Akıl, irade, sezgi, vicdan, insaf, feraset, hakkaniyet vs. gibi birçok imkân ve kabiliyetlerle dünyaya gönderilişimiz, aslında üzerimizde sınav için gerekli şartların da tahakkuk etmesi demektir. İyiyi kötüden, güzeli çirkinden ayıracak donanımda yaratılmış olmamız kulluğumuzun ayarını yükseltmek için de geçerlidir. Her şeyin kalitelisine talip olan insana kulluğunu da kaliteli yapması daha çok yakışır. Rabbimiz bizlere bahşettiği sayısız nimetler ve yeteneklerin karşılığında bizden iyi bir kulluk ister. İyi bir kulluk nasıl olur? Bunun ölçüsü, “Her insan İslam fıtratı üzerine doğar.” hadisinde açıkça görüldüğü gibi fıtratımızda ve vicdanımızda aslen mevcuttur. Kur’ân ve onunla gönderilen Efendimiz (sav) ise bu temiz fıtrata bizi tekrardan çağıran, onu hatırlatan, onu pekiştiren bir görevle aramıza gelmiştir. O’nun Hayatı ise bu temiz fıtratı en mükemmel ve muhteşem bir şekilde ortaya koyan kusursuz bir örnektir. Evet, Efendimiz (sav) örnektir iyi bir kul için, sonra örneklik anlamında O’na en çok benzeyenler sahabelerdir. Özellikle Hulefa-i Raşidin, dört büyük halife, cennetle müjdelenen on büyük sahabi dört başı mamur örneklerdir. Günümüzde de bu kişilerin canlı örnekleri vardır. Geçmiş asırlarda sahabelerden sonra gelip İslam’ı sahabeler gibi yaşayan âlimlerimiz olmuştur. Mezhep imamlarımız, hadis imamlarımız ve her yüzyılda bir gelen müceddid unvanına sahip âlimlerimiz kaliteli kulluğun öncü ve örnekleridir.
Bugün de hâlâ, tarihe mâl olmuş bu şahsiyetler gibi şahsiyetler sayıları az da olsalar aramızda yaşıyor. Kıyamete kadar da yaşamaya devam edecekler. Çünkü bununla ilgili hadisler çoktur:
“Şüphesiz ki Allah her yüzyılın başında bu ümmete dinî işlerini yenileyecek bir müceddid gönderecektir.” (Ebu Davud, Melahim, 1)
“Bu ümmet içerisinde kırk kişi İbrahim meşrebi üzerinde, yedi kişi Musa meşrebi üzerinde, bir kişi de Muhammed meşrebi üzerinde bulunur. Bunlar mertebelerine göre insanların efendisidir.” (İmam Ahmed b. Hanbel’in Kitabu’z Zühdünde sahih, hatta mütevatir olarak belirtilmektedir.)
İşte bu hadisle belirtilen kişiler aramızda yaşarlar. Eğer bunlardan gaflette isek onlar bizi görür de biz onları görmeyiz. Baksak da göremeyiz. Yanından geçer, karşısında oturur, aynı mahalleyi, aynı sokağı paylaşır, birlikte yemek yer, çay içer fark etmeyiz. Niçin? Çünkü o tarakta bezimiz yoktur. Efendimiz’le (sav) beraber yaşadığı halde O’na bakıp da göremeyen Ebu Cehiller ve o meşrepte insanlar gibi. Allah (c.c.) bizleri bakıp da göremeyenlerden etmesin.
İyi bir müzisyenin değerini layıkıyla, müziğe âşık insanlar takdir eder. Sesi güzel olanı ve şarkıları güzel yorumlayanı, en iyi bu işle iştigal eden kişiler anlar. Müzikten anlamayanın yanında şarkı söylersen “Yeter, kafamı ütüledin!” der. Anlayan birisi ise “Mest ettin, sarhoş ettin; ne olur bir şarkı daha söyle!” der.
İyi bir ressamı da resme merakı olan tanır, kıymetini bilir. Yoksa resim sanatından anlamayanların arasında Leonardo Vinci gibi resimler yapsan kimse “aferin” demez. Belki ölünce bir gün kıymetin anlaşılır. “Vay be onunla aynı zamanda yaşamış da bu sanatçıyı görememişiz, yazık bize!” derler.
Nitekim Efendimiz’in (sav) çağında yaşayıp O’nu görenlerin kimisi O’nu tanıdı, âşığı olup O’nun yoluna baş koydu, kimi tanıyamadı düşmanı oldu. Kimi de hiç fark etmedi bile.
