Günah Musibet İlişkisi / Prof.Dr. Selim Özarslan

Küreselleşmenin yaygınlaştığı ve insanların hayata bakışında ciddi anlam buharlaşmaları, aşınmaların yaşandığı bir dünyada toplumların maddî ve manevî huzurunu sağlamada dinin rolü nedir? Pratik düşünmek gerekirse İslam özellikle bu dönemler için neyi teklif ediyor? Ya da dine dair ne tür algı ve hayatı okuma biçimleri, günümüz insanına ne tür açılımlar yapabilir? 

Küreselleşen dünyada yani iletişim ve haberleşmenin saniyeler içerisinde gerçekleştiği bir süreçte ve mekânda adeta küçük bir köye dönüşen dünyamızda, her türlü kapitalist ve pozitivist insanî faaliyetten dünyanın çeşitli coğrafyalarında yaşayan farklı din, kültür ve geleneğe mensup insanlar haberdar olmakta ve bu durum onun yaşamını, sahip olduğu moral ve etik değerler, sosyo-kültürel ve sosyo-ekonomik değerler açısından etkilemektedir. Küreselleşmenin bu olumsuz etkisinden uzaklaşmak için Müslümanların, bu dünyada yaratılış gayesini unutmadan, yaşamın her alanında insan, Rabb ve doğal çevre ilişkisini merkeze alarak bu gayeden ayrılmadan yaşam sürmeleri gerekmektedir. Bu da “Biz nereden geldik ve nereye gidiyoruz?” sorusunu hiç akıldan çıkarmadan hayat sürmeyle mümkün olur.

Günümüzde eğer bir dağılmadan söz edeceksek, inanç sapmaları başlığı altında neler sayılabilir? İslamî davete muhatap kitleler açısından düşündüğümüzde, bu çeldiricilerden ve inanç sapmalarından etkilenme hususunda, İslam’ın doğru dürüst anlatılamaması ya da hakkıyla yaşanmamasının rolünü ya da payını nasıl değerlendiriyorsunuz? 

Müslümanlar açısından inanç sapmaları nelerdir veya neler inanç sapmalarına neden teşkil ediyor dersek bunların başında Pozitivizm, Materyalizm, Panteizm, Existentialism/Varoluşculuk, Ateizm, Nihilizm, Darwinizm, Feminizm, Ruhçuluk, Satanizm gibi genelde Batı kaynaklı birçok ideoloji ve felsefi akımları sayabiliriz. Bu saydığımız din karşıtı “izm”lerin etkisinde kalan bazı Müslümanlar kendi dinî inanç ve duygularını yitirerek inançsızlık girdabına düşmüş, bazıları vahyi temellerinden uzaklaşmış, yarı cahil din anlayışlarının yöntemi olan tekfir ya da küfürle itham hastalığına saplanmış; bazı Müslümanlar da varlıklar içerisinde en üstün yapıya sahip olan insanı, yaratıcısı karşısında bir hiçe indiren başka bir deyişle yaptığı eylem ve davranışlarının bir anlamının olmadığını söyleyen Cebriyeci, determinist/fatalist kader anlayışına saplanmışlar ve İslam’ın kader anlayışının da bu olduğunu söylemişlerdir.

Dinî inancı ya da duyguyu, salt belirli ritüelleri yerine getirmeye indirgemek, sadece şekli ve geleneği muhafaza etmek ve onu hayatın insanî ilişkiler, sağlık, spor, siyaset, ekonomi vb. gibi diğer alanlarından uzaklaştırmak da bir tür inanç sapması olarak değerlendirilebilir.

İslam’ın hakkıyla, vahyî temellere dayanan bilimsel bir metotla Müslüman halklara öğretilmemesi ve toplumsal hayatın her alanında görünür ve hissedilir olmaması, bu alanın boş bırakılmasına dolayısıyla inanç sapmalarına yol açacağı izahtan varestedir.  

Günahların da musibetlerin de bol olduğu bir dünyada yaşıyoruz. Günah-musibet ilişkisine nasıl bakılmalı ki, yeni gelişen hadiseler karşısında aklî ve kalbî huzuru yeniden yakalayalım ya da var olanı kaybetmeyelim?  

