Kritik ve analitik düşünce nedir? Tefekkür, irfan ya da hikmetle kıyaslandığında nereye koyabiliriz? Mesela insana düşünmeyi mi öğretir? Doğruyu mu buldurur? İradeyi mi öğretir? Neyi besler? Biraz bu konulardan bahsedebilir miyiz? Duruş, düşünüş ve davranışlarımızı nasıl etkiler? Yoksa bu, günü ve gündemi değerlendirme yeteneği midir? Görünenin ardındaki gerçekle nasıl irtibat kurabiliriz?
Tüm meselelerin dönüp dolaştığı bir nokta var; o da hakikatin kendisi ya da hakikatin arayışı. Sıradan insanın da hele de dindar insanın bir hakikat kaygısı olması gerektiğini; yani hakikatin arayışı, kaygısıyla hemhâl olduğunu veya bir şekilde yüzleşmek zorunda olduğunu düşünüyorum. İmam Azam Ebu Hanife’nin meşhur bir fıkıh tanımı var. O tanıma göre fıkıh; kişinin lehinde ve aleyhinde olanı bilmesi demek. İnsiyaki olarak lehinde olanı bilmek zaten bizim elimizde veya benliğimiz bir şekilde bunu gerektiriyor. Aleyhinde olanı bilmek ise sizin dışınızdaki olup bitenin farkına varmanız demektir. Çünkü anlamayı böyle bir zemin üzerinden gördüğümüzde, bizim kadim kültürümüz şunu iyi görmüş: Âlem, hakikat tümüyle bizim içimizde gerçekleşmiyor; bizim anlam alanımızın dışında da bir hakikat var. Biz, o hakikati bir şekilde kavradığımız zaman, kendi iç hakikatimizle bir dengeye getirmek durumundayız. Eğer bunu esas alırsak, bugün doğru bildiğimiz şeylerin dışında olanları da bilmek zorunda olduğumuzu hemen söyleyebiliriz.
Tarihten bir örnek vereyim. Müslümanların, Fatih’in ya da Osmanlı’nın güçlü hükümdarlarının sadece kendi kültürlerini bilerek ötekini ya da eski tabirle küffarı bir şekilde yenebileceği düşünülemez. Aynı şey öteki için de geçerli. Rönesans’tan sonra, bizi bizden daha iyi bilecek bir seviyeye geldikleri için bizi yendiler zaten. Bugün, düşünmeyi çok boyutlu yapamadıkça ve her daim o boyutları kendi içinde birbiriyle karşılaştırma yapmadıkça biz bu işi halledemeyiz. Bu işin kaynağı şurada başlıyor bence: Biz, varoluşu öncelikle kavramlarla düşünürüz; yani bir şeyle karşılaştığımız zaman hemen onu anlamlandırmak ve o anlama uygun bir kavram üretmek. Eski dildeki tasavvur yani. Tasavvurlar eğer sizin kendi kültürünüze aitse o kültürdeki kavramlarla konuşur, o kültürdeki kavramlarla anlaşırsınız. Mesela, 200 yıldır Müslüman dünya kendi tasavvurlarıyla düşünemiyor; kendi kültürüyle hayatını, gönül dünyasını, varoluşu anlamlandıramıyor ve yönetemiyor.
Dolayısıyla bugünün ifadesiyle tasavvur dünyamız bir kere parçalı bulutlu; çünkü sadece kendi kavramlarımız yok, başka kavramlar da devreye girdi.
Dışarıdaki kavramların kendi kültürümüzde neye tekabül ettiğini bilmemiz lazım. Dolayısıyla böyle bir zemin kalmadı. Tamam, tasavvurlara sahibiz, kendi tasavvurlarımızı oluşturduk. Peki, bu yetiyor mu? Hayır. Tefekkür dünyamızın da çok geniş olması lazım. Çünkü tefekkür, tasavvurlarımızın birbirleriyle ilişkisini kurabilmektir. Eğer siz kendi kavramlarınızla, tasavvurlarınızla bu ilişkiyi maksimum seviyede, en geniş seviyede sağlamıyorsanız, bu sefer tefekkür dünyanız eksik kalıyor.