Bizler bu âleme Allah’ın (c.c.) halifesi olarak geldik. Bizim görevimiz, halifelikten ne anlamamız gerektiğini bulmak, düşünmek ve sonra buna göre yaşamaktır.
Allah insanı İslam fıtratı üzerine yaratmıştır demek, her insanda iyilikten anlayan bir damarın yaratılıştan var olduğu anlamına gelir. Nitekim kendisi iyi birisi olmasa da her insan, iyi bir insanı tarif et desen tarifini çok güzel yapar. “İyi insan: cömert, fedakâr, bağışlayıcı, sevgi dolu, mütevazı, sıcak, sevecen, sempatik, sencil vs. olur.” der.
Allah (c.c.) kulundan ne ister? Bu sorunun cevabı zor değildir. Önce doğru ve güçlü bir iman ister. Emirleri ve tavsiyeleri doğrultusunda yaşayan ve kendini seven, şükreden, nankör olmayan kullar ister. İhlas, samimiyet, gayret ister. Kaliteli kulluğun sırrı güçlü bir imanda, güçlü bir Allah sevgisindedir. Bu ikisini ele geçirmek için çalışmak ve yapılması gerekeni yapmak akıllılıktır. Yoksa bir rüya gibi kısa olan şu dünya hayatını gerçek sanıp bütün yatırımını ona yapan insanların sandığı gibi akıllılık; sadece dünya hayatına yönelerek zengin ve varlıklı olmak, büyük makamlar elde etmek için çalışmak değildir.
Efendimiz (sav) akıllı kişileri bakın nasıl tarif eder:
-Akıllı kimse kendini hesaba çekip ölüm için hazırlanandır.
-Akıllı, Allah’a ve Peygamber’e inanıp ibadetlerini yapandır.
-En akıllı, Allahu Teâlâ’dan en çok korkandır.
Aişe validemiz sordu:
-Ya Rasulallah! Üstün olmanın ölçüsü nedir?
-Akıldır, aklı çok olan daha üstündür.
-Herkesin üstünlüğü yaptığı işe göre ölçülmez mi, iyi işler yapan daha kıymetli değil mi?
-Ya Aişe, insanlar akıllarından daha fazla mı iş yaparlar? Herkes aklı nispetinde iyi iş yapar, ona göre de mükâfatını alır.
Özetle diyecek olursak aslında akıllılık, kulluğu kaliteli yapmaktır. Kaliteli kulluk ise sağlam bir itikat ve imanla olur. Allah’a (c.c.) iman ise delilledir. Kimin Allah’a imanı ile ilgili delilleri güçlü ise onun imanı öyle sağlamdır. Kişiyi harekete sevkeden bu deliller çok önemlidir. Bu delilleri güçlendirmek için çalışmak çabalamak gerekir.
Allah azze ve celle Kur’ân’da şöyle buyuruyor: “Varlığımızın delillerini, (kâinattaki uçsuz bucaksız) ufuklarda (âfakta) ve kendi nefislerinde onlara göstereceğiz ki o Kur’an’ın gerçek olduğu onlara iyice belli olsun. Rabbin’in, her şeye şâhit olması yetmez mi?” (Fussilet, 41/53) Demek ki Allah’ın varlığının delilleri hem çevremizde hem de içimizde mevcut. Âfaktaki deliller, çevremizdeki tüm evrendir. Yaratılmış olan, evrendeki bütün hayranlık veren nizam ve intizam içindeki tüm varlıklar, güzel bir çocuk, güzel bir çiçek, bir böcek vs. her şey.
Bu deliller çok güzeldir ama güçlü bir iman için tek başına yeterli değildir. Bu delillerden daha etkili olanı ve insanı daha çok eyleme geçireni ise enfüsî delillerdir. Yani nefsimizdeki deliller.
