İslam ve hayat deyince siz ne anlamamızı önerirsiniz? Müslüman’ın hasbiliği ne demek? Müslüman’ın amacının ne olduğu konusunun ya da hedefinin içi bugün nasıl doldurulur? Temsil krizinden bahsediyorsunuz; temsil krizi ne demektir? Buradaki temsil, ilmî, ahlakî, irfanî bir temsil midir? Avamın temsili mi âlimin temsili mi kastediliyor? Düşüncelerinizi alabilir miyiz?
Hayat, nihâi hakikatin kendisidir. Bu hayat, dünyada anlamlandırılacaktır. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de geçen bir ayette hayatın ne olduğu konusunda bize ipuçları verilmektedir: “Ey iman edenler! Peygamber sizi, size hayat verecek şeylere davet ettiği zaman, Allah’a ve Resul’e icabet edin...”(Enfal, 8/24) İşte bu çağrı, gönüllerden başlamak suretiyle birey ve toplumun hayatına yön veren bir değerler manzumesini ihtiva etmektedir. Böyle bir varlık alanı, aşkın varlıkla bağlantılıdır. Ahmet Haşim’in “Müslüman Saati” dediği anlayış da budur. Müslümanlar hayatı, geniş anlamda ibadetle bütünleştirirler. İbadetleri, işlerine göre değil, işlerini ibadetlerine göre ayar yaparlar. Dolayısıyla, İslam ve hayat bir bütünlük çerçevesinde yaşandığında bir anlam ifade eder.
İçi İslam’la yoğrulmuş bir hayatın özünde “hesâbîlik” değil “hasbîlik” niyeti vardır. Hasbîlik, insanın söz ve eylemlerinde Rızâ-i Bâri’yi amaçlamasıdır. Bir başka ifade ile dini yaşamayı sadece Allah’a has kılmasıdır. Kıyâm ve sıyâmında, ilim ve infakında karşılığını kullardan değil, sadece Yüce Allah’tan bekleme, hasbîliğin ete-kemiğe bürünmüş halini oluşturur. Hasbî insan, îsâr ve fütüvvet ahlakıyla donanmış olup yaptıklarının karşılığında ne bir teşekkür ve ne de bir karşılık bekler. Eğer Müslümanlar yaptıkları hizmetleri bu bağlamda yerine getirirlerse atılan tohumlar kısa zamanda meyveye duracaktır. Buna rağmen saçılan “tohumlar” filiz vermiyorsa kusur tohumda değil, zeminin ürün vermeye müsait halden çıkarılmış olmasındadır. İşte maneviyat dünyamızı çölleştirecek olan bu zeminin kurutucuları, gösterişçi dindarlık ve desinler zihniyetidir. Bu emrâz-ı bâtıniyye tedavi edilmedikçe söylenen söz ya da davranışlar su üzerine yazı yazmaktan öteye geçemez. Daha doğrusu kalıcı etkiler bırakamaz.
Bugün İslam âlemi bir temsil krizi yaşıyor. Kastettiğimiz temsil, salt ne siyasî ne iktisadî ne hukukî ne ticarî ne dinî? Hepsi. Kelimenin tam anlamıyla söz ve eylemlerini ihlasla yoğurmuş bir kimliğin ortadan çekilmesidir. Lafoloji Müslümanlığı alanında söz çok, icraat az. İslam’ı kim temsil edecek? İslam İşbirliği Teşkilatı mı? Dinî kurumlar mı? İlmî, irfanî yapılar mı? Kastettiğim temsil bu kadar uzakta değil. Hangi kurum ya da kişiler, fark etmez, nerede bulunursa bulunsun, bir birey olarak toplumda yaşayan Müslümanların her biri temsil liyakatini taşımalıdır. Dağdaki çobandan, atölyesindeki çömlekçiye varıncaya kadar. Yoksa bugün İslam’ı entelektüel düzeyde anlatacak ilahiyatçılarımız var, akademisyenlerimiz var. Bütün bunlara rağmen olmayan bir şey, temsil Müslümanlığı. Temsil Müslümanlığından maksat, hasbî bir ruhla, işi, eylemi, vazifesi ne olursa olsun, kendisini İslam’a mensup olarak gören her bireyin, bulunduğu yer neresi olursa olsun, İslam’ı söz ve eylemleriyle çatışmayacak bir düzeyde görünür kılmasıdır. Eskilerin “kaht-ı ric’al” dedikleri bizim de “kaht-ı Müslüman” dediğimiz bu mümessil insan-ı kâmiller “yaşayan İslam” örnekliğiyle zuhur etmedikçe insanlığa söyleyeceğimiz çok şey yoktur. Müslüman bulunduğu toplumda, inancıyla, ameliyle, kılık-kıyafetiyle, aile düzeniyle, ticarî hayatındaki ahlakîliğiyle farklılaşmadıkça, temsil Müslümanlığını görünür kılamayacağız. Tek kelime ile temsil Müslümanlığı; kâl ve hâl Müslümanlığının birlikte harmanlanmasından ibarettir.
