakat makro evrim iddiaları bilimsel deneylerle test edilemiyor, gözlemlenemiyor, tekrarlanamıyor, sınanamıyor, bize kendisini sınama imkânı tanımıyor, hiçbir kanun ve genel ilkeye dayanmıyor, matematiksel modellemeye müsait değil, ne geçmişe yönelik bir öngörü yapılabiliyor ne de geleceğe. Kendisini diğer alternatif teorilerden ayıran hususiyetleri deney ve gözlemlerle desteklenemiyor. Var olan tek şey; “evrim teorisinin doğru olduğu kabulü” gibi bir apriori ilkeye dayanması, bulguların bu ilke doğrultusunda tabiat içerisinde kalınarak değerlendirilmesi gerektiği zırvası ve bunun sonucunda evrim teorisinin kendi kısır döngüsü içerisinde kendi kendini doğrulaması, nihayetinde savunucularının hayatın açıklanması hususunda onun yüce ve inkâr edilemeyecek bir gerçek olarak tanınmasını istemesi. Aklı başında olan her bilim insanının böyle bir tablo karşısında hareket tarzı tektir: Delilleri talep etmek ve sunulan delillerin açık, tutarlı, deney ve gözlemlere dayanıp dayanmadığına, ikna edici olup olmadığına bakmak. Fakat evrim teorisi tüm bunlardan mahrumdur. Ünlü Rus evrimci Alexandr Oparin “Aradığımız şey eğer delil ise onu hiçbir zaman bulamayacağız.” diyerek bu mahrumiyeti dile getirmiştir. Oparin bu itirafında yalnız değildir. Evrim teorisinin fikir babası Darwin de 1863’te yazdığı bir mektupta bu gerçeğe parmak basmıştır. Darwin, “Detaya indiğimiz zaman hiçbir türün değişmediğini ispatlayabiliriz. Ayrıca teorinin temelini oluşturduğunu farz ettiğimiz değişimlerin faydalı değişimler olduklarını ispatlayamayız.” şeklindeki ifadeleriyle teorisinin delillerden yoksun olduğunu açıklamıştır.

Madem durum böyledir. O hâlde öne sürüldüğü günden bu yana doğruluğu hep tartışmalı olan bu teori, bilimsel bir hipotezden ziyade bir inanç meselesidir. Teori hakkında söylenebilecek en iyi şey onun hayatın nasıl geliştiğine dair birçok insanın paylaştığı, ne ispatlanabilen ne de yanlışlanabilen bir inancı temsil ettiğidir.

Şunu da belirtmeden geçmeyelim: Evrim teorisi materyalizm felsefesinin tabiata tatbik edilmesi ile birlikte aklın ulaşacağı zaruri bir sonuçtur. Siz zaten en baştan bir Yaratıcının varlığını ve yaratılışı kabul etmediğinizde evrim teorisinden başka alternatif bir teori ortaya koyamazsınız. Farzımuhal Allah yaratmadıysa, Büyük Patlama (Big Bang) sonrası yeryüzünde cansız maddeden ilk canlı hücre oluşacak (abiyogenez teorisi), ondan yeni canlılar türeyecek ve yeni canlılar da zamanla birbirinden evrimleşerek bugünkü türleri oluşturacaktır.

 

Evrim düşüncesinin delil olarak sunduğu ama açıklayamadığı konulara örnek verebilir miyiz? Bunları çürüten karşı deliller nelerdir? 

Evrimciler, birtakım canlıların yapısal olarak birbirlerine benzemesini ve yeryüzünde bulunan bütün canlıların aynı genetik dile (DNA) sahip olmalarını bu canlıların ortak bir atadan geldiğinin delili olarak gösterirler. Tabi bu, ortak ata meselesinin zahirî bir gerekçesidir. Aslî sebebi bir önceki soruda cevaplamıştık. Yani Allah’ın varlığını inkâr eden materyalist felsefenin tabiata uyarlanması ve bunun neticesinde tüm canlıların ortak bir soy geçmişi ile bir silsile dâhilinde birbirlerine bağlanması zorunluluğu. Maalesef teistik evrimciler de gerek evrimci paradigmanın baskısı, gerekse teorinin popülerliği sebebiyle ortak ata düşüncesini mutlak bir gerçekmiş gibi kabul ediyorlar.

