Kötülük, farklı açılardan tanımlanır: Bazılarına göre kötülük, insan tabiatının hoşlanmadığı, bazılarına göre zarar veren, diğer bazılarına göre ise ayıplanan ve yerilen şeylerdir.
Bu tanımların hepsi, kötülüğün hem subjektif hem de objektif bir boyutunun olduğunu göstermektedir. Kötülüğün, insan tabiatı yanında, zarar ve fayda açısından yapılan tanımları onun subjektif boyutunu göstermektedir. Mevlana, bu durumu çok güzel bir şekilde şöyle ifade etmektedir:
Âlemde hiçbir zehir yahut şeker yoktur ki birine ayak, öbürüne ayakkabı olmasın!
Evet... Birine ayak olur, öbürüne bukağı. Birisine zehirdir, öbürüne şeker gibi tatlı!
Yılanın zehri yılana hayattır, insana ise ölüm!
Deniz mahlûklarına deniz, bağ bahçe gibidir... Fakat karada yaşayanlara ölümdür, dağdır!
(Mesnevî)
Bununla birlikte herkes açısından kötü görülen şeyler de vardır. Örneğin; yalan konuşmak, aldatmak, hile yapmak, zulmetmek, iftira atmak, haksız kazanç sağlamak vb. tutum ve eylemler, ortak akıl, fıtrat ve vicdan açısından yerilen ve ayıplanan türden kötülüklerdir. Bu yüzden Kur’ân-ı Kerîm’de, iyilik/ihsan’ın tanımının yapıldığı gibi, kötülüğün herkes tarafından bilinen bu türünün tanımı da yapılmaz. Kur’ân’da kötülüğü anlatmak için “şer, fahşâ, münker, sû’, seyyie, ism, zenb, zulm, fısk, fücur” gibi kavramlar kullanılır. Bunların hepsinin müşterek noktası, ortak akıl tarafından yerilmeleri, fıtrata ve vicdana aykırı oluşlarıdır. Fıtratla kastedilen şey ise insanın yaratılışında bulunan, doğruya, gerçeğe, iyi ve güzel olana meyletme ve bunların zıtlarından kaçınma yeteneğidir. Cenabı Hakk, adaleti ve iyiliği emrettiği ayette (Nahl, 16/90) çirkinliği, hoş olmayanı ve azgınlığı yasaklamış; ancak bunların neler olduğunu açıklamamıştır. Çünkü insan, yaratılışı/fıtratı gereği her ikisini de tanıyabilecek bir yeteneğe sahiptir. Bu bakımdan kötülük/şer, lûgatte, kötü kişinin fiili olarak tanımlanmıştır. Bu itibarla kötülük, iyinin/hayrın zıddıdır.
Kötülük, genellikle doğal, ahlâkî ve metafiziksel olmak üzere üç kısma ayrılır: Izdıraplar, salgın hastalıklar, depremler, sel baskınları vb. doğal; yalan, düşmanlık, zulüm vb. ahlâkî; varlıkların hiçbir kusur taşımayacak şekilde yaratılmamış olması ise metafiziksel/yaratılıştan gelen kötülükler listesinde yer alırlar. Ancak doğal ve metafiziksel kötülük listesinde yer alan kötülükler; görünürde kötü olarak algılansalar da aslında onlar yaratılışlarındaki hikmetler açısından bakıldıklarında bizzat hayır/iyi olan şeylerdir. Çünkü ilahî iradenin onların gerçekleşmelerine izin vermiş olması, bizzat iyi ve güzel olanın ortaya çıkmasına vesile olmaları yönündendir. Görünürde kötü olarak gözüken olgu ve olayların nasıl olup da bizzat iyi ve güzel olana vesile oldukları, onların yaratılmasındaki hikmetlerle ilişkili bir konudur. Aşağıda bu hikmetlerin bir kısmından kısaca söz edeceğiz. Ancak bu bağlamda öncelikle kötülük problemine ve onunla ilgili tartışmalara kısaca bir göz atmamızda yarar vardır.
Kötülük Problemi
Kötülük problemi, Allah’ın en yüksek sıfatlarıyla evrendeki kötülükler arasında çelişki bulunduğu varsayımına dayanan bir inanç problemidir. İnkârcıya göre: merhametli, şefkatli, iyiliksever ve her şeye gücü yeten bir yaratıcı olsaydı, evrende hiçbir kötülüğün ve onlardan kaynaklanan ızdırapların bulunmaması gerekirdi. Evrende her çeşitten kötülük bulunduğuna göre, bu tür yüksek sıfatlara sahip olan bir yaratıcının varlığından söz edilemez.