Bize ait tasavvurlar eksik kaldığı için, tefekkürümüz de düzgün işlemiyor. Tamam, tasavvurumuz bize ait, tefekkürümüz de bize ait. Peki, yeterli mi? Hayır. Tenkit de gerekli. Tenkit, bir medeniyetin ya da bir düşünme atmosferinin, ikliminin motor gücüdür. Eğer bir yerde tenkit yoksa tefekkür ve tasavvurun hakikatle uyumu her daim problemli olur. Tenkitten, bugünün klasik ya da sıradan anlamıyla salt eleştiriyi anlamıyorum. Hakikat kaygısı taşıyanların, hakikat yolunda olanların ya da bizim konuşmamızın minvalinde Cenâb-ı Hakk’ın ilâhî hitabı kaygısıyla olanların her daim, “Acaba doğru mu anlıyorum, yanlış mı anlıyorum?” kaygısını taşımaları. Bu kaygı elbette sadece epistemik, bilgisel seviyede bir kaygı değildir; varoluşsal bir kaygı, ahlakî kaygıdır. Bu ahlakî kaygı olmadığı müddetçe tenkit olmaz. Çünkü -bunu da insanî buluyorum- bir medeniyet belli bir noktadan sonra alışkanlık hâline gelmeye başlıyor, kabuk tutuyor ve tenkit dediğimiz, eleştiri dediğimiz zihniyete sahip değilse o kabuklar hayatın gerçek ihtiyaçlarına ya da gelecek ihtiyaçlarına cevap vermiyor, orada bir sıkıntı ve kanama oluşuyor. O kabuğu tekrar cerrahi ameliyeyle alacaksınız ve içerideki derinin, dokunun daha güzel olmasını sağlayacaksınız. O yüzden de tenkit faaliyeti hakikat arayışının her daim devamlılığı için şarttır. Burada bilgi mi değişiyor; hayır. Hakikatin her dönemde kendine mahsus bir dili vardır, bir modu vardır. İki türlü düşünebiliriz bunu; birincisi, güneşin altında söylenmedik yeni bir söz yoktur. Tamam, bunda bir sıkıntı yok, bu birinci mod. Ama onu yeni bir şekilde söylemek lazım. İkinci mod; her şeyin değiştiğini kabul edersek, o genel değişmez ilkelerin ışığında, içerideki anlayışların, yöntemlerin, modun değişmesi lazım. Her ikisinin sağlanması için de tenkit lazım.
Tenkit yeterli mi; hayır, yetmiyor. Bütün bunların hem zemini hem de kaynağı olan tahayyül dünyamızın olması lazım. Çünkü o tahayyül dünyası olmadıkça ne tasavvurunuz ne tefekkürünüz ne de tenkidiniz ilerleyebiliyor. O yüzden de bir Müslüman için, inanan için en temel sorun; bu dörtlü ameliyeyi, tasavvur, tefekkür, tenkit ve tahayyül ameliyesini aktif, dinamik tutmak, hakikat karşısında teyakkuz hâlinde durmaktır.
Din, hakikatin ya da gerçekliğin bir şekilde içselleştirilmesidir. Büyükler şunu söylüyor: Dini, eğer birtakım direkt kural ve kaideler olarak anlarsanız o gerçekliğe nüfuz etmeniz çok zorlaşır. Bu, şu anlama gelmiyor: Din, her dönemde kendisini kurallar ve kaideler olarak takdim eder, fakat onun arkasına geçmemiz lazım. Çünkü bu kural ve kaideler hayatı sürdürebilmek, düzenli yaşayabilmek için gerekli olan şeylerdir. Yoksa hakikatle karşı karşıya gelmek, hakikatle yüzleşebilmek, o kural ve kaidelerin arkasında duran gerçekliğe nüfuzla gerçekleşiyor. Bu, bizim kültürümüzde kadimdir, iki yönden olmuştur. Bir: husuli bilgiyle hâsıl olan -o da kavramsal bilgiyle- İki: huduri bilgiyle, yani deneyimlenen bir halle.
Biz bugün içsel dünyamıza ait, bizi inşa eden, mamur eden kendi medeniyetimize ait düşünmeyi bilmek zorundayız. Bir de dışımızdaki dünyanın tehlikelerini önlemek, karşılaşabilmek, meydan okumalara cevap verebilmek için, dışımızdaki dünyayı, o âlemi bilmemiz gerektiğini düşünüyorum. Ama son 200 yılda yaşadıklarımız bizi ikincisini bilmeye kendiliğinden mahkûm ediyor. Bunu yaparken sıkıntımız şu: O 200 yıllık serüvenimizde, dışarıdakini bileceğiz, bunda bir sıkıntı yok; fakat içerideki anlayışın nosyonunu, deruniliğini kaybettik. Tabiri ahar ile gelenek dediğimiz şey, yani bizi biz kılan her neyse, Müslümanlığımızı, dindarlığımızı, İslam olmamızı sağlayan şey etkisini kaybettirdi. Gelenek dediğimiz şey artık bize gelmiyor, biz ona bir şey ekleyecek konumda değiliz, kırıldık. Dışımızdaki dünyayı bilelim diyoruz; onu bilsek bile daha önceki dünyayı inşa edecek bir konumda da değiliz. Böyle bir arada derede dediğimiz noktadayız. O yüzden, şu an çok zorlu bir dönemeçteyiz Müslümanlar olarak kendi içsel hakikatimizin ne olduğuna dair kafa karışıklığı içindeyiz. İkincisi; dışarıyı, yani dışımızdaki dünyayı bilmek konusunda da hiç istekli değiliz.