Çoğu zaman hem yapısal olarak hem de muhtevasında kullanılan sistem ve özellikler olarak birbirlerine benzer otomobiller görürüz. Biraz ilgiliysek veya detaya inip incelersek bu araçların aynı markanın farklı modelleri olduğunu kolaylıkla anlarız. Araçların birbirlerine yapısal benzerliği ve bu araçların projelerindeki teknik detayların ve bilgisayar sistemlerinde kullanılan kodların benzer olması bize bu araçları tasarlayan tasarımcının ve üreten fabrikanın ortak olduğunu gösterir. Öyle de, bazı canlılardaki morfolojik (yapısal) benzerlikler; tüm canlılarda kullanılan genetik dilin aynı olması ortak bir atadan gelmenin değil, tasarımcılarının ortak olduğunun delilidir. Allah irade ve kudretiyle, yaratılışta bir perde olarak kullandığı DNA molekülü ile birbirlerine benzer, kısmen benzer veya bazı organları benzer olan canlılar yarattığı gibi; sahip oldukları anatomi, sistem ve organlarla birbirleriyle hiçbir benzerlik göstermeyen canlılar da yaratmıştır. Papatya, çınar ağacı, yosun, pire, fil, arı, dinozor, balık, kartal, ahtapot, sivrisinek, zürafa, tırtıl, insan ve mikroskobik canlıları düşünelim. Bunlar gibi yapıları, organları, vücut sitemleri, beslenme şekilleri, âdetleri, yaşam biçimleri, yetenek ve silahları, tür içi iletişimleri, sosyal yaşam alışkanlıkları, fıtratları, yaşam alanları, üreme sistem ve şekilleri birbirinden tamamen farklı olan 8 milyon canlı türünün sayısız ferdinin geçmişte ortak bir hücrede, tek bir bakteride birleşebileceği düşüncesi rasyonel akılları tatmin edecek cinsten değildir. Evrimin ortak ata teorisine göre milyonlarca yıllık tarihî süreçte canlılar silsile içerisinde sayısız başarılı ve küçük modifikasyonlar ile aşama aşama başkalaşmışlardır. Yani ani değişimlere yer yoktur. Eğer evrim teorisi doğru ise organizma gruplarına ait fosillerin yavaş ve kademeli olarak birbirine dönüştüğünü ve sayısız geçiş formları bulunduran devamlı bir gelişme silsilesini göstermesi gerekir. Fakat fosiller üzerinde çalışan paleontologların (fosil bilimciler) elde ettikleri bulgular, evrimci iddiaları doğrular nitelikte değildir. Zira fosil kayıtları farklı grup organizmalar arasında özellikle şube (filum), sınıf ve takımlar gibi üst taksonomik seviyelerde geniş oranda morfolojik boşluklar, devamsızlıklar ve kesiklikler (discontinuities) olduğunu göstermektedir. Birkaç istisna dışında ana canlı grupları, atası olduğu iddia edilen önceki basit form canlılar ile herhangi bir bağlantısı olmaksızın fosil kayıtlarında aniden belirmişlerdir. Önde gelen evrimci biyolog ve paleontologlar uzun süredir bu çıkmazı doğruluyorlar. Nitekim modern evrim teorisinin fikir babalarından olan evrimci biyolog Ernst Mayr, ne zaman canlı organizmalara bakılsa boşlukların, kesikliklerin olağanüstü derecede sık olduğunu, fosil kayıtlarında bu boşluk ve kesikliklerin çok daha çarpıcı boyuta ulaştığını itiraf eder.

Gerçekten de fosil kayıtlarını incelediğimizde, “patlama” diye adlandırabileceğimiz birçok belirmelere şahit oluyoruz. Evrimcilerin tedricilik ile başkalaşma anlayışına ve ara form iddialarına büyük darbe vuran bu canlı patlamalarına kısaca değinecek olursak:

Jeolojik devirlere uğradığımızda yaşamın kökenine ait ilk hücrelerin ve tüm biyokimyasal kompleksliği ile fotosentezin dünyanın ilk dönemlerinde tarih sahnesine çıktığına ve arkelerin genetik patlamasına; Ediyakaran Dönemi’de “Avalon Patlaması”na; Kambriyen Dönemi’nde, bilinen hayvan şubelerinin (filum) hemen hemen tamamının kendilerinden önce gelmiş hiçbir canlıya benzerliği veya bağlantısı olmaksızın ani olarak belirdiğine; Ordovisyen Dönemi’nde Kambriyen Dönemi’ndeki canlıların kısa bir sürede çeşitlenerek 300 yeni aileyi (familya) oluşturduğuna (Büyük Ordovisyen Biyoçeşitlenmesi; bir diğer adıyla “Yaşamın İkinci Büyük Patlaması) şahit oluyoruz. Diğer taraftan, önceki dönemlerde deniz ekosisteminde planktonik (sudaki mikroskobik canlılar) bir baskınlık söz konusu iken Devoniyen Dönemi’nde iddia edilen evrim süreci için çok kısa sayılacak bir sürede denizlerin aktif yüzücü canlılar ile dolduğunu, yani bir “nekton patlaması”nı; Geç Silüriyen ile Erken Devoniyen dönemleri arasındaki süreçte, dişlere sahip çeneli balıklar ve diş benzeri yapıların tüm ana gruplarının fosil kayıtlarında aniden belirdiğini; Geç Silüriyen ve Erken Devoniyen dönemlerinde aynı Kambriyen Dönemi deniz canlılarının patlaması gibi damarlı bitkilerin de (Tracheophyta) karada ani oluşarak çeşitlendiğini; Karbonifer Dönemi’nde birbirinden farklı birçok kanatlı böcek gruplarının fosil kayıtlarında ani olarak belirdiğini görüyoruz. Trias Devri de muazzam patlamalara sebep olmuştur: Bu dönemde birçok yeni canlı takımı ve familyası aniden ortaya çıkmışlardır. Deniz omurgasızları, böcekler; dinozor, kaplumbağa, kertenkele gibi dört üyeliler (tetrapoda)… Erken Trias Dönemi’nde (251.4 milyon yıl önce) diyebileceğimiz Permiyen-Trias kitlesel (canlı) yok oluşundan sonra 15 farklı sucul sürüngen familyası aniden ortaya çıkıyor. Hatta bu durum birtakım agnostik (bilinmezci) bilim insanının modern evrim teorisinden şüphe etmesine sebep olmuştur. Orta Trias diyebileceğimiz dönemde Sharovipteryx, Mecistotrachelos, Kuehneosauridae, Longisquama, Preondactylus gibi madde âleminde evrilmesi mümkün olmayan, uçan-süzülen sürüngenlerin 230-228 milyon yıl önce aniden ortaya çıktığını görüyoruz.

Kretase Dönemi’nde günümüz çiçekli bitkilere (angiosperm) ait neredeyse tüm fosillerin aniden ortaya çıktığı ve hızlıca çeşitlendiği anlaşılmıştır. Bu durum Charles Darwin’i dahi derinden rahatsız etmiştir. Nitekim Darwin, bu olayı “kötü gizem” (abominable mystery) olarak adlandırıyor. Yine Paleosen Devri’nde ilk plasentalı memeli takımları -bilinen hiçbir atası olmaksızın- fosil kayıtlarında aniden beliriyor. “Memeli radyasyonu” olarak isimlendirdiğimiz bu hadisede ayı, yarasa, at gibi birbirlerinden tamamen farklı yapıdaki birçok memeli formları aniden ortaya çıkmışlardır. Yakın jeolojik devirlere geldiğimizde ise birçok memeli takımında olduğu gibi modern kuş türlerinin de neredeyse tamamına yakınının Paleosen veya Tersiyer dönemlerinde “Kuş Patlaması” nevinden aniden vücuda geldiğini anlıyoruz. En önemlisi ise insanın kökeni ile ilgilidir. Antropolog John Hawks ve arkadaşlarının yaptıkları araştırmalarda, 2 milyon yıl önce insan ırkının birbiri ile bağlantılı yapısal değişikliklerle ani bir şekilde oluştuğu ortaya çıkmış, bu durum “Yeni Çalışmalar İnsan Evriminin Büyük Patlama Teorisini Gösteriyor!” şeklinde basın açıklaması ile kamuoyuna duyurulmuştur.

Evet, yukarıda kısaca bahsettiğimiz üzere belli jeolojik dönemlerde yapısal olarak birbirinden tamamen farklı birçok tür, ani bir şekilde tarih sahnesine çıkmıştır. Evrimciler tüm bu jeolojik dönemlerde birbirlerinden bağımsız vücuda gelen canlıları ortak ata hipotezi ile birbirlerine bağlamak isteseler de, jeolojik devirlerin bize gösterdiği durumun aslında hiç de iddia edildiği gibi olmadığıdır. Benzerliklere karşın farklılıklar, yavaş yavaş dönüşümlere karşılık ani ortaya çıkışlar.

