Bizlerin derdi hep güzel ahlak olmalı; çünkü Efendimiz (sav) bu yüksek amaçla gönderilmiş, Hazreti Kur’an bu ulvi amaç uğruna nazil olmuş…
Ancak, güzel ahlakı destekleyen veya köstekleyen içimizde fıtri duygularımız var; bunları iyi tespit etmeli, bu duyguların elimizde olmadan bizi kötülüğe sürüklemesine müsaade etmemeliyiz.
Mesela, güzel ahlakı ifsad eden fıtri duyguların en önemlilerinden birisi korku duygusudur veya daha açığı buna mağlup olmaktır diyebiliriz.
Daha önceki birçok sohbetimizde korku duygusunun yaratılıştan gelen bir duygu olduğundan ve kiminde az kiminde çok her insanda varlığından bahsetmiştik… Hatta makalemiz dahi çıktı bu konuda, dergimizi takip edenler belki bunu hatırlarlar…
Evet, şu bir hakikat ki bir kişi büyük bir evliyanın, büyük bir âlimin oğlu bile olsa eğer o kişi korkaksa veya korku duygusuna gerektiğinde hâkim olamıyorsa bu durum sosyal hayatının sağlıklı olması noktasında ona çok arızalar çıkarır. Yani böyle durumdaki kişiler korkuları yüzünden çok kötü kalp marazlarına yakalanabilirler. Çünkü korku duygusunun hâkim olduğu bir kişi aklını tam olarak kullanamaz; düştüğü acizlik nedeniyle haklı da olsa kendini savunamaz, hakkını arayamaz… İşte o zaman içinde bulundukları bu acziyet halleri aslında hiç de içlerinden gelmediği halde onlara efendilik rolü oynatır. Yani bu tür korkak kişilerin efendi duruşları ve tavırları, bunun altını doldurarak elde ettikleri gerçek halleri, gerçek kişilikleri değil, mecburen katlandıkları rolleridir. Zira bu durum psikolojik bir gerçeklik veya kendiliğindenliktir, bunun aksi mümkün değil…
Ne yazık ki avam halkın, dışarıdan görüntüsüne aldanarak beyefendi diye övdüğü kişileri ben çok iyi bilirim. Bunların birçoğunun efendiliği, kötülük yapamayacak kadar kendilerini güçsüz görmelerindendir. Bunu belki kendileri bile fark edemezler ama biraz feraseti ve basireti olanlar anlar... Nitekim bu tür kişiler bir şekilde gücü ellerine geçirince hemen tanınmayacak şekilde değişirler ve şaşılacak şekilde beyefendilikleri gider, kısa zamanda zalim bir adama dönüşürler.
Evet, tecrübelerime dayanarak söylüyorum, bu tür efendilik rolü oynayan kişilerden ben içinden pazarlıklı olmayanını, haset-fesat olmayanını neredeyse görmedim. Bunun sebebi o kişilerin aslında yaratılış olarak kötü insanlar olmaları değil ama korku duygusuna mağlup olmalarıdır... O halde bu tür vakalarda yapılacak şey, bu duyguyla baş edecek şekilde kişilerin terapiye tabi tutulmaları, buna uygun motivasyonlarla bu duygunun saldığı adrenalinden kurtulmalarıdır. Böyle uygun tedaviler yapılırsa bu kişilerdeki içten pazarlıklı haller, haset ve fesatlıklar gider kolayca güzel bir insana dönüşürler.
Bu nedenle kurucusu olduğum “HANKANDO” “Savunma ve Mücadele Sanatı” kişilerin sadece kendini korumalarına, spor yapmalarına katkı sağlamayacak, onların güzel ahlaklı olmasına da katkı yapacaktır. İşte ben bilhassa işin bu yönünü çok seviyor ve önemsiyorum.
Evet, “HANKANDO” savunma ve mücadele sanatını öğrenmenin psikolojik ve sosyolojik açıdan sayısız faydaları var... Özellikle yetişme çağındaki çocukların ve gençlerin bunu öğrenmesini şiddetle tavsiye ederim. Birçok vesileyle üzerinde durduğum gibi korku duygusu dengelenmezse insanlarda sonradan olma bir sürü kötü ahlakın ortaya çıkmasına neden olabiliyor.