Benim kritik analitik düşünmeyle özellikle vurgulamaya çalıştığım husus, içsel dünyamızdaki sorunlar. Çünkü ilim dediğimiz hâdise, nihayetinde kendini bilmeye doğru yol alıyor. Yunus’un ifadesiyle ilim, ilim bilmektir; ama ilim kendin bilecek. Çünkü kendinizi, içinizi, derununuzu bilmedikçe hakikatle yüzleşmeniz mümkün olmayacak. Fakat bunu yapabilmemiz için önce kendi dünyamızı; inanç dünyamızı, beni var eden değerleri ve dışımızdaki dünyayı bilmek zorundayız. Her ikisini bilmeyen insanların kendi iç dünyalarını kendilerinin keşfetmesi çok zor oluyor. Zaten bugün karşılaştığımız temel sıkıntı da bu noktada.
Kritik analitik düşünmeyle, özellikle düşünmeyle vurguladığım farkındalık; üretmeye çalıştığımız husus, dönüp dolaşıp “21. yüzyılda Müslümanlık neyi ifade ediyor, neyi ortaya koyuyor?” meselesidir. Konuşmalarımda da söylüyorum: Bu mesele, yemeğin tuzu, biberi mesabesinde bir mesele değildir, varoluş meselesidir.
Bu farkındalık önemli, çünkü insanın olduğu yerde düşünme vardır. Bu analitik düşünme biçiminin insan hayatına ve aslında tabii olarak inanca yansıması nasıldır? İnancın neyine nasıl yansır ya da yansımalı? Kritik ve analitik düşünme insanı ne yapar? Mesela bir model insan olma; ahlakî, ilmî, irfanî bir model olma çabalarımızı bir yere taşır mı?
“İnsan tümüyle düşünce varlığıdır.” demek yerine; düşünmenin, varoluşu ortaya koymada etkin bir gücü olduğunu bilmeliyiz. Bunu ahlâka dökmedikçe, bilmeyi yapmaya çevirmedikçe, ilmi irfana dönüştürmedikçe eksik kalıyor. Bu noktada belki de başlatıcı, bilgi, bilme, düşünme mevzuu; ama düşünmeye eşlik eden bir ahlak da var. Mesela biz, kadim gelenekten itibaren düşünmeyle yapmanın eşzamanlı gitmesi gerektiğini düşünüyoruz. Çünkü biz bilgiyi şöyle ifade ediyoruz: Bilgi, doğamıza katılandır. Yani bir kimsenin bir şeyleri bilmesi, düşünmesi varoluşu değiştirmiyor. Varoluşu değiştirecek, o düşünmeye uygun bir yaşantı, ahlak. Bilirsiniz, Râd suresi 11. ayette, “Nefslerinizi ya da zihniyetlerinizi değiştirmedikçe Cenâb-ı Hakk durumunuzu değiştirmez.” ifadesi bunu gösterir. Yani düşünmenin yaşantıyla eşzamanlı gitmesi lazım. Yani, dışarıdaki insan sizden çok daha kaliteli düşünüyor olabilir; ama değiştirmiyor, dönüştürmüyor.
Varoluşu bir şekilde değiştiren, dönüştüren; düşünmemize eşlik eden yaşantılarımızdır. O yüzden düşünme belki motor güç, ama o motor güç ahlâksız olmaz. Modern dönemde epistemoloji, bilgi getirildi; çünkü modernlik var olmayı, olmayı değil de bilgiyi önümüze getirdi. Geçmişte insanın var olması ön plandayken, şimdi bilme ön plana geçti. Hakikaten şimdi günlük hayatımızda da şöyle oluyor: Bir insanı işe alırken hep bildiklerine bakıyorsunuz. Bugün eğitim sistemi hep bilgiye dayanıyor, olma dediğimiz ahlâk eksik kalıyor.