Fiziki coğrafyanın bir alt dalı olan biyocoğrafya da bize ortak ata teorilerini çürütecek, evrim teorisini zora sokacak birçok delil sunmaktadır. Bilhassa izole olmuş ada veya kıtalarda, karasal ve tatlı su organizmalarının ortaya çıkması noktasında. Misal olarak Güney Amerika maymunlarını ele alalım. Moleküler ve morfolojik (yapısal) deliller nazara alındığında Amerika kıtasında yaşayan Yeni Dünya maymunlarının (Platyrrhini), Afrikalı Eski Dünya maymunlarının (Catarrhini) soyundan geldiği düşünülmektedir. Fosil kayıtları Güney Amerika’da yaşayan maymunların 30 milyon yıl öncesine dayandığını göstermektedir. Fakat plaka tektoniği, Afrika ve Güney Amerika’nın yaklaşık 100 ile 120 milyon yıl önce birbirinden ayrıldığını, Güney Amerika’nın yaklaşık 80 milyon ile 3.5 milyon yıl öncesi arasında izole olmuş bir ada olduğunu göstermektedir. Eğer Güney Amerikalı maymunlar, 30 milyon yıl önceki Afrikalı maymunların soyundan geldiyse bu maymunların açık okyanusu aşarak binlerce kilometre uzaklıktaki Güney Amerika’ya nasıl ulaştığının açıklanması gerekir. Esasen evrimci bilim adamları Güney Amerika maymunları çıkmazını kabul ediyorlar. Fakat evrim teorisine öylesine iman etmişlerdir ki teorilerini terk etmek veya gözden geçirmek yerine bu çıkmazı akıl almaz bir hipotezle açıklamaya çalışırlar: Rafting hipotezi. Yani maymunlar, bir zamanlar sadece Afrika’da ön maymunlardan (promisyen) evrimleşmişler ve okyanusu aşarak Güney Amerika’ya yolculuk yapmışlar. Şimdi, Güney Amerika’nın Afrika’ya olan uzaklığı yaklaşık 3.000 km ile 10.000 km arasında değişmektedir. Bu durumda, Afrika’da ortaya çıkmış bir maymunun koca Atlas Okyanusu’nu aşarak pusulasız, yer yön bilmeden deniz yolculuğu ile Güney Amerika’ya ulaşmış olması, bu yolculuk süresince (aylarca, yıllarca) açlık ve susuzluğa dayanabilmesi, gemilerin bile battığı şiddetli okyanus koşullarında ölmeden hayatta kalabilmesi gerekiyor. Hem bu yolculuğun tek bir maymunla değil, en az bir dişi bir erkek maymunla yapılmış olması ya da hamile bir maymunun o kadar mesafeyi doğum yapmadan, zarar görmeden tamamlaması gerekiyor. Meseleyi detaylı düşündüğümüz zaman belirttiğimiz çıkmazlar daha da çoğaltılabilir. Hipotezin pratikte gerçekleşmesinin ne kadar imkânsız ve izahının çocukların dahi inanmayacağı akıl dışı bir hikâye olduğu aşikârdır. Fakat maalesef, sözde bilimsel yaklaşımda üzerlerine toz kondurmayan körelmiş zihinler bu hikâyeye inanıyorlar. Her ne kadar John G. Fleagle ve Christopher C. Gilbert gibi konu üzerinde fikir yürüten evrimci araştırmacılar rafting hipotezinin mümkün olmadığını itiraf etseler de yine de bu hipotezin Güney Amerika’daki maymunların evrimini açıklamak için en muhtemel, en geçerli senaryo olduğunu savunuyorlar.

