Günümüzde İslamî birçok mevzuda ciddi bir aşınma ve erozyonla karşı karşıyayız. Bu mevzuların en önemlilerinden birisi de Ehl-i Beyt’e karşı sorumluluklarımızla alakalı aşınmadır. Bu aşınmanın boyutlarını görebilmek için çok gerilere değil, hemen yüz sene öncesine yani Osmanlı’ya kadar gidip Osmanlı’nın bu konudaki incelik ve hassasiyetlerini gözden geçirmemiz yeterli olacaktır. Zira Osmanlı’nın bu konudaki duyarlılığı gerçekten takdire şayandı. Evet, maalesef ki son bir asır içinde İslamî her alanda ortaya çıkan bozulmalar ve değer takdir sorunlarının, Ehl-i Beyt’e karşı olan tutumda da kendini gösterdiğini görüyoruz. Müslüman bir toplum olarak Rabbimiz’in ve sevgili Peygamberimiz’in (sav) emânının üzerimizden gitmesini istemiyor veya bunu kaybetmekten korkuyorsak, İslamî her konuda olduğu gibi bu konuda da taşları yerine oturtmamız gerekir. Zira bu mesele Kur’ân’ın açık bir emridir.
“İşte Allah’ın, iman eden ve iyi işler yapan kullarına müjdelediği nimet budur. Deki: Ben buna (yaptığım tebliğ görevine) karşılık sizden akrabalık sevgisinden başka bir ücret istemiyorum. Kim bir iyilik işlerse onun sevabını fazlasıyla veririz. Şüphesiz Allah bağışlayan, şükrün karşılığını verendir.” (Şûrâ, 42/23) Bu ayet-i kerime nazil olduğunda Hz. Peygamber’e “Sevgileri bize vacip olan akrabaların kimlerdir?” diye sorduklarında, buyurdular ki: “Bunlar Ali, Fatıma ve iki oğlumdur.” (Ahmed b. Hanbel)
Ehl-i Beyt Kimlerdir?
Hz. Aişe diyor ki: “Bir sabah vakti Hz. Peygamber evden çıktı. Üzerinde keçi kılından dokunmuş nakışlı bir aba bulunuyordu. Hasan geldi onu içine aldı, Hüseyin geldi onu da içine aldı, daha sonra Fatıma geldi onu da içine aldı, en son Ali geldi onu da abasının içine alarak Ahzab suresinin 33. ayetini okudu: Ey Peygamber’in ev halkı! Allah, sizden ancak günah kirini gidermek ve sizi tertemiz yapmak istiyor.” (Müslim)
Ümmü Seleme (r.anha) anlatıyor: Ben, Resulullah’ın (sav) evinin kapısında iken şu ayet nazil oldu: ... “Ey Peygamber’in ev halkı! Allah, sizden ancak günah kirini gidermek ve sizi tertemiz yapmak istiyor.” (Ahzab, 33/33) Evde Resulullah (sav), Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin vardı. Onlara bir örtü bürüdü ve “Allahım! İşte bunlar benim Ehl-i Beytim’dir. Bunlardan günahı gider ve bunları kirlerden tertemiz kıl.” buyurdu.
Ben atılıp: “Ey Allah’ın Resulü! Ben Ehl-i Beyt’ten değil miyim?” dedim. Bana: “Sen (yerinde dur, sen zaten) hayırdasın, sen Resulullah’ın zevcesisin!” diye cevap verdi.” (Tirmizî, Menakıp, 3870)
Zeyd İbni Erkam (r.a.) anlatıyor: Resulullah (sav) buyurdular ki: “Haberiniz olsun! Ben size iki ağırlık bırakıyorum. Bunlardan biri Allahu Teâlâ’nın Kitabı’dır. O, Allah’ın (sema-arz arasına uzanmış) ipi olup kim ona tutunursa hidayet üzere olur, kim de onu terk ederse dalâlete düşer. İkincisi ıtretim, Ehl-i Beytim’dir.”