İlmin insandaki tesiri nedir? İlim deyince ne anlamalıyız? Hayatı kavrama ve kuşatmada bugün çok ihmal edilen toplumsal ve ahlakî sünnetler kapsamına neler girer? Bu çerçevede ahlakî konulardaki zaafların, yozlaşmadaki rolünü değerlendirir misiniz?
Arapçada “ilim, âlem, alem, alâmet” hepsi aynı kökten türemiştir. İslam tasavvurunda âlem, hem fizikî hem de metafizik varlık alanını birlikte bütünleyici bir anlamlar dünyasına sahiptir. Bu varlık alanı alîm olan Yaradan’ın varlığının belirtisidir. İlim de varlıktan hareketle varediciyi bilme aracıdır. İslam düşüncesinde ilim, sadece varlığın görünen, dokunulan nesneleri değil, bu nesnelerden hareketle görülmeyen, metafizik alanı keşfetme çabasıdır. Bu yönüyle ilim, bilim sözcüğünden ayrılır. Bilim, seküler bir kavram olup sadece fenomen varlık alanıyla ilgilenir. Metafizik, onun kapsam alanının dışındadır. İşte, olgular ve duyu-ötesi alanın bilgisine sahip olan insanlar, hayatı bir bütün olarak algılarlar. Din-dünya ayrımı yapmazlar. Bu anlayış, kendilerine ahlakî bir sorumluluk da yükler. Ahlakî sorumluluktan kasıt, yaşadığı toplumun bir ferdi olarak, iyiliği emretme ve kötülükten sakındırma görevi konusunda duyarlı davranmaktır. Eğer bu sorumluluk özellikle âlimler tarafından bihakkın yerine getirilmezse başa gelecek olan fitne ateşi sadece zalimlere değil, toplumun bütün fertlerini kuşatma altına alacaktır. İmâm-ı Gazalî’nin (r.a.) dediği gibi, kaliteli dindarlık ya da Müslümanlık, salt namaz ve oruçta değil, ahlakî değerlerin temsilinde ortaya çıkar. İbadetlerin de nihâi amacı, ahlakî değerlerle mücehhez olmuş bir Müslüman’ı inşa etmektir. Bugün bütün derdimiz budur. Aslında İslam’da hukuk fikrinden önce ahlâk fikri gelir. Hz. Hatice validemizin bir yeğeni vardı. Adı, Hakîm b. Hizam. Bir gün Resulullah’a (sav) gelerek dedi ki: “Ey Allah’ın elçisi! Ben cahiliye dönemimde yoksullara, kimsesizlere sahip çıktım, sıla-i rahmi terk etmedim, mazlumdan, mağdurdan yana oldum. Acaba yarın ahiret gününde yaptığım bu iyiliklerin karşılığını görecek miyim?” Resul-i Ekrem de “İşte bu güzel davranışlarından dolayı Müslüman oldun.” buyurmuştu. Şimdi düşünelim! Ahlakî değerleri hayata geçiren bir müşrik Müminliğe terfi ederse, acaba Müslümanım diyen bizler ahlakî hasletlere hayat verirsek bu dünya nasıl bir dünyaya dönüşür? Asıl sorun burada. Bu mânada ilim-ahlak arasında da ciddi bir ilişki vardır. Yaşantımızda ilim-amel-ihlas üçlüsü hayat buldu mu hem biz değişiriz hem de bizim etkimizle toplum iyi yönde değişir. İlmiyle âmil olan ilim adamları sorumluluklarının idrakinde olur, sınırlarını bilir ve kuvvetli delile sahip oldukları zaman konuşurlarsa, ahlakî görevlerini de yerine getirmiş olurlar diye düşünüyorum.
Nefs muhasebesi deyince ne anlamalıyız? Günahları düşünmek mi, günahlardan nasıl kurtulacağını düşünmek mi, günaha düşüren şeyler mi? Yine bu çerçevede nefs muhasebesinden yola çıkarak tevazudan hasede, kibirden riyaya, bu değerler doğru anlatılamazsa, kurtulma mücadelesindeki yanlış yönlendirmeler ve uygulamalar hakkında neler söyleyebilirsiniz?