Mezkûr çıkmazlar sadece maymunlara has bir durum değil elbette. Güney Amerika’daki kertenkele ve büyük kemirici hayvanların varlığı; Madagaskar’daki arı, lemur ve diğer memelilerin mevcudiyeti; farklı farklı adalarda ortaya çıkan fil fosilleri; okyanus (tuzlu su) ile çevrili, izole olmuş ada zincirlerinde tatlı suda yaşayan kurbağaların varlığı; kayın bitkilerinin (Nothofagus) aynı zamanda hem Avustralya’da hem Yeni Zelanda’da hem Yeni Gine’de ve Güney Amerika’da bulunması; Fiji adalarında bulunan iguanaların ilişkili olduğu akrabalarının Yeni Dünya’da -Amerika ana karası- var olması gibi nice örnekler var. Tüm bunların kendi ideolojileri doğrultusunda gerçekleşmesinin imkânsız olduğunu kabul eden evrimciler, yine kendi ideolojilerini rafa kaldırmamak adına -her köşeye sıkıştıklarında sihirli değnek olarak kullandıkları- Darwin’in, “yeterli zaman verildiğinde imkânsızların mümkün hâle geleceği” safsatasının ardına sığınmaktalar.

Embriyoloji alanına girdiğimizde de zamanında öne sürülen evrim hipotezlerinin çürüdüğünü görüyoruz. Evrim teorisi, erken dönemde insan embriyosu ile diğer omurgalı canlılara ait embriyoların birbirine benzediğini, bu benzerliklerin de tüm omurgalıların ortak bir atadan zuhur ettiğine delalet ettiğini iddia ediyordu. Embriyo gelişimi nazara alınarak ve benzetim sınırları zorlanarak “ontojeni, filojeniyi tekrar eder” (ontogeny recapitulates phylogeny) gibi akıl dışı slogan ile 20. yüzyıl boyunca okullarda yüz milyonlarca öğrenciye “rekapitülasyon teorisi” öğretildi. Alman Biyolog Ernst Haeckel tarafından öne sürülen bu teoriye göre her canlı, yumurtasında veya annesinin rahminde geçirdiği gelişme sırasında (ontojeni), kendi türünün evrimsel tarihini baştan yaşıyordu (filojeni). Misal, evrim teorisine göre insan balıktan evrimleşmiştir. İnsan embriyosu da anne rahminde ilk başta balığa benziyor; müteakip haftalarda semender, sürüngen, memeli gibi safhalardan geçtikten sonra insana evrimleşiyordu. Fakat bilim ilerledikçe konuyla ilgili birçok araştırma yapan biyologlar, erken dönemde de geç dönemde de omurgalı embriyolar arasında dikkate değer farklılıklar buldular. Böylelikle biyoloji kitaplarına giren evrimci Haeckel’in embriyo çizimlerinin “sahtekârlık” sıfatı ile nitelendirilecek kadar hatalı olduğu bilim dünyasınca açıkça ifade edildi. Fakat evrimciler, bu defa iddialarına yama yaparak yeni bir hipotezle geldiler: kum saati modeli. Bu modele göre omurgalı embriyoları birbirlerinden farklı olarak gelişmeye başlıyor, gelişim sürecinde ise filotipik aşama diye adlandırdıkları orta bir devreden geçişte benzerlikler hâsıl oluyor, takip eden safhalarda ise tekrar farklılaşma oluyordu. Filotipik aşamadaki bu benzerlikler de ortak ata hipotezine delil teşkil ediyordu. Embriyoların, tekâmül yolculuğunda uğradığı bir duraktaki benzerlikleriyle, omurgalıların ortak bir atadan geldiğine ikna olmanın anlamsızlığı bir kenara dursun, biyologlar, iddia edilen filotipik aşamada iken birçok omurgalının embriyo karakteristiği üzerinde kapsamlı araştırmalar yaptılar ve bunların neticesinde embriyoların vücut büyüklüğü, vücut planı, gelişme modeli, gelişme zamanı gibi ana faktörlerde farklılıklar gösterdikleri anlaşıldı.