Biz Zeyd İbni Erkam’a sorduk: “Kadınları da Ehl-i Beyti’nden midir?” “Hayır!” dedi, “Allah’a yemin olsun, kadın bir müddet erkekle beraber olur. Sonra (kocası) onu boşar, o da babasına ve kavmine döner. Resulullah’ın (sav) Ehl-i Beyt’i, aslı ve kendinden sonra sadaka haram olan asabesidir.” (Müslim)
Bu hadislerden açıkça görülüyor ki Ehl-i Beyt denince anlamamız gereken Hz. Ali, Hz. Fatıma, Hz. Hasan, Hz. Hüseyin ve bu kutlu soyun günümüze kadar uzanan temsilcileridir. Şu sahih hadis de bu konuda gayet açıklayıcıdır:
Kur’ân’da yüce Rabbimiz: “Şüphesiz Allah ve melekleri Peygamber’e salât ediyorlar. Ey iman edenler! Siz de ona salât edin, selâm edin.” (Ahzab, 33/56) ayetiyle Peygamber Efendimiz’e salâtı farz kılınca ashab: “Ya Resulallah! Sana nasıl salât okuyalım?” diye sordular. Resulullah ashabına, bizlerin salli-barik duaları olarak bildiği şu salâvat-ı şerifeleri öğretti: “Ey Allahım! İbrahim’e salât ettiğin gibi Muhammed’e, zevcelerine ve zürriyetine de salât kıl (rahmet eyle). İbrahim’i mübarek kıldığın gibi Muhammed’i, zevcelerini ve zürriyetini de mübarek kıl. Muhakkak sen övülen ve yüceltilensin.” (Buhari)
Burada Efendimiz’in (sav) Fatıma, Ali, Hasan, Hüseyin’le (r.a) birlikte kıyamete kadar bu soydan gelecek olan zürriyetine, İbrahim’in zürriyetine olduğu gibi salât edilmesi hususunda uyarıları açıktır. Bu sevginin korunması ve canlı tutulması için beş vakit namazlarımıza da bu dualar kuvvetli bir sünnet olarak girmiştir.
25 yılı aşkın bir zamandır Feyz Basın ve Yayın kuruluşu olarak, bütün imkânlarımızla ve konferanslarımızla Ehl-i Beyt mevzuunu gündeme taşıyıp belirli bir hassasiyet oluşturmaya ve bu konuda Müslüman kardeşlerimizin üzerindeki gafleti kaldırmaya gayret ettik. Bu meselenin Müslümanların gündemine girmesi noktasında da bir hayli başarılı olduk ama bu seviyenin çok daha yukarılara çıkması lazım. Zira bu konunun, Allah Resulü’nü ümmeti adına üzen bir konu olduğunu tahmin etmek zor değildir. Bu hal acilen değiştirilmelidir ki Allah bu ümmete merhamet etsin. Bu konuyla ilgili ayet ve hadislerden biraz hatırlatma inşallah faydalı olur.
Zeyd İbni Erkam (radıyallahu anh) anlatıyor: Hz. Peygamber (sav) buyurdular ki: “Size, uyduğunuz takdirde asla sapıtmayacağınız iki şey bırakıyorum. Bunlardan biri diğerinden daha büyüktür. Bu Allah’ın Kitabı’dır. Semâdan arza uzanmış bir ip durumundadır. Diğeri de kendi neslim, Ehl-i Beytim’dir. Bu iki şey, cennette Kevser havuzunun başında bana gelip (hakkınızda bilgi verinceye kadar) birbirlerinden ayrılmayacaklardır. Öyleyse bunlar hakkında, ardımdan bana nasıl bir halef olacağınızı siz düşünün.” (Tirmizî, Menâkıb: 77, 3790)
“Allah size nimetler verdiği için Allah’ı sevin. Allah’ı sevdiğiniz için de beni sevin. Beni sevdiğiniz için de Ehl-i Beytim’i sevin.” (Tirmizî)
“Bir kimse beni kendi nefsinden, akrabalarımı ve ehlimi de kendi akrabalarından fazla sevmedikçe imanı kemâle ermez.” (Beyhaki)
Ebu Zerr el-Gifârî’nin rivayet ettiği hadis-i şerifte, Ebu Zerr diyor ki: Beni tanıyanlar, zaten beni tanıyor, tanımayanlara diyorum ki: Ben Ebu Zerrim. Hz. Peygamber’in şöyle söylediğini işittim: “Şunu bilin ki Ehl-i Beytim Nuh’un gemisi gibidir. Kim ona tutunursa kurtulur, her kim dışında kalırsa boğulur.” (Yani onlarla beraber olanlar kurtulur, onlarla beraber olmayanlar ise helak olur.) (El-Hâkim)
Bu ve benzeri hadisler durumu gayet iyi özetlemekte ve Ehl-i Beyt’e karşı Müslümanların görevlerinin ciddiyetini hatırlatmaktadır.