“Üniversitelerde bugün var olan bilgi nominal bilgidir.” diyorsunuz. Yani aslında pratiğe pek inmeyen…
Çünkü biz eğitim çizgisinde düşünürsek; modernlikteki bu felsefi anlamda, metafiziğin geri plana atılıp epistemolojinin ön plana çıkartılmasıyla kutsal bilgiden bilimsel bilgiye, bilimsel bilgiden de bugün enformasyon dediğimiz malumata döndük tabiri caizse. Geçmişte bizi var eden şey kutsallarla kurduğumuz ilişkiyken, modern dönemde ise bilimsel dipnotlu bilgiyle kurulan ilişki, hele bugünlerde ise malumatla kurulan ilişkidir. Herkes duyduğunu söylüyor, yani bir şekilde kitaplarda olanı değil. Bugün sosyal medyadan bir haber yayılıyor. Bu malumattır; kaynağı, kökeni belli olmayan bilgi. Bilimsel bilgi zaten kaynak ve köken olarak insana dayanan, kültüre dayanandır. Ama bizim kadim kültürümüzde bilgi muhakkak kutsala, peygamber ve peygamber vasıtasıyla Cenâb-ı Hakk’a kadar gidiyor. Çünkü bizde bilginin, Cenâb-ı Hakk’ta başlayan, peygamberle tabiri caizse yayılan, zuhur etmeye başlayan ve onun halkasında bize gelen bir kanalı vardı. Şimdi yok böyle bir şey. Şimdi ne yapacağız? Cenâb-ı Hakk eğer “Muhit” sıfatına sahipse ve bütün bilgilerin sahibiyse o zaman, bu varoluşta, o bilgilerden yola çıkarak hakikate ulaşacak bilgiye de yeniden ulaşmak zorundayız. Bu kanalları zorlamalıyız.
Mesela, bugün şunu söyleyebiliriz: İcazet yolu devam etmiyor artık. Niye devam etmiyor? Modern dünya icazeti kabul etmiyor. İcazet, modern dünyada diplomadır. Bugün hakikaten çok anlamlıdır. Çankırı’da “Yârenler” dediğimiz bir geceye katıldık. Hocamızın biri tam da moderne uygun bir şekilde dedi ki: “Efendim, sizde eğitim kaç sene?” Verdiği cevap çok manidardır: “Ne zaman olgunlaşırsa.” Çünkü olgunlaşma dediğiniz şey veya bizim kadim kültürümüzün diliyle tekâmül hâli, pişme, ne derseniz deyin; kimi insanda 3 senede olur, kimi insanda 13 senede olur. Öyle bir standardı yok olgunlaşmanın. Bir de bizdeki tekâmül, bir hocanın nezaretinde olur. Şimdi bir hoca yok, sadece uzmanlar var. Uzmanların bilgileri aktarımı ve o bilgilerin geri dönüşüyle ilgili bir eğitim süreci işliyoruz. Yani bunun kontrolü, ahlaka dönüşmesi, yaşantıya dönüşmesi eğitimin içinde değil ki.
Eğitim kelimesinin kadim kültürde üç tane karşılığı var; terbiye, talim ve tedip. Okullarda bilginin aktarımı anlamında kullanılan talimdir. Okullarda terbiye yoktur mesela. Terbiye ne demek? Terbiye, doğumdan ölüme kadar fiziksel varlığımızı sürdürecek, yapıp etmelerimize yön verecek bir süreci ifade ediyor. Terbiye bir ömür boyudur ve yapıp etmelerimizle alâkalıdır. Terbiyede örnekler vardır; yani siz, terbiyeyi hayat içinde örneklerden öğrenirsiniz.
Talim, nedenli öğretimdir. Mesela, terbiyede iyiler öğretilir. Yani toplumun iyisi neyse o öğretilir. Mesela büyüklere yer vermek bizim terbiyemiz, iyimiz gereğidir; ama başka bir kültürde önce çocukların olması onların iyisi gereğidir. İyi her daim lokal kalırken, doğru, talimdeki doğru evrenseldir. Yani ilim dediğimiz şey sizin doğrularınız olmaz, bütün insanların kabul edeceği nitelikte doğrular olması lazım. Talimin mekânı her zaman vardır; kadim kültürde medrese olmuştur, cami olmuştur, bugün üniversite. Ama terbiyenin mekânı yok, terbiye hayatın içinde.
Doğru, bilmekle alâkalıdır; iyi, yapmakla alâkalıdır. İyi ve doğrunun, bilginin birleştiği bilgi ya da alan nerededir? Buna da tedip deriz, edep öğretimi.
Edep öğretiminin mekânı nerede; yok. Edep hayatın içinde öğrenilir. Edebi yani bilmeyle yapmayı, yaşamayı öğretebilecek bir küre lazım; o küre hayatın kendisidir. Bu kürede elbette örnekler olması lazım. Bu kürede muhakkak yaşam ustaları ya da bize varoluşu gösterecek örnekliklerin olması lazım bir şekilde.
Rol model diyebilir miyiz?
Tabi rol model diyebiliriz. Peygamberimiz (sav), nasıl bir mümin olunması gerektiğini insan-ı kâmilin bütün boyutlarıyla göstermiştir. Müslümanların çoğunun, Hz. Muhammed’in ahlakına bir şube olduğu örneklere ihtiyacımız var. Bugün öyle örnekler çok az ya da biz bilmiyoruz. O örnekler az olduğu için, bildiklerimizi, düşündüklerimizi yaşantılayamıyoruz, yani yaşama dökemiyoruz. Oysa etiyle, kanıyla görsek çok daha kolay olurdu.