Yukarıda bahsettiğimiz hususlar evrim teorisinin tüm çıkmazlarını ihtiva etmiyor elbette. Diğer bazı çıkmazları genel hatlarıyla ifade etmek gerekirse karşımıza Abiyogenez teorisi çıkıyor. Yani cansız maddeden ilk canlı organizmanın oluşmasına dair hipotez. Bazı evrimciler bu teorinin cansızlıktan canlılığa geçişi yeterince açıkladığını iddia ederek aklını askıya alabiliyor. Kimyasal evrim diye isimlendirebileceğimiz bu sürecin birçok bilimsel ve felsefî çıkmazı olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Zaten birçok evrimci teorinin birçok muhal durumu barındırması sebebiyle abiyogenez teorisini sahiplenmekten kaçıyor ve “Bu iş cansız maddeyle alakalı. Biz canlılarla ilgileniyoruz. Hayatın nasıl başladığına dair sorunun cevabını bilmiyoruz ve bir evrimci olarak bunu açıklamak zorunda da değiliz!” diyorlar. Deve kuşu gibi başlarını kuma gömüyorlar veya üç maymunu oynuyorlar. Bunun yanında öne sürdükleri bu başıboş kimyasal süreç, genetik bilginin (kodların) kökenini hiçbir şekilde açıklayamıyor. Her aşamada “tavuk mu yumurta mı, hangisi ilk?” probleminin oluşturduğu nedensellik ikilemi ile karşılaşıyorlar ve birbirinden bağımsız unsurların birleşerek işlevsel-karmaşık bir sistemi yani indirgenemez kompleks yapıları nasıl oluşturabildikleri mucizesi ile yüzleşmek durumunda kalıyorlar. Bunlar da sürecin her aşamasında teorilerini çözülmesi imkânsız sorunlarla karşı karşıya getiriyor.

Evrim teorisinin temel mekanizması olan rastgele mutasyonların, indirgenemez kompleks dediğimiz moleküler yapılar için gerekli olan genetik bilgileri üretebilecek nitelikte olmadığını kendileri de gayet iyi biliyorlar. Evrim teorisinin diğer temel mekanizması olan doğal seleksiyon üzerine kurdukları birçok farazî-hayalî süreçlerin de gerçek hayatta tam manasıyla bir karşılığı yok. Yani bir türde hâsıl olan ve onu avantajlı konuma getiren bir özelliğin o türde devam edeceği, genlerin sonraki nesillere aktarılacağı gibi bir garantiyi tabiat onlara vermiyor. Evrimcilerde bu kısımlar çok genel cümlelerle geçiştiriliyor ve tabii yaşamın gerçekte nasıl işlediği çoğu zaman göz ardı ediliyor.

Evrimci çelişkilerin en çok açığa çıktığı yer ise canlıların soyoluş ağaçlarıdır. Evrimciler ilk canlı organizmadan günümüze kadar gelen tüm yaşam formlarını genetik ve morfolojik (yapısal) benzerliklerine göre “soyoluş ağaçlarında” (phylogenetic tree) gösterirler. Gövdeden dallara, dallardan diğer dallara doğru uzanan, ilk canlı organizma ve diğer tüm canlıların gövde ve dallarla temsil edildiği, varsayıma dayalı bir ağaç modeli. Temel sorun şu: Bir gen üzerinde tetkik yapılarak çizilen evrim ağacı modeli başka bir gen incelenerek oluşturulduğunda hem çok farklı hem de birbirleri ile çelişen soyoluş ağaçları ortaya çıkarıyor. Scientist dergisinin 2009 yılında yayımladığı “Niçin Darwin Soyoluş Ağaçları Konusunda Yanıldı?” başlıklı bir makalesi var. Makalede bilimsel bir araştırmaya yer veriliyor ve bu çalışmalarda gerçek bakteri ve arkebakterilere ait DNA dizilimlerinin RNA soyoluş ağacını teyit etmesi bekleniyor. Mikrobiyolog Michael Syvanen farklı hayvan gruplarına ait 2.000 geni inceleyerek bir ağaç oluşturmayı deniyor fakat başarısız oluyor. Makalede farklı genlerin birbirleriyle çelişen evrimsel ilişkiler sergilediği, genlerin yaklaşık %50’si bir tür evrim tarihi anlatırken diğerlerinin başka bir hikâye anlattığı belirtiliyor.

Peki, soyoluş ağaçlarındaki bu tutarsızlıklar sadece bakteri gibi mikroorganizmalarda mı söz konusudur? Hayır! Bu sorun hayvanların ve bitkilerin evrimsel sürecinde de geçerlidir. Moleküler sistematikçi Carl Woese, türlerin evrimsel geçmişi ile ilgili uyuşmazlıkların evrensel ağacın köklerinden ana türleşmelere kadar her yerde ve her noktada mevcut olduğunu ifade eder. Misal, standart memeli soyağacı, insanların fil ve kemirgenlerle olan evrimsel münasebetinde kemirgenleri insana daha yakın ilişkili gösterirken, mikro RNA diye adlandırılan bir çeşit DNA molekülü incelendiğinde insanların fillerle olan ilişkisinin kemirgenlerden daha yakın olduğu ortaya çıkıyor.