Korku duygusu fıtri bir duygudur ve kararınca olanı bize lazımdır; bu duygu vücudumuzu koruyan sinirler gibi bizi birçok tehlikeden korur… Ama bu duygu beynimizin kontrolünü tamamen ele geçirirse o zaman da zararı faydasından çok olur...
İşte kavgayı bilmek, savaşçılığı bilmek ise bizi bu duygunun zararından büyük ölçüde korur. Yerinde korkusuzca hakkını aramayı bilmeyen, bunun için savaşamayan adamlar içten pazarlıklı hallerinden kurtulamazlar, o kişilerden asla iyi bir lider de olmaz.
Bizim de çantamızda savaşmayı bilmek gibi silahımız olsun. Bu durum akıllı adamları kavgacı bir serseri yapmaz, aksine kendine güvenen, sakin, telaşsız bir insan yapar. Böyle kişiler de gerekmedikçe kavga etmezler. Hâlbuki korkak adamlar bir an öce o ortamdan kurulmak için telaşlanır ve kolayca silaha veya kesici şeylere yönelerek başlarına büyük işler açarlar.
Dolayısıyla savunma ve mücadele sanatını öğrenmek korku duygusunun tesirini azaltmada ve sosyal hayatımızı daha huzurlu yaşamada çok faydalı neticeler verir.
Tasavvuf, İslam’ın Güzel Ahlak Cephesidir
Tasavvufi Hayat Vardır…
Yaratılış olarak insanların farklı akıl, ahlak ve yetenekte yaratılmış oldukları inkârı mümkün olmayan bir gerçektir… Nitekim bu yaratılış farklılıkları dünya hayatında da kimilerini tebaa yaparken kimilerini sultan yapıyor. Yine kimilerini günlük geçim peşinde koşan sıradan bir insan yaparken kimilerini derin düşüncelerle uğraşmayı seven filozof veya bilim adamı yapıyor.
Dini anlayış ve yönelişler de öyle…
Bazı insanlar, dini hayatı daha hassas ve ince detaylarıyla yaşamaya düşkündürler, çünkü yaratılışları öyle. Kur’an bu kulları:
“(İman ve amelde) öne geçenler ise (Ahirette de) öne geçenlerdir. İşte onlar (Allah’a) yaklaştırılmış kimselerdir.” (Vakıa, 56/10-11) şeklinde ifade ediyor…
Yani bazı insanların ruhları böyle yüksek yaradılışlı ve maneviyata kabiliyetlidir. İslamî literatürde bu yüksek anlayışlı insanlara havas meşrepli insanlar adı verilir.
İşte bu yaratılış farklığının bir tezahürü olarak dünya hayatında çoğu insanların hayallerini varlıklı olmak, yükselip bir yerlere gelmek şeklinde dünyalık makam ve mansıplar süslerken özel bazı insanların hayallerini de dinde derinleşmek, insan-ı kâmil olmak veya onu yaratan yüce Rabbine yakınlaşmak arzuları ve duyguları süsler. Bu durum yukarıda da ifade ettiğimiz gibi insan yaratılışının bir gerçeğidir ve bizler bu gerçekten kaçamayız, bunu inkâr ederek de hiçbir yere varamayız.
İşte İslam’da, bu tür yüksek yaradılışlı ruhların ve maneviyata kabiliyetli insanların dinde derinleşme ve daha takva olma arayışları “tasavvuf” denen bir müessesenin çıkmasına sebep olmuştur. Bu yolun ismi “tasavvuf” olarak sonradan konsa da “gerçek tasavvuf” erbabının yolu peygamberlerin ve ashabının yoludur. Zira dini en güzel yaşayanlar, sahabeden sonra bu şahsiyetler olmuştur ki tarihin şahitliğinde tespit edilen gerçeklerdir bunlar...
Ama şurası da bir hakikattir ki, İslam dini hak bir din olmasına rağmen onu yaşayanlar tarafından nasıl 72 fırkaya bölünmüş ve çoğu fırka da dinden çıkacak kadar aşırı gitmişse, aynı şekilde tasavvufun sapıtanları, doğru yolundan çıkanları da olmuştur.