Bir şekilde bilmek yetmiyor; ona eşlik eden bir yaşantının olması lazım, düşünmeye eşlik eden yaşantı. Çünkü biz sadece ilimle yetinirsek irfan boyutu ve hikmet boyutu eksik kalırsa -ki bizim sorunumuz daha ilim boyutunda başlıyor, irfan boyutu ve hikmet boyutu bahsi diğerler- daha ilim boyutunda kendi hakikatimizi anlayacak durumda değiliz. Bu olmayınca, irfan boyutuna geçecek insanımız olmuyor.
Kritik ve analitik düşünme dediğimizde, düşünmeyi nasıl tanımlarsınız?
Düşünce ve düşünme, Türkçede karıştırılan hususlar. Düşünme eylem hâlini ifade ediyor, düşünce ise isim hâlini. Yani düşünme eyleminde ortaya çıkana düşünce diyoruz. Düşünme nedir? Düşünme, varoluşla karşılaştığımızda onu kendimize mâl edebilme, onun her ne ise o hâlini zihnimizde tasavvur edebilme ve bu tasavvurlarla bir örgü kurabilme meselesidir.
Tefekkürle aynı mıdır?
Tabi, Batı dillerinde “thinking” anlamındadır; fakat burada da şöyle bir parantezle ifade edeyim: Kavramlar bizim taşıyıcılarımızdır. Yani varoluşla karşılaştığımızda, o karşılaştığımız şeyin ne olduğunu yakalamaya çalışırız ve yakaladığımız şey her daim sabit kalmaz, içeriği değişir. Thinking’in Batı’da karşılığı düşünmedir. Fakat biz tefekküre daha geniş, daha derin manalar yükleriz. Bizde tefekkürün varabileceği, uzanabileceği yer maveradır, Cenâb-ı Hakk’tır. Ama Batı, düşünmeyi aklî sınırlar içinde ya da hissedilir âleme hapseder. Mesela pozitivistler, düşünme ile, sadece var olan olguların düşünülmesini kastederler; yani Cenâb-ı Hakk gibi, metafizik varlıklar gibi hususları kastetmezler.
Bu noktada da sıkıntımız şu: Düşünmeyi neye atfedeceğiz meselesi. Klasik anlamda veya bugünkü literal anlamda alırsanız, düşünme bilimsel düşünmeyle özdeş gibi gözükür. Ama siz eğer düşünme kavramı yerine tefekkür, teemmül, tedebbür vesaire kullanırsanız -başlangıçta ifade ettiğim “Kendi kavramlarımız, kendi tasavvurlarımızla konuşmalıyız” derken- daha kolay anlaşırız. Ama yok, bugün birisi de düşünme kavramını kullanırsa ben ona ne kastettiğini sorarım önce. Eğer düşünmeyle maveraya, metafiziğe uzanabilecek bir şeyi kastediyorsa da anlarım. O anlamda söylersek düşünme, varoluşun bir şekilde anlaşılabilmesi gayretidir.
Biraz somutlaştırabilirsek, biraz pratiğe dökebilme açısından… Düşünme veya kritik analitik düşünme, tefekkür etme, insanda nasıl bir kişilik oluşturur, nasıl bir duruş sağlar; ilmî, irfanî, fikrî, kalbî anlamda nasıl bir insan ortaya çıkarır, rol model olabilme noktasında insanı nereye getirir?
Hepimiz arabaların dört tekerlek üzerinde hareket ettiğini biliriz. “Tekerler nedir?” diye sorduğumuzda, kauçuktan yapılma arabanın ayakkabısıdır. Fakat bu ayakkabının nasıl yapıldığını, neyi ihtiva ettiğini, niçin böyle olduğunu araştırdığımızda, 17-18 kat kauçuk kullanıldığını görüyoruz. Birinci kauçuk su geçirmemesi için, niteliği. İkinci kat kauçuk, su geçirmemesinin üzerine, onu sert sağlayacak, yani zırh gibi saracak bir nitelik ve içinde metal tel örgüler var. Niye? Çünkü 200 km hızla gidiyorsunuz. 200 km hızla gittiğinizde, üzerindeki 1500 kilonun, o kauçuğu parçalamaması lazım. Bir taşla karşılaştığı zaman, o taşın kauçuğu yırtmaması lazım. Bütün bunlar düşünmeyi gerektiriyor.