Soyağaçları arasındaki çelişkiler sadece moleküler tabanlı oluşturulanlar için söz konusu değildir. Bilindiği üzere soyoluş ağaçları yalnızca genetik benzerlikler bağlamında çizilmiyor, morfolojik (biçimsel) benzerliklere dayanarak da soyoluş ağaçları oluşturuluyor. İşte evrimin gen bazlı soyoluş ağaçları ile morfolojik faktörlere dayanan ağaçlar arasında da derin çelişkiler mevcuttur. Mitokondriyel sitokrom b geninin tetkiki ile memelilerin soyoluş ağaçlarında absürt durumlar oluşmuştur. Örneğin kedi ve balinalar; maymun, lemur, galagogiller, lorigiller gibi primatlarla gruplandırılır. Kuşların genomları da umulmadık birçok çelişkiyi netice vermiş, evrimci Nature dergisi kuşların soyoluş ağacının yeniden çizildiğini ifade etmiştir. Yine üst seviyedeki primatların oluşturduğu, yaygın olarak bilinen ve şempanze ve insanların yakın akraba olarak gösterildiği soyoluş ağacında da aynı uyuşmazlık ve çelişkiler mevcuttur. Tüm bu örnekleri çoğaltmamız mümkün. Bu konuda özetle şunu söyleyebiliriz: Soyoluş ağaçları resmedildiğinde soyoluş ağacından teorik olarak beklenen şeklin karşılanmadığını sıklıkla görüyoruz. Öyle ki genetik miras ve türlerin ataları, bir ağaç oluşturmaktan veya ağaç şeklinde gösterilmekten ziyade “çalılık” gibi gösterilmek zorunda kalınıyor.

Peki, soyoluş ağaçlarındaki bu çıkmazlar karşısındaki evrimci tavır nedir diye soracak olursanız, evrim teorisini çürüten her delil karşısında takındıkları tavır her ne ise bunda da tavır aynıdır. Yani -evrim teorisine mutlak bir iman ve sadakatle bağlı olduklarından- tüm bu çıkmazları teorinin lehine yorumlamak, hadiselere yatay gen transferi, hızlı evrim, evrimin farklı oranlarda cereyan etmesi, bütünleşme teorisi (coalescent theory) gibi bilimsel terimler takıp var olanı izah etmeye çalışmaktan ibarettir. Bu kaçışlardan en yaygın olanı ise “paralel veya yakınsak evrim” (parallel/convergent evolution) yaklaşımıdır.

Paralel evrim, birbirinden bağımsız soy hatlarının birbirine benzer ve eş zamanlı sayılabilecek evrimsel değişimler geçirmesi anlamına gelmektedir. Mitokondriel DNA (mtDNA) kullanıldığında ana kuş türlerinin menşeinde birbirinden bağımsız oluşumların ortaya çıkması, bitki ve hayvanların doğuştan gelen bağışıklık sistemlerinin biyokimyasal yapılarında birçok benzerlik olması fakat ortak atalarında böyle bir bağışıklık sisteminin olmaması, kalamar gibi kafadan bacaklıların gözleri insan gözüyle hemen hemen aynı yapıda olması fakat bu canlının hiçbir yönüyle insanla ortak bir geçmişinin olmaması, yarasa ve balinaların yön bulma ve besin arama için kullandıkları sonar sistemine sahip olması fakat uzak geçmişteki ortak atalarının bu sisteme sahip olmaması gibi… Diğer taraftan Fazale Rana, hem genetik hem de morfolojik olarak birbirlerine benzer hususiyetlere sahip olunmasına rağmen ortak atanın paylaşılmadığı 100’ün üzerinde durumun söz konusu olduğunu söylüyor. Evrimcilerin istemeyerek kabullendikleri bu durum için Richard Dawkins, birbiri ile tamamen alakasız olan canlılardaki benzer özelliklerin bağımsız bir şekilde aynı evrimsel yolu izlemiş olmalarının son derece imkânsız olduğunu söyler. Buna rağmen Dawkins, tanrısallaştırdığı doğal seleksiyonun gücünün bu imkânsızlıkları mümkün hâle getirebileceğine inanır. Dawkins gibi evrimciler teorileri aleyhinde beliren bunca delile karşı üç maymunu oynasalar da tüm bunlar, canlıların birbirlerinden evrimleşerek gelmediğini gösterdiği gibi biyolojik benzerliklerin ortak atadan kalan miras olduğu varsayımını da çürütmektedir. Evet, hakikate göz yumanların hadiseleri açıklamada kullandıkları hayalî, temelsiz, kılıf tarifin adı paralel evrimdir. Allah’a inanan bir insan için bunun karşılığı, canlıların paralel yaratılmasıdır.