Peki, bu durumda bizler ne yapmalıyız?
İslami fırkaların varlığını belki en fazla bu dünyadaki imtihana bağlı bir hikmetle yorumluyoruz… Yani bu sapık fırkalardan dolayı İslam’a düşman olmuyoruz. Zira çok iyi biliyoruz ki birilerinin yanlış yolda olması bizleri doğru olan İslam’ı arama sorumluluğundan kurtarmaz.
Aynı şekilde doğru olan tasavvufu da kaldırıp atamayız. Tasavvuf, Allah sevgisi, Allah korkusu, ihlas, samimiyet vs. gibi güzel ahlakın tüm şubelerini tahsil etme uğruna verilen ciddi mücadelelerin, mücahedelerin, yani nefsle yapılan büyük cihadın adıdır… Sonradan bu ismin ona verilmiş olması onun hak oluşuna gölge düşürmez...
O halde doğru olan davranış tasavvufu inkâr etmek ona düşman olmak değil, gerçeğini bulup onu korumak, yanlışını da dışlamak olmalı ki bu konuda maalesef çok yanlış yapılıyor...
Mesela, bazı tasavvuf âlimleri tabiri caizse manevi kokainleri çekip haddi aşan sözler sarf ediyor, talebeleri de bunlara ayet, hadis muamelesi yapıyor...
Bazı tasavvuf muarızları da bu sözleri hiç tevil ve tefsire yönelmeden veya sapığını doğrusundan ayırmadan, iftihar vesilemiz olan çok büyük tasavvuf büyüklerine ağza alınmadık kelimelerle saldırıyor. En büyük Allah dostlarını tekfire kadar varan sözler sarf ediyor. Bu ikisi de yanlış, ifrat ve tefrit savrulmaları yani bunlar…
Ortasını bulmak; birbirimize karşı anlayışlı olmak çok mu zor?
Şu perişan İslam coğrafyasına bir bakın ki bu perişanlığın sebebi kâfirler mi, yoksa cahil, bağnaz, tutucu, laf anlamaz, söz dinlemez, aklını nefsinin ve şeytanın hizmetine vermiş Müslümanlar mı?
Evet, çok açık ki Müslüman’ın İslam’a verdiği zarar ve Müslüman’ın Müslüman’a yaptığı zulüm, kâfirlerin yaptıklarını çok aşıyor, artık bu akıl tutulmasının verdiği zarardan bu ümmetin biran önce kurtulması lazım...
Ahir zamanın en büyük tehlikesi, teferruatlar yüzünden birbirine düşman olmuş ve kâfirlere karşı birlik ve beraberlik görüntüsü kaybetmiş Müslümanlardır, bu gerçeği iyi görmek lazım...
İslamî tarikatlara gelince onlar da tasavvufi bir hayatı yaşama ve yaşatma iddiasıyla ortaya çıkmış dini kurumlardır… Bunların da gerçeği ve sahtesi vardır ve doğrusunu söylemek gerekirse hem geçmişte hem de günümüzde bunların hepsinin gerçek İslam’ı ve gerçek tasavvufu temsil ettiğini söylemek de büyük vebal olur. Dolayısıyla böyle yerlere giderken aklımızı kimsenin aklına ipotek vermemeli, irademizin hakkını vermeli, dikkatli olmalı, Kur’an ve sünnet çizgisinden şaşanları görünce de oraları terk etmelidir.
Şimdi bu konuştuklarımıza tarihten bir örnek vermek gerekirse, Mesela Muhyiddin İbn-i Arabi büyük bir mutasavvıf, büyük bir Allah dostudur. O’nu sever ve saygı duyarım ama birçok görüşüne ve bazı kitaplarındaki yazdıklarına asla katılmam. Hatta öyle ki ben o kitapların müsteşrikler tarafından değiştirildiğine inanıyorum. Yani o fikirlerin birçoğunun Muhyiddin İbn-i Arabi’ye ait olmadığını düşünüyorum... Çünkü İslamiyet’i karalama ve bozma çabaları oryantalistler tarafından yüzyıllardır devam ediyor ve bu ajanlar İslamî eserlerin birçoğunda çok ince değişiklikler yaparak bu ümmetin itikadını bozma noktasında çok çalıştılar ve semeresini de gördüler. Yoksa bu kadar sapık fırka nereden çıktı, artık uyanmak lazım.