Görüldüğü üzere kötülük problemi, en yüksek sıfatlara sahip olan yüce bir yaratıcının varlığını inkârın bir dayanağı olarak kullanılmaktadır. Hâlbuki kötülükler, insanoğlunun sınırlarını keşfetmekten aciz kaldığı evren içerisinde çok az bir yer tutmaktadır. Dolayısıyla kötülüğün varlığından hareketle, bu akılları hayrete düşüren büyüklükteki evrenin kökeni hakkında bir yargıda bulunmak hem bilimsel hem de insaflı bir yaklaşım değildir. Çünkü biz, tabiata bir bütün olarak göz attığımızda, onda kendi kendisini programlayıp var edebilecek bir akıl, irade ve kudret göremiyoruz. Akıllı, şuurlu ve bilgili bir varlık olarak insan, evrenin gözlemlenebilen bölümündeki en üstün yaratık olmasına rağmen kendi kaderine hâkim olamadığı halde, nasıl olur da akıl, şuur ve irade gibi özelliklere sahip olmayan bir tabiat, kendi kaderinin hâkimi olarak kendi kendisini var edebilir?
İnkârcılığın temel dayanağı olarak gösterilen hususlardan birisi de her şeyi yaratan bir sonsuz kudret sahibi varlığın zâtını beş duyumuzla algılayamayışımızdır. Oysa bizim, her şeyi var eden bir yaratıcının varlığını kabul edebilmemiz için mutlaka O’nun zâtını somut olarak gösterebilmemiz gerekmez. Zira biz, tıpkı elektriğin durumunda olduğu gibi, O’nun varlığını da eserlerinden ve fiillerinden hareketle bilebiliriz. “Allah’ın zâtını niçin göremiyoruz” sorusu, “Elektriğin kendisini niçin göremiyoruz.” sorusuna benzemektedir. Her varlığın, varlık hiyerarşisindeki mertebesi farklıdır. Allah, yaratılmış hiçbir varlığa benzemediği için varlık hiyerarşisindeki mertebelerin en üstünde bulunmaktadır. Bu yüzden O, sonsuz ve sınırsızdır. Aksi takdirde O’nun diğer varlıklardan bir farkı kalmaz, dolayısıyla da yaratıcı bir ilah olarak kabul edilmesi söz konusu olmazdı. Sonsuz ve sınırsız olan bir varlığın ise insanın sınırlı bir kapasiteye sahip olan duyuları tarafından idrak edilmesi imkânsızdır. Diğer taraftan beş duyuyla algılanan varlıkların iman konusu olmaları da mümkün değildir. Eğer her şeyin yaratıcısı olan Yüce Varlık, kendi zâtını akıllı varlıklara açıkça göstermiş olsaydı O’nun, kendisini onlara hür irade ve tercihleriyle takdir etme sorumluluğunu vermesi anlamsız olurdu. Hâlbuki akıllı varlıkların yaratılış gayesi, Allah’ın her şeye gücünün yettiğini ve O’nun ilmiyle her şeyi kuşattığını kendi hür irade ve seçimleriyle takdir etmeleridir. (Talak, 65/12)
Sonuç olarak söylemek gerekirse kötülüğün varlığını bir inanç problemi olarak takdim etmek tutarsız bir yaklaşımdır. Aşağıda bu tutarsızlığın sebeplerini genel olarak sunmaya çalışacağız.
Kötülüğün, İnkârcılığın Dayanağı Olarak Gösterilmesinin Tutarsızlığı
Kötülük ile, en yüksek sıfatlara sahip olan bir yaratıcının varlığı arasında çelişki bulunduğu varsayımı, söz konusu yaratıcının yalnızca iyi olanı yaratması gereken, dolayısıyla sınırlı yaratma imkânına sahip olan bir varlık olarak tasavvur edilmesinden kaynaklanmaktadır. Oysa her şeyin yaratıcısı olan Allah, Kur’ân’ın ifadesiyle her türlü yaratma imkânına sahip olan bir varlıktır. (Yasin, 36/79) Var olan her şey, varlığını ona borçludur. Ancak O, varlığında hiç kimseye muhtaç değildir. Ancak böyle bir varlık; aklı, iradesi ve şuuru olmayan maddeye düzen verebilir, onu en yüksek sanatla var edebilir. Yalnızca O, cansız olandan canlıyı çıkarabilir ve onun hayatını devam ettirebileceği en uygun şartları hazırlayabilir. Öyleyse sonsuz bilgi, irade ve kudret sahibi olan bu varlığın yaptığı her şeyin hikmetli olması gerekir. Hikmet, var olan her şeyi kendisine en uygun yere koymak, onların her birini bulundukları konuma en uygun olan bir tabiatta var etmektir. Bir başka ifadeyle hikmet, sözde ve fiilde tam isabet kaydetmektir.