Ehl-İ Beyt Seçilmiş İnsanlardır
Hazreti Ali, Hz. Hasan Hz. Hüseyin ve Hz. Fatıma (r.a.) nasıl akılda, ahlakta, ilimde yetenek timsali insanlar ise bunların soyundan gelen kişiler de genetik olarak seçilmiş çok yetenekli insanlardır. Hangi konuya eğilseler o konuda başarılı olan çok akıllı, parlak zekâlı, lider özelliklerine haiz, hitabetleri gibi birçok yönleri itibariyle üstün yaratılışlı insanlardır. Bu sebepten, tarihte bu kutlu soydan çok fazla âlim, evliya ve devlette önemli vazifeler almış bürokratlar çıkmıştır. “Şunu bilin ki Ehl-i Beytim Nuh’un gemisi gibidir. Kim ona binerse kurtulur, her kim dışında kalırsa boğulur.” hadisini de, insanları, küfrün ve günahların karanlık dalgalarından kurtaracak kişilerin Ehl-i Beyt’in içinden çokça çıkacağı şeklinde anlamak gerekir. Nitekim İslam tarihi şahittir ki bu kutlu soydan çok kıymetli ve çok büyük âlim ve Allah dostları çıkmış ve insanlığa meşale tutmuş, yol göstermiş, kılavuzluk, rehberlik yapmışlardır. Zira sahih hadislerle müjdelenen Ahir Zaman Mehdisi de bu kutlu soydandır.
“Üstünlük Takvadadır” Hadisi ile Ehl-i Beyt’e Yaklaşım Doğru Değildir
Ehl-i Beyt sevgisi, Peygamber sevgisinin bir parçasıdır. Nitekim Peygamber Efendimiz ashabına “Eğer beni seviyorsanız Ehl-i Beytim’i de seviniz.” demiştir: “Size nimetlerinden bahsettiği için Allah’ı seviniz; Allah sevgisiyle beni seviniz ve benim sevgimle Ehl-i Beytim’i seviniz.” (Tirmizî) Bu ve benzeri hadislerde bu konu çok açık anlatılmıştır. Az da olsa Ehl-i Beyt’i sevmek ve saymak lazım diye sohbet ettiğimizde “Üstünlük takvadadır.” hadisi ile bu konuya yaklaşanlarla karşılaştığımız oluyor. Gerçekten bu yaklaşımdan Allah’a sığınırız. Bu hadislerden anlaşılması gereken mâna asla bu olmamalı. Zira bu hadislerde Allah katındaki manevi üstünlükten bahsedilmiyor. Efendimiz (sav), akrabamı koşulsuz olarak benim için sevin diyor. Mesela, bir kişinin iki evladı olsa birisi babasının istediği şekilde düzgün bir evlat, diğeri de aksine yaramaz, haylaz birisi… Şimdi bu babanın, yaramaz oğlunu sevmediği düşünülebilir mi? Efendimiz’in (sav) Ehl-i Beyt’ini sevmek dini vecibedir. Bunu söylemeye, hatırlatmaya bile aslında gerek yoktur. Bu hadislerden ve ayetlerden anlaşılması gereken; karşılaştığınız her Ehl-i Beyt’e sorgusuz teslim ve tâbi olun değil, sevgi ve saygıda kusur etmeyindir. İnsanlık ve Müslümanlık icabı olması gereken asgari bir şeydir bu istenen de zaten. Ehl-i Beytim’i sevin diyen hadisi anlamakta zorlanan ve ona göre takva olmayan, Ehl-i Beyt’e saygı ve sevgide sorun yaşayan kişiler varsa, bence onların aklını ve ahlakını sorgulaması daha yerinde olur derim. Ta ki ahirette Resulullah’ın huzurunda rezillik yaşamasınlar. Bu sebeple bu konuda gaflet ve gevşeklik varsa tövbe edilmeli ve Ehl-i Beyt’e karşı gerekli duyarlılığı Müslümanlar birbirlerine hatırlatmalıdır.
Şu meseleyi de burada hatırlatmakta fayda var. Ehl-i Beyt olan kişiler de bizim gibi insanlar ve bu dünya hayatında ciddi bir sınav içindeler. Onların da her normal insan gibi nefsleri, zaafları, yanlışları vardır, olacaktır da. Yani hatasız, kusursuz melek gibi yaratılmadılar. Seçkin insanlardır, yetenekli insanlardır, bu konu ayrı ama onlar da her insan gibi bu hayata sınav için gönderildiler. Dolayısıyla sınavda olmak, peygamber bile olsa her kul için bu dünya hayatının olmazsa olmaz bir gerçeği. İşte bu konuya böyle bakabilmek, onların hatalarını da kendi hatalarımız gibi normal ve anlaşılır görmemize ve bu olaya daha objektif bakabilmemize yardımcı olacaktır inşallah.