Geçmişte ve günümüzde, İslam âlimi veya şeyh diye meşhur olmuş birçok kişinin ben misyonerlik faaliyeti yapan, dini bozmak için görevlendirilmiş kişiler veya ajanlar olduğuna kaniyim… Evet, günümüzde de bunlardan bir hayli var… Bu sebeple âlim diye veya şeyh diye birilerini dinlerken ve peşinden giderken çok dikkatli olmak gerekiyor.
Neyse sadede gelecek olursak dinde derinleşme ihtiyacı bütün dinlerde vardır. Yahudilerde buna “kabala” denir, Budistler, yogistler meditasyon yaparak bu arayışlarını dile getirirler… Yani kabalada “üstün insan olmak”, İslamiyet’te “insan-ı kâmil” olmak, Budizm’de “nirvanaya ulaşmak” aynı arayışların tezahürleridir.
Neticede hakiki tasavvuf vardır ve ben hep onun peşinde oldum…
Yalnız yukarıda da bahsettiğim gibi günümüzdeki tarikatların uygulamaları ciddi sorgulanmalıdır. Sorgulama da hemen her şeyi peşinen red mantığıyla değil, biraz derin düşünerek veya ehliyle istişare ederek olmalı. Zira günümüzde tasavvuf muarızları, tasavvuf erbabının attığı her adımı hemen şirke götürme ön yargısıyla hareket etmekte... Mesela evliyadan yardım istenmesi, himmet istenmesi konusunda böyleler, hâlbuki bu durum dinen caizdir. Hemen muarızlar buna da itiraz edecek ama şimdi Kur’an’dan örnek vereceğim, sakin olsunlar ve inşallah akl-ı selim davranarak ön yargılarından kurtulsunlar.
“(Sonra Süleyman müşavirlerine) dedi ki: Ey ulular! Onlar (Saba Melikesi Belkıs ve adamları) teslimiyet gösterip bana gelmeden önce hanginiz o melikenin tahtını bana getirebilir. Cinlerden bir ifrit: Sen makamından kalkmadan ben onu sana getiririm. Gerçekten bu işe gücüm yeter ve bana güvenebilirsiniz dedi. Kitaptan (Allah tarafından verilmiş) bir ilmi olan kimse ise: Gözünü açıp kapamadan ben onu sana getiririm dedi. (Süleyman) onu (melikenin tahtını) yanı başına yerleşmiş olarak görünce: Bu dedi şükür mü edeceğim yoksa nankörlük mü edeceğim diye beni sınamak üzere Rabbim’in (gösterdiği) lütfundandır. Şükreden ancak kendisi için şükretmiş olur nankörlük edene gelince o bilsin ki Rabbim’in hiçbir şeye ihtiyacı yoktur, çok kerem sahibidir.” (Neml, 27/38-39-40)
Görüldüğü gibi Rabbimiz, Hz. Süleyman cinlerden yardım istedi diyor…
Peki, peygamber cinlerden yardım isteyince şirk olmuyor da bizler evliyadan yardım isteyince niye şirk oluyor?
Fakat her şey ölçüsü dâhilinde olmalı bu da bir vakıa… Yani Allah’tan yardım istenir gibi kuldan yardım istenmez... Mesela yirmi dört saat şeyhten himmet istenir ve ondan yardım beklenirse haşa şeyhi Allah yerine koydun demektir ki böyle yapılırsa şirk olur.
Geçmişte bu tarikatlardan Abdulkadir Geylani, İmamı Rabbani, Mevlana Halid Bağdadi gibi gerçek mürşidler, gerçek Allah dostları yetişmiş ve bu büyük dinî şahsiyetler, binlerce, milyonlarca insanın hidayetine irşadına vesile olmuş, Allah’ın izni ve yardımıyla Allah’ın kullarını Allah’a sevdirmiş, hak yola getirmişler... Yani “Âlimler peygamberlerin varisleridir” hadis-i şerifinin hakkını vermişler…
Bu yol hala kapalı değil muhakkak ama bugün böylesi büyükleri bulmak çok zorlaşmıştır ne yazık ki...