Evren boş yere yaratılmış değildir. O, duyulur âlem içerisinde, kendisi ve etrafındaki diğer tüm varlıklar hakkında yorum yapabilen tek yaratık olan insanın en uygun şartlarda yaşaması için düzenlenmiştir. Onun her bir parçasında bu maksat için yaratıldığına dair işaretler vardır. Göklerdeki varlıklar, yeryüzündeki canlıların daha iyi şartlarda, huzurlu ve güvenli bir şekilde yaşamaları için tasarlanmışlardır. Yeryüzündeki canlılar ise insanın emrine verilmiştir. Onların kimisi insanın gözüne, kimisi gönlüne, kimisi midesine, kimisi de tüm bedenine hitap etmektedir. Kısacası onların hepsi, estetikten esenliğe kadar insanın tüm ihtiyaçlarına cevap vermeye hazır bir şekilde onun hizmetine sunulmuştur.
Bu kadar çok nimetin ve güzelliğin insanın hizmetine sunulmuş olması, bütün bu nimetlerin ve güzelliklerin sahibi tarafından kendisine büyük bir değer verildiğini gösterir. Bu bakımdan insana, kendisine verilen bu yüksek değere layık olmak için çalışma sorumluluğu verilmiştir. İnsan bu çabayı yalnızca aklına dayanarak gerçekleştiremez. Çünkü verilen nimetlerin büyüklüğü, onları verenin büyüklüğüne işaret eder. O halde insandan, bu nimetlerin sahibine, hak ettiği ölçüde bir teşekkürde bulunması beklenir. Yani teşekkürün ölçüsü, verilen nimetlerin değerini karşılayabilecek boyutta olmalıdır. Akıl bu teşekkürün yapılması gerektiğine işaret eder, ancak onun nasıl yapılabileceğini tek başına gösteremez. Bu durumda ona peygamberler rehberlikte bulunur.
Diğer taraftan, yukarıda da kısmen işaret ettiğimiz gibi, duyulur âlemdeki en yüksek varlık olan insan ve bütünüyle ona hizmet etmek üzere yaratılmış olan tabiat, sırf yok olmak üzere yaratılmadıklarına göre, her ikisinin de başka bir hayat evresinde yeniden varlık ve hayat bularak devam etmeleri gerekir. Bu durum da bize, ahiret hayatının varlığının gerçek olduğunu gösterir. Ahiret hayatı, imtihan dünyasında gerçekleştirilen işlerin karşılıklarının eksiksiz olarak görüleceği yerdir. Bu dünyada hesabı sorulamayan zulümlerin, haksızlıkların ve kötülüklerin hesabı orada sorulacak ve suçlular hak ettikleri cezayı mutlaka göreceklerdir. Buna karşılık, kendilerine bunca nimetleri cömertçe sunan yaratıcılarına karşı, teşekkür borçlarını en iyi şekilde yerine getirmeye çalışanlar ise orada hak ettikleri ödülün çok daha fazlasına kavuşacaklardır.
Dünya Hayatındaki Farklılıkların Hikmet Boyutu
Her şeyi hikmetle yani yerli yerinde var eden Yüce Yaratıcı, bu sonsuz hikmetinin bir gereği olarak bazısını fakirlik, bazısını zenginlik, bazısını bolluk ve refah, bazısını da darlık ve sıkıntı ile dener ki böylece kimin sabredip kimin de şükrettiği belli olsun. İmtihan sürecinde, kendi konumuna razı olmayıp bir başkasının konumunda olmayı arzulayan herkes, ahiret hayatında her şeyin eksiksiz olarak, hatta fazlasıyla telafi edileceğini gözden kaçırmaktadır. Ayrıca herkesin zenginlik, bolluk, refah ve huzurla imtihan edilmesi durumunda, dünyada hikmetle kurulmuş olan düzenin sağlıklı bir şekilde yürümesi mümkün değildir. Çünkü bu durumda, en azından insanların huzur ve refahı için kaçınılmaz olan sosyal düzen sarsılacaktır. Örneğin böylesi bir atmosferde, hiç kimse ihtiyaçlarını karşılamak üzere bir başkasına iş buyuramayacak, onu kendi işinde çalıştıramayacaktır. Yine bu şartların egemen olduğu bir dünyada, insanın sabır, tahammül ve tevekkül gibi yüksek meziyetlerinin ortaya çıkma imkânı kalmayacaktır. Bu da insanın kendi aslî tabiatından soyutlanıp melek tabiatına bürünmesi anlamına gelecektir. Hâlbuki insan, meleklerden farklı bir varlık mertebesinde, özel bir maksatla yaratılmış olan bir varlıktır. Bu maksat, en genel anlamıyla Yüce Yaratıcı’nın; aklını, vicdanını ve iradesini hür bir şekilde kullanabilen bu varlık tarafından kendi isteğiyle tanınması, bilinmesi ve O’na gereği gibi teşekkürde bulunulmasıdır.