Basit fiziki olgular için bile bu kadar düşünme gerekirken hayatınız, nasıl yaşayacağınız, varoluşunuzu nasıl sürdüreceğinize dair derin düşünmeler, tefekkürler gerekiyor. Sadece bu örnek bile, yaşadığımız dünyanın, muhatap olduğumuz varoluşun ne olduğuna dair gerçekten çok zorlu bir süreçte olduğumuzu gösteriyor. Hele bir adım daha atıp da aşkın varlık Cenâb-ı Hakk karşısında nasıl yaşayacağım, nasıl hizaya geleceğim meselesine baktığımızda, bunun düşünme konusunda daha derin, çetrefilli bir süreci gerektirdiğini düşünüyorum.
Bu boyutların farkında olan insan, konumunun, durumunun ve karşılaştığı varoluşun her daim farkında ve onu değerlendiren bir duruşa sahip olur. İlmin amacı, kendi haddini bilmek, durumunu ve konumunu bilmektir. Bu çerçevede düşündüğümüzde, tefekkür faaliyetinde bulunan insanın önce yaratılmış olduğu, sonlu olduğu, fani olduğu ve bütün bunların bir anlamı olduğuna dair bir tefekkürle mücehhez olması lazım. Çünkü sonlu olmak, fani olmak ve anlamlı bir hayat için bunların acilen ve hemen yapılması lazım. İnsan hayatı, evrenin hayatı ve sonsuz hayat karşısında bir nokta gibidir. O noktada insanın bu gerçeklikle karşı karşıya gelmesi ve gerekeni yapması, yerine getirmesi gerekiyor. Bunu bilen insan, bunu gerçekleştiren insan önce kendi üzerinde, sonra muhatap olduğu mekân üzerinde ve nihayetinde bütün bunları sağlayan varoluş, varlık üzerinde, Cenâb-ı Hakk’ın ne ve kim olduğu hususunda bir anlayışa, kavrayışa sahip oluyor. Bu anlayış ve kavrayış, tabiri caizse uyanık olma durumudur, yani konumunu ve ne olduğunu belirleme hâlidir. Bunun farkına varmayan insan neyle muhatap olduğunu, ne olduğunu, kim olduğunu ve Cenâb-ı Hakk karşısındaki durumunu, onun ne olduğunu anlayamaz, bilemez. Fıkıh ilmini kendimize vuralım; benim ne olduğumu, lehime olan şey, aleyhime olan şey de Cenâb-ı Hakk’ın kim olduğunu bilme meselesidir. Yani ikisini bildiğiniz zaman anlama faaliyetiniz ya da yaşama faaliyetiniz gerçekleşiyor. O yüzden tefekkür faaliyeti, düşünme faaliyeti, öncelikle insanın kim ve ne olduğuna dair bir varoluş duruşu oluşturuyor.
Kur’ân, Cenâb-ı Hakk karşısında bir bilinç kazandırır. Bu bilinci kazandırdıktan sonra diğer insanlarla ve kâinatla ilişkinizi düzenler. Kendinizi bildikten sonra Cenâb-ı Hakk’ı, Cenâb-ı Hakk’ı bildikten sonra da insanlarla ve kâinatla nasıl ilişki kuracağınızı biliyorsunuz.
Söz gelimi sadakât üzerinden konuşalım. Sadakât her ne kadar bağlanmak gibi gözüküyorsa da kelime anlamında, ilişki kurduğunuz her ne ise ona gösterdiğiniz ilişki biçimidir. Eğer sadakâtin nereden kaynaklandığını bilmiyorsanız, yani “Niçin sadık olmalıyım, niçin sadakât göstermeliyim, sadakât göstermezsem ne olur?”a dair bir bilinç ya da bir vukufiyetiniz yoksa sadık olmak fiilini gösteremezsiniz, niçin sadık olmanız gerektiğini bilemezsiniz. O yüzden de tefekkür, düşünme; bizi inşa eden, kişiliğimizi oluşturan, varoluşu anlamamızı -Cenâb-ı Hakk’ı kastediyorum- insanlarla ve kâinatla nasıl ilişkiye geçeceğimizi ortaya koyan çok boyutlu bir faaliyet. Bu faaliyet eksik kalırsa insan olmamız, insanlığımız, mümin olmamız, insan-ı kâmil olmamız eksik kalır.
Düşünce ahlakı diye bir mevzu var mıdır? Düşünürken, kritik yaparken ahlakı muhafaza etmek üzerine ne söyleyebiliriz?
Bunu eleştiri üzerinden ifade edeyim. Düşünme öyle bir faaliyet ki yani sizin doneleriniz, parametreleriniz, üzerine basacağınız noktaların olması lazım ve bu noktaların hakikaten varoluşa mutabık ya da daha üst planda hakikatle ilişkisi olması lazım. Yani hakikat kaygısı, arayışı çekmeyenlerin düşünmelerinin de hedefine varmayacağını söyleyebilirim. Eleştiriden yola çıkayım. Eleştiri, bir düşünme biçimidir; fakat “Bunu niye böyle yaptın?” şeklindeki bir düşünme biçimi hedefsizdir. Çünkü siz eğer iyi bir eleştirmenseniz onun niye öyle eksik olduğunu bilirsiniz. O yüzden de düşünme her daim bir varoluş üzerinde gerçekleştiği için, ahlâklı olmak zorundadır, bir ahlâka dayanmak zorundadır.