Makalenin başında Osmanlı’nın Ehl-i Beyt’e karşı tutumunu hatırlatıp bugün tekrar örnek alınmasından bahsetmiştik. Osmanlı döneminde Ehl-i Beyt’le ilgilenen özel bir müessese vardı. Buna “Nakîbü’l-Eşraf Müessesesi” deniyordu.
Nakîbü’l-Eşraf Müessesesi
Tarihi kayıtlarda, Abbasiler döneminde Ehl-i Beyt’i koruyup kollamak için “Nakîbü’l Eşraf” adlı bir müessesenin kurulmuş olduğunu görüyoruz. “Nakîb” kelimesi, sözlükte bir topluluğun reisi veya vekili anlamına geliyor. Nakîbü’l-Eşraflık ise Peygamberimiz (sav) soyundan gelen kişilerin haklarını kollamak ve gözetmek, işlerini görmek için kurulmuş önemli bir müessese. Tarihi kaynaklar Nakîbü’l-Eşraf kurumunun Osmanlı’da II. Bayezid döneminde, padişahın hocası Seyyid Mahmut tarafından başlatıldığını gösteriyor. Seyyid Mahmut, Arap ülkelerini örnek göstererek kendisine de bu unvanın verilmesini II. Bayezid’den talep ediyor. II. Bayezid’in takdir ve onayı ile bu müessese hayata geçiyor. Yukarıda ifade ettiğimiz gibi bu müessesenin başında Nakîb’ler vardı. Nakîbü’l-Eşraflık makamına getirilenler ise genellikle ilmiye sınıfından takva ehli seyyidlerdi. Bu Nakîb’ler, nerede Ehl-i Beyt var araştırır, onları bulur, yeni doğanlarını, ölenlerini, evlenenlerini “Şecere-i Tayyibe” adı verilen defterlere kayıt ederlerdi. Dolayısıyla her seyyid veya şerifin tüm bilgileri bu defterlere yazılır, kendilerine de Ehl-i Beyt olduklarına dair “Temessük” ismi verilen bir belge verilirdi. Böylece hem bazı gözü açıkların “Ben de Ehl-i Beytim” diye insanları kandırmalarının önüne geçilir hem de Ehl-i Beyt’in her türlü hakları korunurdu.
Osmanlı devletinde Nakîbü’l Eşraflık müessesesine çok önem verilirdi. Mesela, halifelerin tahta çıkma töreninde Nakîbler en önemli davetliler arasında idiler. Halifeye ilk beyatı Nakîbler yapardı, sonra diğer kişiler. Yine Ehl-i Beyt’e şanlarına yakışır yüksek memuriyetler verilir, esnaf ve tüccar olanları vergiden muaf tutulurdu. Onlar da görevlerini güzel bir şekilde icra ederlerdi. Nakîbler de öyle iyi çalışırlardı ki Ehl-i Beyt’i her konuda korur gözetirlerdi. Mesela, onların şanlarına layık olmayan bir mesleği meslek edinmelerine bile müsaade etmezler, müdahale ederlerdi. Seyyide olan hanımların, denkleri olmayan erkeklerle evlenmelerine de izin verilmezdi.
Abbasiler devrinde, diğer insanlardan ayrılsınlar, fark edilsinler diye seyyid ve şeriflerin yeşil sarık sarmaları bir gelenekti. Osmanlı da aynı uygulamayı devam ettirdi. Seyyidler yeşil sarık giyerlerdi. Bu sarık, diğer insanlardan onları ayırır ve tanınıp hürmet görmelerini sağlardı. Şayet seyyid ve şeriflerin mahkemelik bir işleri olursa, İstanbul’da Nakîbü’l-Eşraf, taşralarda ise kaymakamlar özel bir usulle onları yargılıyordu.
Ehl-i Beyt’in zekât ve sadaka alması haram olduğu için onlar muhtaç hale düşmesinler diye tedbirler almak da bu kurumun görevi idi. Bu sebeple Ehl-i Beyt’e Osmanlı’da belli bir bütçe ayrılmıştı. Nakîbler Ehl-i Beyt’e ait hisseyi teslim alır, ihtiyacı olanlara güzelce dağıtırdı. İşte bu hayırlı müessese Osmanlı devletinin ortadan kaldırılmasıyla sona erdi ve günümüzde Ehl-i Beyt de kendi sorunlarıyla başbaşa kaldı. Bu ümmetin bence önemli bir görevi de Osmanlı’daki hassasiyeti hatırlayarak bugün neler yapılabilir üzerine düşünmek ve bu noktada çalışmaktır.
Allah’a emanet olunuz.