Kısacası Allah evreni en yüksek hikmet ve sanatla var ettikten sonra, onda bu hikmetin ve sanatın değerini takdir edecek, dolayısıyla onların gerçek sahibini en iyi şekilde tanıyabilecek kabiliyette bir varlık yaratmamış olsaydı, son derece anlamsız ve saçma bir iş yapmış olurdu. Allah bu tür noksanlıklardan münezzeh olduğu için, bu en yüksek hikmet ve sanat eseri olan evreni insanla süslemiş, ona kendisini en iyi şekilde tanıyabileceği imkânları cömertçe sunmuştur. (Mâturîdî, Kitâbü’t-Tevhîd, İSAM Yayınları, Ankara, 2003)
O halde insan, ister iyi ister kötü olarak görülsün, evrendeki her bir parçanın yerli yerinde olduğu şuuruyla Yüce Yaratıcısı’na yönelmeli, O’na gereği gibi teşekkür etmeye çalışmalıdır. Yine o, imtihan sürecinde başına gelen herhangi bir musibetin, ya kendi hatası yüzünden ya da onu Rabbi’ne yaklaştıracak bir imtihan vesilesi olarak gelmiş olabileceği ihtimalini aklından çıkarmamalıdır. Kur’ân’ı Kerîm’in şu ayetleri bize bu gerçeği hatırlatmaktadır:
“Sana güzellikten her ne ulaşırsa bil ki Allah’tandır; kötülükten de başına her ne gelirse anla ki sendendir!” (Nisa, 4/79)
“Andolsun ki sizi biraz korku ve açlıkla, bir de mallar, canlar ve ürünlerden eksilterek deneriz. Sabredenleri müjdele.” (Bakara, 2/155)
“Her nefis ölümü tadacaktır. Sizi bir imtihan olarak hayır ile de şer ile de deniyoruz. Ancak bize döndürüleceksiniz.” (Enbiya, 21/35)
Bir başka açıdan bakıldığında, ilahî rahmet, bazen ızdırap suretinde tezahür edebilir. Görünürde kötü görünen bir olay, ebedî ve kalıcı olan ahiret yurdunda doğuracağı sonuçları açısından bakıldığında büyük bir zaferin ve kurtuluşun muştusu olabilir.
Ayrıca büyük felaketlerin ardından gelen ızdıraplar, onların içerisinde doğrudan yer almayan bazı kimselerde, görece olarak kötü gözüken durumlarının aslında şükredilmeleri gereken birer ilahî lütuf oldukları kanaatini oluşturabilir. Bununla birlikte felaketin dışında bulunan kimseler, kendilerini felaketin içinde olanlara nispetle daha şanslı görmemelidirler. Çünkü bu dünyada gerçekleşen her şey, geçici ve sınırlı; öbür dünyadakiler ise ebedî ve kalıcıdır. Dolayısıyla geçici olan bu dünyada sınırlı ölçekteki felaketlere maruz kalan kimseler, ebedî ve kalıcı olan yurtta diğerlerine nispetle daha avantajlı olabilirler. Öbür dünyayı hiç hesaba katmayan kimselere gelince, onlara her iki durum için de söylenebilecek bir şey yoktur. Onlar için, inkâr ettiklerinin gerçek olduğunu gördüklerinde duyacakları pişmanlıklar bir ceza olarak fazlasıyla yetecektir!