Nefs muhasebesi, insanın; yaratılış amacını, bu varlık alanındaki sorumluluklarını ve amelî hayatını gözden geçirmesidir. Muhasebede iki durum söz konusudur. Bunlardan ilki, Yüce Allah’a karşı sorumluluklarımız açısından mevcut yaşantımızı teşrih masasına yatırmak; diğeri de bundan sonra yapacaklarımızın planlamasını yapmaktır. Çünkü hayat sınırlıdır. Ölümle ne zaman karşılaşacağımız belli değil. Akıllı Müslüman, cismanî hayatını çekaptan geçirdiği gibi, manevî hayatını da çekaptan geçirmelidir. Eğer geçmiş hayatımız günahlarla örülü ise kendimizle hesaplaşalım. Seyyiatımızı ortadan kaldıracak, silip süpürecek hasenat türü işler yapalım. Tövbe ile günahlarımızı etkisiz hale getirelim. Bizim Rabbimiz’le aramızın açılmasına neden olan şeylerle hesaplaşalım, yapıp ettiklerimizi ve çevremizi bir gözden geçirelim, kendimize yeni bir alan, tertemiz bir sayfa açalım. Bu alan hep bize Rabbimiz’i hatırlatsın. Günahlar konusunda müteyakkız olalım. Günahın büyüğüne ve küçüğüne bakmadan, kime karşı işlendiğine bakarak vaziyet alalım. Eğer biz işlediğimiz günahları bırakır, pişman olur ve bir daha bu günahları işlemeyeceğimize söz verirsek umulur ki Yüce Rabbimiz bizi bağışlar. Elbette bu da yetmez. Sürdürülür bir tezkiye görevini aksatmadan devam ettirmek gerekir. Bunun yolu, nefs terbiyesi ve kalb tasfiyesi dediğimiz manevî bir eğitim sürecine tabi olmaktır. Peygamberlerin en önemli görevlerinden birisi de toplumu “tezkiye” etmektir. Tezkiye, Yüce Allah’ın bakışına mahal olan kalbimizi, bizi O’nu anmaktan alıkoyacak şeylerden arındırmaktır. Âlimlerimizin emrâz-ı bâtıniyye dedikleri bu hastalıklardan arınma faaliyetini de Kur’ân ve Sünnet çerçevesinde yerine getirmek esastır. Bilindiği gibi Hz. Peygamber (sav): “Âlimler, peygamberlerin vârisleridir.” buyurmuşlardır. İslam ilim tarihinde âlimlerden bir grup, Hz. Peygamber’in tezkiye görevini miras olarak devralmıştır. Bu vazife kendisini tasavvuf okulları tarzında kurumlaştırmıştır. İşte gerçek anlamda bu tezkiye faaliyeti, ilmiyle âmil, Ehl-i Sünnet inancına bağlı, dinî değerleri hayatında yaşatan ve doğru din anlayışına sahip olan âlim, fâzıl ve ârif olma niteliklerini kendisinde cem eden yol göstericilerin rehberliğinde de yapılabilir. İslam’da teorik ahlaktan ziyade pratik, amelî ahlak önemlidir. Bu da ehliyet sahibi, ilmine, irfanına ve yaşantısına güvenilen insanlar kanalıyla gerçekleştirilebilir.
Günümüzde değerleri tek tek gözden geçirip, doğru anlaşılıp anlaşılmadıklarına bakıp, Kur’ân ve Sünnet’ten neşet eden hakikati usulünce ortaya koyarak İslam’ın hakikatine uygun bir kişilik inşası hususunda neler söylemek istersiniz? Yani aslında bir başka açıdan bakıldığında bugün doğruları anlatmak sizce yeterli midir? Değerlerin erimesi, ferdi, aileyi, toplumu vurmuşken insanı araştıran ve bir şeyler söyleyen bilimin her dalında konuşmak mümkünken, günümüz insanının ihtiyaç duyduğu çağlar üstü İslamî ilkeler nasıl ortaya konulmalı?