Şöyle bir örnek verelim: Bir yemek ustası bize yemek yapsın ve görselliği on numara olsun. Ama yemeğin tadına baksak beğenmesek artık o yemeğin görselliği bizi etkilemez. Önemli olan lezzettir çünkü. Dilimiz, damağımız ondan hoşlanmadı, görsellik bitti. Âfakî delil görselliktir, enfüsî delil ise lezzettir. Lezzeti de güzel olsaydı dört dörtlük olurdu. Aynen bu örnekte olduğu gibi Allah’a (c.c.) imanın deliller itibariyle iki cephesi vardır. Biri görselliktir ki evrendeki nizam intizamdır; biri de insanın duygularıyla, sezgileriyle, ruhuyla bu güzelliği algılaması ki bu ikincisi birincisinden önemlidir. İmanı, matematiğin soğukluğundan, sevgi, şefkat, merhamet gibi duyguların sıcaklığına taşımak gerekir. Yine bir örnek verelim. İstisnaları hariç tutarak diyebiliriz ki çocuklar annelerini babalarından daha çok severler. Veya anne ile olan sıcak ilişkiler baba ile olmaz. Bunun sebebi babanın çocuklarına yaklaşmasındaki resmîlik ve soğukluktur. Anneler içlerindeki sevgi ve şefkatin itmesiyle her zaman daha fazla sevgi dolu, daha şefkatli, fedakâr, merhametli ve sıcaktırlar. Babaların, çocuklarının kendi çocukları olduğunu bilmesi onları tek başına sıcak ve sevgi dolu yapmaz. Allah’a (c.c.) iman da öyledir. Bir kişinin Allah’ın varlığına ait delilleri matematiksel anlamda kesin olsa bile, iman için tek başına bu bilgi yeterli değildir. Bir kişi hâşâ Allah’ı sevmezse iman etmez, tıpkı şeytan gibi. Şeytan Allah’ı bilir ama iman etmez. Niye? Çünkü O’na kızdı ve isyan etti. Allah’ı bilip de inkâr etmek olur mu, demeyin. Çocuk babasını sevmeyince, ondan nefret edince, “Benim senin gibi bir babam yok!” diye inkâr ediyor. Var ama bana göre yok, “Ölse ölüsüne gitmem!” diyor. Oğlundan nefret eden babalar da var: “Benim senin gibi bir evladım yok!” diyor ve babası çocuğunu duygusal anlamda öldürüyor. Yani duygular öyle önemli ki fiziken evlat ama duygusal anlamda değil.
İşte duygularla iman bu kadar önemli ve bizim en büyük sorunumuz burada. Bugün çok da iyi anlayamadığımız, haklarını yeterince veremediğimiz, hatta kimi gurupların tağut diye düşman oldukları tasavvuf büyükleri bunu fark etmişler. Ve Allah (c.c.) ile duygusal yaklaşımın, sevginin, dostluğun farkına varmış, bunun peşine düşmüşler. Ve de çok başarılı olmuşlar. Bu konu derin konu velhasıl…
Kulluğunu kaliteli yapan kişilerin içlerinde bir huzur vardır. Kaliteli elbise giyenlerin, kaliteli arabaya binenlerin, güzel temiz evde oturanların huzur ve rahatlığı gibi yani. Bunun tadını alanlar hep bunu isterler. Kaliteli kulun duasının başka bir tadı vardır. Beş dakika namaz kılsa bir saat dua eder. Uzun uzun münacatlar yapar, Rabbi ile konuşur. Buna münacat lezzeti denir. Gazali (rahmetullahı aleyh) böyle anlatır. Saatlerce dua eder, saatlerce namaz kılarlar. Namazında kaliteyi yakalayamayan kişi beş dakikalık namazı zor eda eder. Diğeri ise namazı uzatmak için sureleri uzatır da uzatır. Öyle ki bir rekâtta Kur’ân’ı hatmedenler vardır. Bunların bedenleri yorulsa da ruhları müthiş haz alır namazdan. Yemek örneğinde olduğu gibi; görünüşte yemek yiyen biri devamlı ağzını oynatır yorulur. Dışarıdan bakan ve yemek yemenin lezzetini bilmeyen birisi “Ne anlıyorsun aynı şeyleri ağzına alıp da çiğnemekten, yorulmadın mı?” diyebilir. O yorgunluğu aldığı lezzet nedeniyle hissetmediğini anlayamaz.
Efendimiz (sav) “Bana dünyadan üç şey sevdirildi. Bunlardan biri gözümün nuru namazdır.” buyurmuştur. Yani namazdan müthiş haz alırmış ve yorulunca ruhen dinlenmek için “Ezan oku da namaz kılalım ya Bilal.” dermiş. Efendimiz (sav) gibi ashabı da namazdan müthiş keyif ve haz alırmış. Örnekleri çok. Onlardan sonra gelen âlimler içinde de böyle örnekler çok. Aramak, bulmak ve görmek lazım… Merhameti nasıl görürüz? Gözler bunu görmez. Sevgi ve şefkat de gözle değil yürekle hissedilir. Sevgi ve şefkatten göz değil gönül lezzet alır. İmanımıza sadece aklımızı değil yüreğimizi de katarsak o iman hakiki iman olur. İmanı hakiki olanın namazları ve tüm ibadetleri gönlüne, bedenine yük olmaz; aksine ibadetlerden ruhları tarife gelmez şekilde haz alır, lezzet alır. Kulluğunu kaliteli yapanların en önemli vasıflarından biri namaza verdikleri önemdir.