Felaketler ve ızdıraplar, genellikle arkalarındaki iyilikleri perdeledikleri için kötü görünürler. Bu, tıpkı içerisinde öldürücü bir hastalığın şifasını barındıran son derece acı bir ilacın durumuna benzer. Başlangıçtaki geçici kötülük, aslında kalıcı bir iyiliğin vesilesidir. O halde hastasına acı ilaç içiren bir doktorun hikmetli bir iş yaptığını düşünen kimse; artlarında ebedî mutluluğa erme gibi büyük bir hayrı gizleyen felaket ve ızdırapları da aynı şekilde hikmete uygun görmelidir. Acı ilacı içmeyi reddedenler ise kabahati hastalığa değil, kendi kötü tercihlerine ve tahammülsüzlüklerine bulmalıdırlar.
Allah’ın Değişmeyen Yasaları ve Kötülük
“Allah’ın önceden gelip geçmişlere uyguladığı yasası budur. Allah’ın yasasında değişme bulamazsın.” (Fetih, 48/23)
Yeryüzünde meydana gelen olayların hepsi, Allah’ın her şeyi kuşatan bilgisinin ve sonsuz hikmetinin bir gereği olarak koymuş olduğu yasalara uygun bir tarzda gerçekleşir. Hiçbir olay ve hiç kimse bu yasaların dışına çıkamaz. İnsan, bu yasaları keşfetme imkân ve kabiliyetine sahip olarak yaratılmıştır. Bu itibarla insan, söz konusu yasaları keşfetmekle yükümlüdür.
Başımıza gelen her türlü kötülük ve musibet, bazen kendi hatamız bazen de imtihan sırrının bir gereği olarak gerçekleşir. Bunların hepsi, yaratılışta eşyanın tabiatına yerleştirilen yasalara göredir. Bizler, başımıza gelen kötülük ya da musibetlerin hangisinin kendi hatalarımız, hangisinin de kendi elimizde olmayan nedenlerle gerçekleştiğini ayırt edebilecek bir temyiz gücüne sahibiz. Bu yüzden kendi sorumluluğumuzu kadere fatura etme hakkı elimizden alınmıştır. Yüce Allah, bu durumu, kıyamet gününde kâfirlere yönelteceği bir hitabında şöyle dile getirmektedir:
“Ey inkâr edenler! Bugün özür dilemeyin; siz ancak işlediklerinizin karşılığını görüyorsunuz.” (Tahrim, 66/7)
Hem bu dünyada hem de ahirette kendi hatalarımızın faturasını ödememiz, ilahî bir yasadır. Kur’ân-ı Kerîm bu yasanın nasıl işlediğini, kâfirler ve müşriklerle yapılan Uhud Savaşı’nda kısmî bir yara alan müminlere şöyle hatırlatmaktadır:
“Onların (müşriklerin) başına (Bedir’de) iki mislini getirdiğiniz bir musibet, (Uhud’da) sizin başınıza geldiğinde, ‘Bu nereden başımıza geldi?’ dediniz, öyle mi? De ki: O (musibet), kendinizdendir. Şüphesiz Allah’ın gücü her şeye hakkıyla yeter.” (Âl-i İmrân, 3/165)
İnsanların işledikleri hataların faturasını ödemesi şeklindeki bu genel yasa, başka bir ayette şöyle ifade edilir:
“Başınıza her ne musibet gelirse kendi yaptıklarınız yüzündendir. O, yine de çoğunu affeder.” (Şûrâ, 42/30)
Bu tür ayetlerin açıkça işaret ettiği üzere başımıza gelen her şeyin söz konusu ilahî yasalar çerçevesinde gerçekleşmesi, bize açıkça şiddetli depremler, salgın hastalıklar ve sel baskınları gibi olaylar kadar, onların yıkıcı ve öldürücü sonuçlarından korunmanın da bu yasaların içinde olduğunu göstermektedir. Nitekim insanoğlunun birikimleri ve yaşadığı tecrübeleri bu durumu teyit etmektedir. Örneğin şiddetli depremler, Japonya gibi bu yasaları keşfedip binalarını onlara göre yapan gelişmiş ülkelerde, artık büyük ölçüde yıkıcı ve öldürücü olmaktan çıkmıştır.