İnancımıza göre doğru bilgi, Kur’ân ve Sünnet’ten neş’et etmelidir. İslam’ın kök değerleri bu iki kaynaktır. Herkes bugün bunu söylüyor. Fakat herkesin doğrusu farklılaşıyor. Ortaya konan bu dini bilginin doğruluğu nasıl ölçülecektir? Bu konuda yöntemimiz ne olmalıdır? Tarihte ve günümüzde kendisini İslam’a nispet eden kişi, anlayış, grup, akım, cemaat vb. gibi oluşumlara baktığımızda bir çeşitlilik görmekteyiz. Bu kadar çok çeşitliliğin doğmasında İslam’ı anlamada metodoloji sorunları büyük rol oynamaktadır. İslamî alanda farklı söylemleri dillendirmek eğer Müslümanların bölünmüşlüğüne hizmet ediyorsa bu tehlikeli bir gelişmedir. Maalesef bugün İslam dünyasında etnik ve mezhep çatışmaları böyle bir bölünmüşlüğü gösteriyor. Her grup, her hizip kendi görüşünün, din anlayışının, yegâne ve tek doğru olduğunu iddia ediyor. Hâlbuki Kur’ân caddesinde olmak şartıyla; yürüyüşü, metodu ve anlayışı ne olursa olsun bütün Müminler birbirinin kardeşidir. (Bkz. Hucurat, 49/10) Bütün çeşitliliğiyle Müslümanlar, dinde zarurî olan noktalarda ittifak edip aralarında fer’i meseleleri anlaşmazlık sebebi yapmamalıdır. Hz. Peygamber’den gelen bir rivayette “Ümmetimin ihtilâfı rahmettir.” buyrulmuştur. Bu rivayette geçen ihtilaftan maksat; hedeflerin bir, yol ve yöntemlerin farklılığıdır. Bu yönüyle ihtilaf, aynı ilke ve gayeleri paylaşan insanların, sadece dini anlatmada yöntem yönüyle farklılaştıklarını gösterir. İslam toplumunu parçalayıcı bir nitelik kazanmadığı sürece bu tür görüş ayrılıklarının hiçbir sakıncası yoktur. Allahu Teâlâ; “Siz kendilerine apaçık ayetler, deliller geldikten sonra parçalanıp dağılanlar gibi olmayın.” (Âl-i İmrân, 3/105) buyurarak, hakkında kesin delil bulunan konuların mevcudiyeti konusunda dinde ihtilaf edilemeyeceğini belirtmiştir. Eğer bugün, aileden topluma dinî değerler alanında bir yozlaşma yaşanıyorsa, kendini İslam’a nispet eden Müslümanlar arasında tekfirci/dışlamacı yaklaşımlar artmaya başlamışsa, bu konuda ulemâ, sulehâ gibi şahsiyetlere; dinî, ilmî kurumların başında bulunan kimselere büyük görevler düşmektedir. İslam, bütün bir insanlığın dinidir. Sorunları çözmek için gelmiştir. Asrın idrakine İslam’ı söyletme hususunda artık atâletten aksiyonerliğe geçme zamanıdır. Bunu da yapacak olan, biraz önce ifade ettiğim gibi, itikadı, düşüncesi sağlam, ilim, irfan sahibi, çağını anlayan ilmiyle âmil kimselerdir. Bunlar, çağlar üstü evrensel İslamî ilkeleri Kur’ân ve Sünnet’ten hareketle ortaya koyabilirler.
İslam dünyasının içinde bulunduğu durumu değerlendirir misiniz? Tefrikalardan nasıl kurtulabiliriz? İç dünyamızda muhasebe dış dünyamızda denge ve tutarlılık nasıl elde edilebilir? Ayrıca bu bağlamda “salih kulların yeryüzüne hâkim olması” ne demektir?
İslam, tevhid/birlik dinidir. Sosyal tevhide büyük önem verir. Kur’ân, Müslümanları Allah’ın ipi konumunda olan Kur’ân’a tutunmaya, parçalanıp ayrılmamaya çağırır. (Âl-i İmrân, 3/103) Tevhidin zıddı tefrikadır. Tefrika, iki varlığı birbirinden ayırmak ve parçalamaktır. Kur’ân-ı Kerîm’de değişik türevleriyle birlikte “tefrika” kelimesi 77 ayette geçer. Kur’ân’a göre “açık hükümler karşısında ayrılığa düşmek” (Âl-i İmrân, 3/105); “dini ikame etmemek” (Şûrâ, 42/3); “Allah ve Rasûlü’nü birbirine rakip iki güç olarak karşı karşıya getirmek” (Nisa, 4/150); “peygamberler arasında ayrımcılık yapmak” (Bakara, 2/136, 285; Âl-i İmrân, 3/84); “bireysel ve toplumsal hayatın düzenlenmesinde Kur’ân’a uygun davranışlarda bulunmamak” (Âl-i İmrân, 3/103); “dini parçalamak” (En’âm, 6/159) gibi davranışların her biri dinde tefrika çıkarmaktır. Tefrikanın sonu rahmet değil, azap getirir. Tefrikanın temelinde yatan nedenlerden birisi, zihin tekelciliği; diğeri ise bazı dinî grupların, başlarındaki liderleri hatasız ve masum görmeleridir. Elbette her hastalığın bir tedavi yöntemi ve bir ilacı vardır. Müslümanları zillete düşüren, birlik ruhunu zaafa uğratan ve sosyal bünyemizde derin yaraların açılmasına kaynaklık edecek olan tefrika hastalığından kurtulmanın yegâne yolu; Müslümanların dinin asıllarında aynı inanç esaslarını paylaştıklarını unutmamaları, birbirlerini iman kardeşliğinin verdiği cesaretle içten sevmeleri ve aralarında hoşgörü erdemini birbirlerine karşı esirgememeleridir.