Ahlakî bir zeminde düşünmeyi gerçekleştirmiyorsanız, o düşünmenin hedefine varamayacağı ya da sizi farklı mecralara sürükleyebileceğini söyleyebiliriz. O yüzden de düşünme faaliyeti her daim bir ahlak faaliyetidir. Çünkü siz düşünürken, varoluşu bütün boyutlarıyla anlamak istersiniz, ortaya koymak istersiniz. Sadece belli bir boyuta ya da belli bir şeye hapsettiğiniz zaman, varoluşu değiştirmiş ya da parçalamış oluyorsunuz. O yüzden de düşünmenin bir ahlaka eşlik ettiğini söyleyebiliriz. Eğer siz gerçekten hakikat kaygısı olan, kâmil insan, erdemli bir insan iseniz, bu erdeme ait bir düşünme spektrumunda düşünmeniz lazım, bir genişlikte olması lazım.
Söz gelimi, 20 yaşındaki bir kişinin ders esnasında sıkılabileceğini, şunu bunu yapabileceğini düşündüğünüzde, tecrübe ettiğinizde, bunların çok normal olduğunu görebilirsiniz. Ama çocuğun dünyasını, sıkıntılarını, şunu bunu kontrol etmiyorsanız o ders esnasında rahatsız olup bağırıp çağırabilirsiniz. Ama siz kendi zaviyenizden haklı olsanız bile, onun zaviyesinden baktığınızda haklı olduğunu ve daha rahat olmanız gerektiğini düşünebilirsiniz. Böyle bir şeyde dersi kesip “Evladım, bir sıkıntın varsa git, dışarıda hallet.” demeniz icap ediyor. Pekala, bu noktada, dersinizi böldüğü için, dersinize zarar verdiği için çocuğa bağırıp çağırmanız sizin açınızdan doğru olabilir; ama çok ahlakî olmaz. O yüzden de her düşünme faaliyetinin bir ahlâkla beraber olması lazım. Ama “Bu nasıl sağlanacak?” diye düşünürseniz, hakikat arayışı ya da hakikat kaygısıyla yola çıkmamız lazım. Bu noktada, “Benim düşüncem, senin düşüncen doğrudur.” değil, izan sahibi olmak gerekir. Ne demek izan? Bir boşluk payı düşünmek, yani yanılabileceğimizi bilmek, insaf sahibi olmak.
“Düşünme, cesaret isteyen bir iş.” diyorsunuz. Bizi engelleyen şey nedir? Düşünmek istemiyor muyuz acaba, bir şeylerden mi korkuyoruz?
İnsan alışkanlıkların çocuğudur. Yani yememiz, içmemiz, oturmamız belli bir noktadan sonra alışkanlığa dönüşüyor. Alışkanlık, hayatımızı kolaylaştırdığı müddetçe konfor üretiyor ve bu konfordan vazgeçmek zor. Bu konfor, fiziki âlemde bize bu kadar yardımcı, bize rahatlık vericiyse, düşünme âleminde, söz gelimi daha önce bulduğumuz, başkalarının bulduğu şeyleri kabullenmek çok daha büyük konfor üretiyor. İnsanların bu konfordan vazgeçmesi, acabalar, bütün hayatlarını, varoluşlarını değiştirecek bir hususiyet.
İslam düşüncesinin ilk çağlarına baktığınızda her şeyi düşünmüşler, düşünme cesaretini göstermişler. Yetmiyor, o düşünme iklimini hazırlamışlar. Yani şöyle düşünürsen ne olur; hiçbir şey olmaz. Yani o özgürlük bile düşünülmüş. Ama bugün, farklı düşünene bile tahammül edemediğimiz bir noktadayız. Bu, tabiri caizse anlama zeminlerimizi tıkıyor. Bu alışkanlığı kırmamız lazım. Alışkanlık derken, zincirleri kırmamız lazım.
Bu bir gaflet hâli midir?