İmam Rabbanî kaliteli kulluğun öncülerinden çok büyük bir âlim… Talebelerine yazdığı mektuplarında namazla ilgili söyledikleri çok dikkat çekici:
Allahu Teâlâ seni hakiki rütbelere yükseltsin! Bilmelisin ki namaz, İslam’ın beş şartından, dinin beş esasından ikincisidir. Bütün ibadetleri kendisinde toplamıştır. İslam’ın beşte bir parçası ise de bu toplayıcılığından dolayı yalnız başına, Müslümanlık demek olmuştur.
İnsanı Allahu Teâlâ’nın sevgisine kavuşturacak işlerin ilki olmuştur. Âlemlerin Efendisi ve peygamberlerin (sav) en üstünü olan Efendimiz’e, Miraç gecesi cennette nasip olan ru’yet şerefi, dünyaya indikten sonra dünyanın hâline uygun olarak kendisine yalnız namazda müyesser olmuştur. Bunun içindir ki “Namaz müminlerin miracıdır.” buyurmuştur.
Bir hadiste, “İnsanın Allahu Teâlâ’ya en yakın olması namazdadır.” buyurmuştur. O’nun yolunda tam izinde giden büyüklere, o ru’yet devletinden bu dünyada büyük pay namazda olmaktadır. Evet, bu dünyada Allahu Teâlâ’yı görmek mümkün değildir. Dünya buna elverişli değildir. Fakat O’na tâbi olan büyüklere, namaz kılarken ru’yetten bir şeyler nasip olmaktadır.
Namaz kılmayı emir buyurmasaydı, maksadın, gayenin güzel yüzünden perdeyi kim kaldırırdı? Âşıklar maşuku nasıl bulurdu? Namaz, üzüntülü ruhlara lezzet vericidir. Namaz, hastaların şifa vericisidir. Ruhun gıdası namazdır. Kalbin şifası namazdır. “Ey Bilal, beni ferahlandır!” hadis-i şerifi bunu göstermekte, “Namaz, kalbimin neşesi, gözümün bebeğidir.” hadis-i şerifi bu arzuya işaret etmektedir.
Dünyada ‘asıl’dan alabilmek için miraç lazımdır. Bu miraç, müminin namazıdır. Bu nimet, yalnız bu ümmete mahsustur. Peygamberlerine tâbi olmak sayesinde buna kavuşurlar.
Evet, namazını miraç yapabilenler kaliteli kulluktan yana nasipli olanlardır demek ki.
Yine kaliteli kulluğun temeli Allah (c.c.) sevgisine ve ihlasa dayanır. Allah sevgisinden ve ihlastan mahrum kulluğun kaliteli olması mümkün değildir.
Yine büyük imam İmam Rabbanî’ye göre tasavvufun vazifesi ihlasın elde edilmesidir. Tasavvuf yolundaki tüm çilelerin, mücahede ve müşahedelerin asıl maksadı ihlasın kemâle erdirilmesine hizmet etmektir. Allah’a (c.c.) giden manevî yolculuk sırasında sufilerin iç âlemlerinde yaşadıkları manevî haller ve geçici zevkler esas gayeyi yansıtmaz. Tarikat ve hakikat makamlarının kat edilmesinden maksat, insanı rıza makamına götüren ihlası elde etmektir. (36. Mektup)
İmam Rabbanî, kâmil ihlası elde etmek isteyenlere iki şeyi tavsiye eder: Allahu Teâlâ’yı zâtı için sevmek ve O’nda fânî olmak. Kul, Rabbi’ni bir menfaat karşılığı ile değil de sırf O’nun kulluk yapılmaya layık olması sebebi ile sevmeli ve bu sebeple O’na ibadet etmelidir. Bunu yaparken kendinden geçerek, hiçbir amelini göremeyecek hale gelmelidir. Zira bir insan sevdiğine olan aşkı arttıkça yaptığı fedakârlıkları da görmez olur.
Neticede akıllı insan yaptığı her işi ve görevi özenle yapan insandır. Allah’a (c.c.) kulluk bizim en önemli görevimizdir. Bunu layıkıyla yapmak insana verilen büyük nimetlerin ve yüce payelerin şükrü anlamında da önemlidir.
Allah’a (c.c.) emanet olun.