İnsanın evrimi için geliştirilen hipotezlerin karşılaştığı bilimsel sorunlar da evrimciler için baş ağrıtacak türdendir. Fosil kayıtlarındaki yetersizlikler ve çelişkiler, standart hominini soyoluş ağaçlarında resmettikleri her bir fosilin güncel bilimsel verilerle ayrı ayrı tetkik ettiğimizde ortaya çıkan sorunlar ve çelişkiler, fosillerin kıymetlendirilmesinde yapılan metodolojik hatalar ve hatta kendi ideolojilerini desteklemek ve insanın şempanzelerle ortak bir soy geçmişine sahip olduğuna toplumları ikna etmek adına belirli dönemlerde evrimci bilim insanlarının yaptığı “Piltdown Adamı”, “Nebraska Adamı” gibi sahtekârlık vakaları, insanları şempanzelerden farklı yapan ve insanı eşsiz kılan genetik, anatomik ve bilişsel hususiyetler evrim teorisini fazlasıyla aciz kılacak niteliktedir. İnsanın evrimi hipotezinin çıkmazları başlı başına bir kitap konusudur. Batı’da bu alanda yazılmış birçok güncel makale ve kitap bulunmaktadır. Biz de Teistik Evrim Düşüncesinin Eleştirisi isimli kitabımızda güncel bilimsel veriler ışığında bu konuya oldukça geniş yer verdik. Dileyen oraya müracaat edebilir.

Evet, bilim ilerledikçe evrim teorisi birçok bilimsel ve felsefî çıkmazlarla karşılaşıyor. Hatta en son 28 Haziran 2022’de İngiltere’nin prestijli gazetesi The Guardian uzunca bir makale yayımlayarak gündemi sarstı diyebilirim. “Yeni bir evrim teorisine ihtiyacımız var mı?” (Do we need a new theory of evolution?) isimli bu yazı, yeni bir bilim insanı kitlesinin evrim teorisinde acil revizyonlar yapılması gerektiğini söylediğinden bahsetmekte; canlıların evrimine dair şu ana kadar yapılan evrimci izahların akılları tatmin etmediğini ve bilim insanlarının evrim meselesinin en temel konularına dahi hala verebilecekleri bir cevaplarının olmadığını örnekleriyle anlatmakta. Makalede parmak basılan tüm meselelere ve evrim teorisinin çözüme bağlayamadığı birçok soruna burada tek tek değinmemiz mümkün değildir. En günceliyle The Guardian’ın makalesi, öncesinde de yukarıda çok özet şekilde anlattığımız meseleler ve en önemlisi evrimci bilim insanları arasında dahi evrimin nasıl işlediği konusunda anlaşamayan, birbirlerine 180 derece zıt evrimsel modeller ortaya koyan ve sırf bu anlaşmazlıkları/çatışmaları konu edinen Kim Sterenly’nin kaleme aldığı “DAWKINS vs GOULD: Survival of the Fittest” gibi nice eserler ve makaleler ortada dolaşıyor. Bunun yanında bugün Amerika Birleşik Devletleri’nde dahi bilim insanları “indirgenemez komplekslik” (irreducibe complexity) “belirlenmiş komplekslik” (specified complexity) gibi akıllı tasarım teorisine yani yaratılışa ait kavramların okullarda biyoloji dersinde evrim teorisine alternatif olarak öğretilmesini konuşuyor. Bunlara rağmen, “Evrim teorisi konusunda bilim insanları arasında konsensus (fikir birliği) var!” diye slogan atarak insanları göz göre göre yanıltan ve “Ey Müslüman kardeşlerimiz: Biz de Allah’a inanıyoruz ama çok zorlamayın! Bilim evrim diyor. Yaratılışı evrimle açıklamalıyız! Kur’an’daki yaratılış ayetlerini evrim teorisine uyarlayarak yorumlamalıyız!” şeklinde imalarla insanların aklını bulandıran akademisyenlerin kulakları çınlasın!