Tasavvufî ifadeyle evet, gaflet hâlidir. Çünkü Cenâb-ı Hakk bizi, ataların dini üzere olma hususunda uyarıyor. Cenâb-ı Hakk bunu sadece müşriklere ya da başkalarına söylemiyor. Siz eğer Cenâb-ı Hakk’ın muradını değil de sizden öncekilerin anladıklarını vazgeçilmez, düşünülemez, ötesine gidilemez, dokunulamaz olarak anladığınızda, bu bir gaflettir tabi. Bu şu anlama gelmiyor: “Geleneği yıkalım.” Hayır, onu kastetmiyorum. Ama eleştiri, Cenâb-ı Hakk’ın muradının gerçekleşmesi için yegâne anahtarımız, düşünme faaliyeti. Çünkü sizin eğer onun doğru olduğuna dair ikna kabiliyetiniz varsa o hakikat devam edecek. Yani deriniz kendisini iyileştirmek için bir kabuk bağlar; ama siz büyüyorsunuz, o kabuk kırılıp kanamaya başladı. Ne yapacaksınız? O kabuğu alıp tekrar taze cildin gelmesi için müdahaleniz gerekir. Eleştirmeyi bu anlamda ifade ediyorum.
Eleştiriyorsunuz ve eleştiriden yukarıda kalanlar, işte sizin kullanacağınız malzemelerdir. O malzemeyi olduğu gibi kullanırsanız hiçbir işinize yaramaz. Çünkü bugün Müslüman dünyanın en temel sorunu, “Geçmiş niye bugünkü problemlerimizi çözmüyor?” sorunudur. Çözemez ki. Çünkü geçmiş, o zaman ve zemin içinde ilâhî hitabın anlaşılmasını sağladı. İyi ki sağlamış, ne güzel sağlamış. O günkü dünya değil ki bugünkü dünya. O yüzden, o ilkeler ışığında ve geçmişin nasıl yaklaştığını görerek, bugünün dünyasını mamur etmemiz, inşa etmemiz lazım. O yüzden de temel sıkıntımız, inşa faaliyetimizin; yani anlama faaliyetimizin, kritik analitik yapma faaliyetimizin, hem dünü hem de bugünü içerecek şekilde geniş bir kapsamda olması lazım. Bu noktadayız, sıkıntımız da bu.
Bugün karşılaştığımız durum; dindarlar ya geleneğe yaslanarak bu problemi çözmek istiyorlar ya da geleneği gözardı ederek, modern içinde bu meseleyi çözmek istiyorlar. Her iki yaklaşımın, aracı ya da “Ortaya karışık yapalım.” meselesi olmadığı; ufukların kaynaşması anlamında hem geleneği bilmemiz hem de bugünü bilmemiz, gelenekle bugün arasında gidişler, tarihsel yolculuklar yapmamız gerektiği şeklinde anlıyorum. Ufukların kaynaşması, birleşmesi dediğimiz bir perspektifle meselenin düşünülebileceğini, anlaşılabileceğini düşünüyorum. Yoksa alışkanlıklarımızı bırakmak, ezberlerimizi bozmak çok zor ve bizim insanımız ezberlerini çok fazla bozmak istemiyor. Ama şunu görmemiz lazım: Yaşadığımız dünya, ezberlerimizin yeniden düşünüleceği, düzenleneceği bir noktaya getirdi bizi.
Acı olan şudur: Babalarımızın, annelerimizin dindar olması çocuklarının dindar olmasını gerektirmiyor artık. Yani kendi çocuğumuza dindarlığımızı aşılayamıyoruz artık.
Kendi dışımızda etkenler var…
Tabi. Dışımızdaki bizi saran dünya kolaylıkla buna izin vermiyor. O zaman ne yapmamız lazım? Bu dünyayı önce bir anlamamız lazım, hikmeti ya da geleneği nerede yitirdiğimizi kavramamız lazım. Teorik söylüyorum, ama bunlar çok varoluşsal hâller… Yani o hâlleri yeniden gündemimize taşımamız lazım. Bu bir zorunluluk mudur? Evet bir zorunluluktur, hele yaşadığımız çağda zorunluluktur. Niçin? Yaşadığımız çağın en temel özelliği, adaletin olmaması. İster Batı deyin, ister dış dünya deyin, katliam yapıyor ve Müslümanlar bu katliam karşısında bigâne kayıtsız kalmak durumunda kalıyor. Ortadoğu havzasının durumu, parçalanmış toplumlar, Afganistan, Pakistan, Müslüman coğrafyanın her tarafı karmakarışık ve bütün bu yapılanların bir adaletsizlik üzerine gerçekleştiğinin farkındasınız. Yanlış bir şeyler var. Bu yanlışlığın bir şekilde düzeltilmesi lazım. Bu yanlışı düzeltecek insanlar da yapanlar değil, muhatap olanlar. O yüzden, hayatımıza çeki düzen vermemiz lazım. Salt adalet sağlamak için bile yapılmalı. Yani bırakınız hakikat arayışını, adalet sağlamak için bile yapılması gereken bir uğraş olduğunu düşünüyorum o tefekkürün, o kafa konforunu bozmanın gerekliliğini.