Bilinmektedir ki Yüce Allah, insanı akıl, irade ve yapıp etme gücüne sahip bir varlık olarak yaratmış, gönderdiği peygamberleri aracılığıyla da neyin iyi ve kötü olduğunu bildirmiş, iyi ve yararlı davranışlarına sevap, kötü ve zararlı eylemlerine de ceza vereceğini bildirmiştir. Yine Kur’ân’da Allah’ın, kulları olan insanlara zulmetmeyeceği, kulların yani insanların kendi yaptıklarından dolayı kendilerine zulmedeceği birçok ayette vurgulanmaktadır. Buradan hareketle günah-musibet ilişkisine değinecek olursak şunları söylememiz mümkün gözükmektedir: Musibetlerin sebeplerine yönelik Kur’ân üzerinde yaptığımız incelemeden çıkardığımız sonucu iki ana kategoride değerlendirmek mümkündür. Birincisi: İnsanların kendi yaptıkları, dince suç sayılan kötü davranışlarının yani günahlarının karşılığı olarak birtakım belâ ve musibetlere maruz kaldıklarıdır. Bu görüşün doğruluğunu, bazı kavimlerin doğal felaketleri de içerisinde barındıran çeşitli musibetlerle yok edildiğini anlatan Kur’ân ifadeleri/nassları desteklemektedir. Çünkü insanlar Allah’ın koymuş olduğu kanunları tanımamakta, adeta hiçe saymakta, onunla boy ölçüşmeye kalkışmaktadırlar. Bu sınır tanımamazlıkları Allah ve peygamberlerini inkârla kalmamış, kendilerini Allah’ın yerine koyarak O’nunla güç mücadelesi içerisine girmeye kadar uzanmıştır. Kâinatın mutlak sahibi olan Allah da ilahî kudretinin bir göstergesi olarak bu tür insanları çeşitli musibetlerle yok etmiştir. Yok edilen kavimler söz konusu cezaya çarptırılmadan önce kendilerine gönderilen peygamberler tarafından uyarıldıkları halde bu ikazlara aldırmamışlardır. Bu uyarı ve ikaz, İslam Peygamberi Hz. Muhammed’in (sav) son elçi olması hasebiyle O’nun zamanından günümüze kadar geçerliliğini sürdürmektedir. Çünkü O bütün zamanları kapsayıcı bir şekilde müjdeleyici ve uyarıcı olarak gönderilmiştir. (İsra, 17/105) İstenmemekle birlikte günümüzde de böyle bir musibetle cezalandırılma vuku bulacak olursa insanların uyarılmadıklarını söyleme hakları herhalde olmayacaktır. Ancak meydana gelen her doğal felaketi veya musibetleri ya da musibetlerden kaynaklanan acı ve ızdırapları Allah’ın bir cezası olarak değerlendirmek de Kur’ân’ın insanlığa vermek istediği mesajla tam olarak bağdaştırılamaz kanaatindeyiz. 

İkincisi: Allah’ın fiilleriyle irtibatlı olarak meydana gelen çeşitli musibetlerin, doğal felaketlerin ve bunların sonucu meydana gelen acı ve ızdırapların insanları imtihan etme, deneme ve sınama amacına yönelik olarak meydana geldiği hususudur. Allah, insanları bollukta ve darlıkta yani nimetlerle ve nimetleri eksilterek, çeşitli sıkıntılarla insanları imtihan edeceğini Kur’ân’da birçok defa bildirmiştir. İşte bu yollu, bu türden çok çeşitli musibet ve sıkıntılara maruz kalan insanların Allah’a karşı takınacakları tavır, onlar için bir deneme, sınama olmaktadır. Yani bu tür musibetlerle insanların samimiyetleri, inançlarındaki ve Allah’a bağlılıklarındaki ihlasları denenmekte ve imtihan edilmektedir. Kendilerinden kaynaklanmayan acı ve ızdırapların bir hikmetinin olduğunu düşünerek bunlara sabretmek, Allah’a isyan etmemek, söz konusu imtihanın kazanılması; aksi davranışlar ise imtihanın kaybedilmesi anlamına gelecektir. Yani bolluğa, refah ve huzura kavuştuğu zaman ne olduğunu unutup bu nimetlerin gerçek nedenini göz ardı ederek büyüklenmesi, her şeyin kendisinin olduğu sanısına kapılarak insanlara karşı hâkimiyet sevdasına kapılması, bir tür kendi tanrılığını ilan etmesi, bireyin yapılan imtihanda başarısız olması demektir. 

“Kelâm ilmi de tıp ilmi gibi, yaşayan insanın problemlerine hitap etmek zorundadır.” diyor ve sosyal realiteye dikkat çekiyorsunuz. Sosyal realite bize neler söylüyor? Bu konuda hayata dair okumalarınızda neler var? 

İslam, insanın dünya hayatını dizayn etme iddiasında bulunan son ilahî kaynaklı dindir. Bunu, bireyin içinde yaşadığı evrende bulunan her şeyin ve kendisinin de sebebi ve yaratıcısı olan Allah’la irtibatını kurarak ve bu ilişkiyi hayatı boyunca sürdürerek gerçekleştirebileceğini belirtmektedir. Zaten dünya hayatında bireyin yaratıcısıyla olan Rabb-kul münasebeti, hayatın her alanında (yani sosyal, ekonomik, kültürel ve özel hayatında) derûnî bir saygıyı ve sevgiyi içinde barındırıyorsa bu durum insanın ahiretini de düzenleyecek demektir.