Elbette iyi ya da kötü olarak nitelendirilen her olay birer imtihan vesilesidir. Bununla birlikte olayların başlangıç nedenleri ile sonuçları arasındaki sıkı ilişkiyi de göz önünde bulundurmamız gerekir. Bu itibarla başımıza gelen her felaketi, ilahî bir ceza ya da sabrımızı ve tahammül gücümüzü ölçen bir imtihan aracı olarak düşünmemiz yanlıştır. Örneğin, yapısal özellikleri dolayısıyla yeryüzünün bazı bölgeleri deprem olaylarına daha yatkın gözükmektedir. İnsanlardan bazıları bilmedikleri için evlerini bu tür bölgelerde yer alan fay hatları üzerine bina etmiş olabilirler. Doğal sürecin işleyiş tarzını belirleyen ilahî yasalar uyarınca bu fay hatları harekete geçip deprem olduğunda, ortaya çıkan sonuçlara maruz kalan insanların sabır ve tahammül güçlerinin sınandığı ya da Allah tarafından cezalandırıldığı sonucunu çıkarmamız doğru değildir. Çünkü eğer insanlar bu fay hatlarını tespit edip evlerini oradan uzak bölgelerde, depremin yıkıcı etkilerine dayanıklı bir şekilde yaparlarsa, bu tür felaketlerin muhtemel yıkıcı ve öldürücü sonuçlarından korunabilirler.
Elbette, Allah dilerse insanlar ne kadar güçlü ve etkili tedbirler alırlarsa alsınlar onları cezalandırabilir. Onun iradesine karşı durabilecek hiçbir güç yoktur. Geçmiş dönemlerde helak edilen kavimlerin durumları, bu gerçeğin açık örnekleridir: Ad kavmi kayaları oyarak son derece sağlam binalar yapmış olmasına rağmen Allah’ın azabından korunamadı. Fakat bu durumdan hareketle, alınan tedbirlerin başa gelebilecek felaketlerin zararlarını önlemede etkili olamayacağı gibi genel bir yargıya varılamaz. Çünkü her felaketin cezalandırma maksadıyla geldiği hem akıl hem de Kur’ân ve Sünnet açısından söylenemez. Belki yaşadığımız felaketlerin ve musibetlerin çoğu, söz konusu ilahî yasalara bağlı olarak işleyen bir sürecin sonucudur. Bu nedenle hepimiz elimizden geldiği ölçüde, her şeyi sebep ve sonuçlarıyla birlikte kuşatan ilahî bilgiye göre gerçekleşen takdirin bir parçası durumundaki tedbiri alma sorumluluğuna sahibiz. (Metin Özdemir, İlâhî Adalet ve Rahmet Penceresinden Kötülük ve Musibetler, DİB Yayınları, 2015)
Takdirin bir parçası olan tedbir ifadesiyle Allah’ın insanoğluna vermiş olduğu imkânları kastediyoruz. Yine deprem örneğinden hareket edecek olursak, bu tür büyük felaketlerin yıkıcı ve öldürücü sonuçlarını önleyebilmek için alınabilecek tüm tedbirler, bu imkânların bir parçasıdır. O halde şöyle diyebiliriz: Depremler gibi büyük felaketler, ilahî bir yazgıdır. Çünkü bu tür olaylar, insan iradesini aşmaktadır. Bununla birlikte onlar, sonsuz ilahî hikmetin gerektirdiği doğrultudaki imtihan sırrının şartlarına bağlı olarak gerçekleşmektedirler. Bu itibarla depremler, gerçekleşmeleri yönünden ilahî, sonuçları yönünden ise büyük ölçüde beşerî iradeye bağlıdırlar. Dolayısıyla her bir olayı, salt bir ilahî takdir meselesi olarak değil, bize görünen sebepleri yönüyle değerlendirmemiz, Kur’ân ve Sünnet’in ruhuna uygun, daha akıllıca ve tutarlı bir yaklaşım olarak gözükmektedir.
Sonuç olarak, tüm noksan sıfatlardan münezzeh ve bütün kemâl sıfatlarına sahip olan Yüce Yaratıcı, elbette hiçbir günahın işlenmediği tertemiz bir âlem de yaratmıştır. Ancak kötülük yapma kabiliyetleri ve imkânları bulunmayan meleklerin yaşadığı bu âlem; Allah’ın kudretinin kapsamında yer alan sonsuz mümkünler içerisinde sadece belli bir kesiti oluşturmaktadır. Oysa sonsuz bilgi, irade ve kudret sahibi olan Yüce Yaratıcı için, yaratmanın sınırları yoktur. O halde insan; sonsuz bilgi ve kudret sahibi bu Yaratıcı’nın iradesini sorgulamak yerine, kendisine verilen tüm imkânların maksatlarını araştırmalı ve nihayet seçimlerinin akıl ve vicdan gibi üstün nitelikleriyle ne ölçüde örtüştüğünü sorgulamalıdır.